
HER ne kadar seçimler konusunda hayli siyâsî tecrübeye sahip olsak da Türkiye’de seçim süreçleri hep çekişmeli ve tartışmalı olmuştur. Köylerdeki muhtar seçimlerinden tutun, kasabalardaki belediye başkanı seçimlerine ve en üst düzeyde de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar bu çekişmeyi ve tartışmayı görebiliriz.
Bu çerçevede, seçim zamanlarında gözlem yapmayı severim. Hem sosyal medya üzerinden, hem hayatın içinden gördüğüm kesitlerle insanları anlamaya ve tanımaya çalışırım. Yine sosyal gruplar da bu meyanda dikkatimi çeker, nasıl bir tavır takındıklarını merak ederim.
Seçim öncesindeki iddialar ile seçim sonrasında ortaya çıkan manzara arasında karşılaştırma yapmak da işin en kritik ve zevkli yönü.
İstisnalar olmakla birlikte şunu söyleyebiliriz ki, insanımız siyasetle ilişkisini ilkeler üzerinden kurmuyor. Daha çok kişiler üzerinden bir algı oluşuyor; eğer bir siyâsî partinin liderini baştan iyi kabul ediyorsak yaptığı her şeyi hoş görüyor, kötü kabul ediyorsak yaptığı her şeyi reddediyoruz. Siyaseti bir ucunda nefretin, diğer ucunda sevmenin olduğu iki kutuplu bir mekanizma olarak görüyoruz. Bu da kendi tarafımızın yanlışlarını, karşı tarafın da doğrularını görmeye engel teşkil ediyor.
Türkiye’nin kolektivist yapısını anlamak için kullandığımız bir kavram var: “Etnosentrizm”... Yani “Her zaman biz en iyiyiz, en doğruyuz, en güzeliz; bizim dışımızdakiler hep kötü, yanlış ve çirkin”. Bunun siyasette de karşılığı var.
Fanatik seçmen davranışları da böyle şekilleniyor: “Burası iyi, diğer taraf kötü”… Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde uygulanan yüzde 50+1 sistemi, son seçimde ikinci tura gidilmesi böyle bir kutuplaşmayı daha da belirgin hâle getirdi. Sistemin bu kutuplaştırıcı yönünün nasıl törpüleneceği üzerinde düşünmemiz lâzım.
Son seçimlerde gözlemlediğim ilginç tavırlardan biri, Millet İttifakı’nı desteklediğini belli etmenin moda olması ve Cumhur İttifakı’nı desteklemenin ise eziklik olarak görülmesidir. Bu, daha çok seküler yaşam tarzını benimsemiş ve kendilerini elitist bir konumda görenlerin, “entel-dantel” takımının, sanatçıların CHP üzerinden Millet İttifakı’nı desteklemelerini şımarık bir tavırla ayan beyan ortaya koymalarından ve bu desteğin rüzgârının toplumun alt kesimlerine doğru yansımasından kaynaklanabilir. Böyle bir rüzgâr Cumhur İttifakı’nı desteklemeyi muhafazakârlık üzerinden eğitimsizlik, köylülük ve geri kafalılıkla ilişkiliymiş gibi göstermektedir.
Bir tarafta her türlü hakka sahip olmalarına rağmen “özgürlük” nâraları atan, diğerlerini küçümseyen, geleneksel değerlere saldıran, toplumun diğer kesimlerini baskılayan, onların sahip olacağı her hakkı kendi özgürlüklerine yönelik bir kısıtlama olarak gören ve “azgın azınlık” diyebileceğimiz bir kesim var. Diğer yanda, aşağılık kompleksini bir türlü üzerinden atamamış, karşı mahalleye yaranmak için eğilip bükülen, kendi düşüncelerini uluorta savunma cesareti gösteremeyen bir kesim var. Destekledikleri siyâsî partiler uzun yıllar iktidar olmamasına rağmen ilk kesim bu pervasız hâline devam ediyor; temsil edildiği siyâsî parti uzun yıllar iktidar olmasına rağmen ikinci kesim bu ezikliği üzerinden atamıyor. “Kültürel iktidar” dediğimiz de bu olsa gerek.
Seçimden önce, kültürel olarak hep iktidarda olmalarına rağmen siyaseten iktidar olamamış olmanın verdiği psikolojik açlıkla “Bu sefer kazanıyoruz” hülyasına kendilerini fena kaptıran “azgın azınlık” asıp kesmeye erkenden başlamıştı. Listeler yapılıyor, tehditler atılıyor ve bir toplumsal kaos manzarası çiziliyordu. Bu tehdit edici dil ve estirdiği rüzgâr “ezik çoğunluğu” da etkiliyor, “Ya iktidar olurlarsa?” endişesini artırıyordu. Belki bu yüzden de insanlar seslerini fazla çıkaramıyorlardı.
Seçim sonrasında ise, azgın azınlık yine kaybedince, alışık olduğumuz manzara tekerrür etti. Ben özellikle, “Bu sefer kesin kazanıyoruz” havasına kapılıp iddialı laflar edenleri takibe almıştım. Seçimden sonra ne diyecekler, merak ediyordum. İkinci tur sonrasında ise gözlem yapabilmek adına seçim sonuçlarını Halk TV’den izledim. Emin Çapa, Ayşenur Arslan, Mehmet Tezkan ve İsmail Küçükkaya gibi isimler vardı. Onların seçim sonuçlarını nasıl verdiklerine bakarak psikolojilerini anlamaya çalıştım.
Seçim sonrasında azgın azınlığın içindeki daha azgın bir grup azınlık, seçimin hileli olduğunu, sonuçların doğru olmadığını, arkada başka numaralar döndüğünü düşünmüş ve tamamen psikiyatrik bir vaka görüntüsü vermişlerdir. Bunlara örnek olarak, Halk TV’de İsmail Küçükkaya’nın, “Anadolu Ajansı seçimlerin bir yerinde bir takılıyor, veri akışı kesiliyor” demesi ve Mehmet Tezkan’ın da bunu “Saraya soruyorlar, durum kötüye gidiyor, ne yapalım diyorlar” şeklinde yorumlamasını gösterebiliriz. Yani sonuçların böyle olduğunu bir türlü kabul etmiyor, komplo teorileriyle hikâyeler uydurarak kendilerini avutuyorlar.
Azgın azınlığın içinde, sonuçları hazmedemese de gerçekleri kabul edenler de var. Bunlar da, hemen her seçim sonucunu yorumlarken yaptıkları gibi, çoğunluğun eğitimsiz, cahil, yoksul ve köylü olduğundan dem vurarak kendilerine neden oy verilmediğini rasyonelleştirmeye çalışıyorlar. Eskiden sığınak, Aziz Nesin’e ait olduğu söylenen “Türk halkının yüzde 60’ı aptaldır” sözüydü. Böylelikle kendilerini yüzde 40’ın arasına dâhil ederek rahatlıyorlardı. Şimdilerde ise Ömer Hayyam’ın adı kullanılarak bir dörtlüğe sığınıyorlar. O da şu: “Celladına âşık olmuşsa bir millet/ İster ezan, ister çan dinlet/ İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet/ Müstehaktır ona her türlü zillet.”
Ömer Hayyam’ın bu dörtlükten haberi yoktur muhtemelen. Dizelerin Yusuf Şahin Ceritli’ye ait olduğu söyleniyor. Başkalarını aptallıkla, zilletle suçlarken kendi cehaletleri paçalarından akıyor, haberleri yok!
Bu tür avuntunun farklı bir versiyonunu da seçim kaybetme konusunda artık mahir olmuş Kemal Kılıçdaroğlu’ndan dinledik. Uzun süre sessiz kaldıktan sonra bir televizyon programına çıkıp kentlerde oturanların demokrasiden yana oy kullandıklarını, kırsal bölgelerdekilerin sadece TRT izlediklerini, 500 lira ile yetindiklerini filan söyledi. Yani kendilerine oy vermeyenleri hakir gören bir bakış açısı ortaya koydu. Yine, Türk vatandaşlığına geçirilen yabancıların ve yurt dışında yaşayan Türklerin oy kullanması bahane edildi. Deprem bölgesindeki insanların kendilerine oy vermemesi üzerinden acılı insanlara hakaretler edildi.
Seçim öncesi sosyal medyada asıp kesip tehdit savuranların ise önce sessizliğe gömülüp yavaştan yavaştan kendilerine geldiklerini gözlemliyoruz. Kimi seçim öncesi sosyal medya hesaplarında yazdıklarını sildi, kimi sanki hiç siyasetle ilişkisi yokmuş gibi mesajlar yazmaya başladı, bir kısmı da göklere çıkardıkları adaylarını yerin dibine batırma derdine düştü. Bir kısmı da muhalefeti desteklemesine rağmen eskiden beridir onlara karşıymış görüntüsü vermeye çalıştı…
Bütün bunlardan alınacak ders şu ki; seçim öncesinde büyük laflar etmeyin, fazla heyecana kapılmayın, gaza gelmeyin, işin ayarını kaçırmayın ve büyük beklentilere girmeyin! Hele siyasetin içinde değilseniz çevrenizle, akrabalarınızla ve arkadaşlarınızla siyâsî tartışmalara hiç girmeyin.
Kazanmak ya da kaybetmekten öte her durumda nasıl bir tavır ortaya koyduğumuz önemli. Bir düşünceniz elbette olacak ama bu minvâlde politize olursanız siyâsî alanın çukurlarına düşmeye ve çamurlarına batmaya da razı olacaksınız.