Seçime giderken karışan mahalleler, tuhaf görüntüler

Kazanırlarsa, “Tayyip gitsin” amacı hâsıl olacağı için mahallenin kabadayıları önce diğer mahalleden gelen yabancıların çaresine bakacak ve birbirlerine düşecekler. Hani derler ya, cinler, çarpacak birisini bulamayınca birbirlerini çarparlarmış; kazanamazlarsa yine suçu birbirlerine atarak bir kavga gürültü çıkaracaklar ve tarih yazamadıkları için masanın üstü ve bütün ayakları tarih olacak.

İLGİNÇ bir seçime gidiyoruz. Cumhurbaşkanı adayları netleşti, hangi partinin kimin arkasında saf tutacağı belli oldu. “Türkiye’nin siyâsî eğilimleri tam olarak yerli yerine yerleşti mi?” derseniz, oluşan manzaralarda tuhaflıklar olduğu kesin. Farklı sosyolojik profillere sahip mahalleler karıştı. Bu karışıklık, “Her an her şey olabilir” ihtimâlini de artırıyor.

Seçimden önce bir kadın siyasetçi, zehir zemberek açıklamalar yaparak masadan kalkıyor, yabancısı olduğu mahallenin sanal kabadayıları tarafından olmadık hakaretlere maruz kalıyor, üzerine sifon çekiliyor!

Birkaç gün sonra bu siyasetçi, ettiği büyük lafları bir bir yiyerek ve kendisine yapılan hakaretleri sineye çekerek tekrar masaya dönüyor. Ve masadan 1 cumhurbaşkanı ve 5+2’li cumhurbaşkanı yardımcılığı sistemi gibi garip bir formül çıkıyor.

Millet İttifakı’nın uzun süredir beklenen adayının kim olduğunun açıklandığı gün, Saadet Partisi binasına Atatürk posteri asılıyor, önünde hep birlikte İzmir Marşı söyleniyor, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları atılıyor. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını “Haydi Bismillah!” diyerek bitirdiği vurgulanıyor ve Millî Görüş’ün efsane lideri için kullanılan ve “Allah yolunda cihat eden” mânâsına gelen o ünlü “Mücahid” sıfatı Kılıçdaroğlu’na veriliyor. Tam Bekri Mustafa fıkrasında* olduğu gibi, Kemal Kılıçdaroğlu “mücahid” oldu diyelim, siz gerisini anlayın!

Daha önce “sağa selâm vermek ya da oradan oy almak için onlar gibi görünmekten” kurtulacağını ve takiyye yapmayacaklarını söyleyen Canan Kaftancıoğlu, iftar sofralarından dua görüntüleri vermeye devam ediyor. Hakkını teslim etmek gerek, dua ediyor gibi görünmek bile kendisine zor geliyor, görüntülerden eziyet çektiği anlaşılıyor ama işte, seçime az kaldığı için bu eziyete de katlanmak zorunda olduğunun bilincinde.

Seçim çalışmaları yaparken karşı yakadan bu yakadaki mahallelere gelenler, oralara ne kadar yabancı olduklarını da ele veriyorlar. Bazen ezan okunmadan iftar açıyorlar, bazen evlere ayakkabı ile giriyorlar, bazen de seccadelerin üzerinde ayakkabılarla geziniyorlar. Seccade nedir, orada niye var, o seccadede ne yapılır, tabiî ki bunlardan haberleri yok! Dedik ya, “mahallenin yabancıları”!

Peki, mahallenin yerlileri ya da her devrin rüzgârgülleri bu manzara karşısında ne yapıyorlar?

Onlar da, George Orwell’in ünlü “Hayvan Çiftliği” romanındaki Squealer karakteri gibi, olan bitene tepki gösterilmesin diye açıklamalar yaparak, bahaneler filan bularak insanları ikna etmeye çalışıyorlar.

Nevşin Mengü “seccade”nin halı olduğuna dair Arapça dersi verip arkasından “İslâm’da kutsal olan Allah-u Teâlâ’dır” diyerek ilâhiyatçılara taş çıkartacak fetvalar veriyor. Böylelikle mahalleye yabancı olmadığına insanları ikna etmeye çalışıyor.

Siyasetin insanları nasıl oradan oraya savurduğuna şahit oluyoruz. Bazı kesimler alışık olmadıkları sınavlardan geçiyor. Dünün tukakaları bugün baş tacı ediliyor. Siyasetin tabiatı böyle belki ama bu seçimdeki manzara pek tabiî görünmüyor. Karşı mahallenin masasına ayak olan ve geçmişi bu mahallede kalan, Başbakanlık yapmış, Başbakan Yardımcılığı yapmış, Dışişleri Bakanlığı yapmış bir iki siyasinin “mücahid” Kılıçdaroğlu’nun peşinde dolanıyor olmaları ise tam bir tezellül örneği. İnsanın yüreğini sızlatıyor ama ne edersin, üstü siyasetle örtülmüş bir inat, bir nefret uğruna oluyor bunlar!

Tavan gibi tabanın da savrulduğunu görüyoruz. Manzara uyuşmazlıkları karşısında kimisinin kafası karışıyor, kimisi de partizanlığının ya da peşinde takıldığı siyâsî önderinin büyüsüne kapılarak olan bitende bir hikmet aramaya, savrulmasını farklı gerekçeler bularak rasyonelleştirmeye çalışıyor. Bu yakadan, daha önceden semtinden bile geçmediği karşı yakadaki mahalleye geçenlerin bir kısmı, kendilerine öcü gibi görünen karşı mahallenin abisine, “Belki de iyi biridir, deneyelim bakalım”, “Dur şuna biraz daha yakından bakayım, ne kadar da iyiye benziyor”, “Aman! Geçmişi ve yaşam tarzı beni ilgilendirmez, önemli olan iyi yönetmesi”, “Bak bizim mahallenin dilini de biliyor, ‘Bismillah’ diyor, ‘Allah’ın izniyle’ diyor, iftarlarda dualar ediyor” diyerek yaklaşıyorlar. Karşı mahallede gördükleri tuhaflıkları “hayra yorup” kendilerini avutuyorlar.

Bir kısmının da, “Acaba bir yanlışın peşinde miyiz?” diye kafası karışıyor, uykuları kaçıyor. Ama onları da yine Hayvan Çiftiliği’ndeki koyunların “İki ayak kötü, dört ayak iyi” sloganları gibi, “Tayyip gitsin de ne olursa olsun!” sloganı kendilerine getiriyor. Manzara tuhaf olabilir, yanlış mahallede dolaşıyor olabilirler, ama nihayetinde kutsal bir amaç var ve amaca giden her yol mubah!

Bu arada karşı mahallenin yaramaz çocuklarını kontrol etmek de zorlaşıyor. Seçimi kazanacaklarına kendilerini o kadar ikna etmişler ki iktidara gelir gelmez yapacaklarının provasını yapıyorlar. Kimisi Kur’an kursunun camına tekme atıyor, kimisi başörtülülere küfürler savuruyor. Gazeteci kılıklı bazı sanal silahşörler gün sayarak herkesin CHP’li olduğunu ispatlamaya çalışacağından dem vuruyor. Sadece bu yakadaki mahallede kalanların değil, kişisel bir nefret uğruna karşı mahalleye geçmişlerin de pek hazzedeceği manzaralar değil bunlar.

Karşı mahalleyi birazcık tanıdıktan sonra seçimleri protesto eden de var, bu yakadaki mahalleye dönüp gelen de. Seçime böyle tuhaf manzaraları tartışarak giriyoruz.

Depremin enkazının nasıl kaldırılacağı, ekonomik problemlerin nasıl çözüleceği, iç ve dış güvenlik meselelerine dair stratejilerin neler olacağı, Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyi, ABD’nin bizi çevreleyen askerî üsleri, Rusya ile ilişkiler filan pek gündemde yok.

“Tayyip gitsin!” gündeminin dışında, derinden giden ve stratejik plânı olan bir parti var, o da “HDP”. Konjonktürel olarak kendilerine muhtaçlığın fırsatını değerlendirmek istiyorlar. “Yerel özerklik şartı”, “Apo’ya özgürlük”, “YPG ve Kandil’e operasyonların durdurulması” gibi, genellikle millî birlik ve bütünlüğe aykırı talepler dillendiriyorlar. Masada buna karşı çıkıyormuş gibi görünenler olsa da bu destek alınmadan amacın hâsıl olma imkânı yok.

Karşı mahallede oluşan bu garip manzaranın seçim sonuçlarından bağımsız olarak (seçimi kazansalar da, kaybetseler de) pek sürdürülebilir olmayacağı kesin. Yazının başında dediğimiz gibi, masayı ayakta tutan birbirinden farklı hayli fazla ayak var ve her ayak, baş olma derdinde!

Kazanırlarsa, “Tayyip gitsin” amacı hâsıl olacağı için mahallenin kabadayıları önce diğer mahalleden gelen yabancıların çaresine bakacak ve birbirlerine düşecekler. Hani derler ya, cinler, çarpacak birisini bulamayınca birbirlerini çarparlarmış; kazanamazlarsa yine suçu birbirlerine atarak bir kavga gürültü çıkaracaklar ve tarih yazamadıkları için masanın üstü ve bütün ayakları tarih olacak.

Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler...

 


*Dördüncü Murad Han zamanında nüktedanlığı, hazırcevaplığı, esprileri ve aynı zamanda ayyaşlığıyla ünlü Bekri Mustafa, yoksul bir mahallede bir caminin önünden geçmektedir. O sırada musallada bir tabut vardır, fakat namazı kıldıracak imam ortalarda yoktur. Cemaatin beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’yı hoca zannederek namazı kıldırmasını söylerler. “Yok, ben hoca değilim” dese de dinlemez ve zorla öne geçirirler. Bekri Mustafa, namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar. Cemaat ölüye ne söylediğini merak eder. Bekri Mustafa gülerek cevaplar: “Sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun. Eğer orada, bu dünyanın ahvalini sana sorarlarsa, ‘Bekri Mustafa imam oldu’ dersin, onlar durumu anlar” dedim. (Kaynak: https://edebiyatsultani.com)