Seçim sandığı, ekmek sandığı: Tarımın iç 100’ü

Tarım dünyası, küresel endüstrinin esiri durumunda. Küresel endüstrinin “kota atlası”, “kurul kumpasları”, “ihracat tuzakları” ve en önemlisi de “ürünle oynama akademisi” üzerinden adeta “toprak ahtapotu” diyebileceğimiz bir politizasyon şebekesi var.

Hayatın üç geni: Tanrı, özgürlük ve ekmek

TARİH saflaştırıldığında, geride üç kavram kalır: İnanç saflaştırıldığında “Tanrı”, düşünce saflaştırıldığında “özgürlük” ve emek saflaştırıldığında “ekmek”.

Tanrı ve özgürlük soyut, fakat ekmek somut. Yani “ekmek”, aslında bir gıda türü değil, bir “canlı kalma katığı” metaforu.

Dolayısıyla “ekmek dâvâsı” ifadesi çok yerinde bir deyiş. Üstelik insanlık tarihinde ortak bir deyiş kabul edilecek kadar yerinde bir kullanım. Zaten insanın canını vermeye hazır olduğu üç dâvâsı var: Tanrı, özgürlük ve ekmek.

“Ekmek” kelimesini “e(k)mek” şeklinde çift vurgulu kullanmak da yerinde. Fakat tarihsel süreçte emek, algı ve yöntem olarak yolda çatallandı; “toprak emeği” ile “makine emeği” diye ayrıştı. Biz buna “emeğin bölünmesi” de diyebiliriz. Hatta toprak emeği ile makine emeği arasında zamanla sadece yol farkı değil, zihniyet, dil, yorum ve hatta ideolojik farklar oluştu.

Zamanla ideolojiler ve doktrinler bile “toprak” ve “makine” arasında ayrıştı, kamplaştı ve uzlaşmaksızın karşıtlandı. Öyle ki, “tarım toplumu” ve “endüstri toplumu” diye kavramsallaştırmalar dahi yapıldı. Yani ekmek konusunun en az Tanrı ve özgürlük kadar “felsefî” ve “ontolojik” birer yönü var.

Hatta bu plânda daha da ileri gidenler oldu ve “Tanrı da, özgürlük de aslında toprak kavgası yüzünden uyduruldu” diyen artistik filozofik kurgular bile yapıldı. Fakat ne zaman “tanrı” ve “özgürlük” kelimelerinin bol kullanıldığı ve yüksek sesle dillendirildiği ortamlar oluşsa, kısık bir sesle, “Pek anlamayız bu konulardan, bizimkisi ekmek dâvâsı!” diyen halklar çıkar ortaya. Ancak bu kısık sesi bastıran bir söylem, volümünü yükselterek, “Feodal yapı! Toprak reformu! Orak-çekiç!” diye sürüp giden bir devrimci dile gelme eylemiyle coşar. Yani “ekmek ve ideoloji” adeta ikiz doğan canlı gibi olmuştur artık.


Tarım dünyası ile Tarım Bakanlığı arasındaki uçurum

Eğer bu pencereden bakmakta ısrar edersek, tarım dünyası, aslında bir ideoloji tarihi barındırır. Hatta neredeyse tarih, toprak yatağında akar.

Tarım dünyası, özü itibariyle insan kadar var. İnsanın hikâyesi kadar eski ve sahici. İnsanın yaratılış hikâyesindeki topraktan yaratıldığı hatırlatmasını ve ölünce toprağa gömülmesini de bu tamlamaya eklersek, artık “Tarım dünyası eşittir insan hayatı” demek mümkün olur. Fakat sanırım “tarım dünyası” ile “Tarım Bakanlığı” arasında hem içerik, hem de yol tutuş anlamında temelden bir fark var. Tıpkı Diyanet İşleri Başkanlığı ile İslâm arasındaki fark gibi. Veya İslâm ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasındaki ilişkinin türü ve tarzı ne ise, Tarım Bakanlığı ile tarım dünyası arasında da bir açı, açılım ve de açık ara bir fark var.

Örneğin tarım dünyasında ekonomi, edebiyat, ideoloji, kültür ve hatta siyâsî tarih var. Fakat Tarım Bakanlığı daha çok “ürün” ile ilgili. Yani toprak ve insan ilişkisiyle ilgili değil, daha çok “ürün ve raf” ilişkisi ekseninde. Çünkü insan ve toprak ilişkisi üzere bir yol tutuş olsa idi o zaman Tarım Bakanlığı, en az Kültür Bakanlığı kadar felsefî, kültürel ve sosyolojik bir mutfağa sahip olurdu.

Demek ki, Tarım Bakanlığı “teknik” bir alana hizmet ettiğini varsayıyor ve verdiği hizmet alanı “ürün-raf” ilişkisine odaklı olan sürece yönelik bürokratik hiyerarşiyle sınırlı. Değilse, insan-toprak ilişkisi üzerine bir hizmet alanı olsa, insan ve doğa ilişkisinin felsefî açılımlarının yanı sıra insan ve çiçek arasındaki iletişim kültürü, toprak ve ürün ilişkisini kuran bir toprak aydını ve en önemlisi de Tanrı ve özgürlükle ekmek arasındaki ilişkiye dair bir ton ideoloji ürünü kütüphaneyle dolu olurdu Tarım Bakanlığı.

Belki toprak temalı türküler albümü, toprağı konu alan filmler datası, toprak üzerine yapılmış sosyolojik analizler demeti dolusu kitaplar ve en önemlisi de her bir ürünün insanlık tarihindeki serencamına sahip bir panoramik ürün müzesi olurdu. Kim bilir, belki de Millî Eğitim Bakanlığı müfredatında yer alan derslerin arasında fizik, kimya, matematik gibi “toprak” ismiyle bir ders bile olurdu. Ama anlaşılan o ki, bazı şeyleri biz çoktan toprağa gömmüşüz.

Neyse, söz konusu ettiğimiz şey, Tarım Bakanlığı’nın sosyal projelere ve kültürel etkinleşmelere açık olması gerektiğini hatırlatmak değil, aksine “tarım politikası” alanının derinlik ve çapına ilişkin bir müzakere açılımı gerektiğine işaret etmek amacına sahip. Kuşkusuz bu, önemli bir müzakere başlığıdır.

Biz Tarım Bakanlığı’nın hizmet alanına ilişkin analize ve 2023 Seçimlerinin sonucunu birinci dereceden etkileyecek meselelerine dönelim. Çünkü pandemi sonrası yaşanan ekonomik kriz, tarım ürünlerine ve ürünü ortaya çıkacak tüm süreçlere moral bozucu şekilde yansıdı.

Dolayısıyla “üründen rafa” süreci başlı başına “seçim etkisi” yapacak şekilde manipüle edildi.

Tarım toplumu, toprağa gömülen değil, toprakta gömülü olanı yeşerten bir toplumdur. Değilse, sandığa gömülü politikalar finali olur.

Zehirlenenler listesi

Doğal olarak tarım dünyasının sorunları tarım politikalarına ilişkin tartışma konusu oldu ve “kangren, müzmin, kısır döngü konular” listesinde yer alan başlıklar olarak tekrar ortaya serildi. Ve o meşhur dil yine gezdirilmeye başlandı: “Tarım iflâs etti!”

Tarım dünyamızla ilgili gözlemler ve tespitler, gerçekçi olmak gerekirse iç açıcı değil. Ancak bu moral bozucu ve geleceğe yönelik kaygılar “Tarım Bakanlığı’nın karnesi” ile ilgili de değil. Tarım dünyasıyla bağını koparmış bir toplumsal davranışla ilgili olmasının yanında “gelişme yönü ve üretim zekâsı” ile ilgili bir millî tercih sürecini de kapsamakta. Yani mesele ve dertler bir yazıya sığmayacak kadar çok ve birikmişlik bıkkınlığında. Fakat biz bu yazımızda kritik bazı noktalara değinmekte ısrarlıyız.

Her şeyden önce, Sanayi Devrimi sonrasında yani emeğin makine yönü geliştikçe, emeğin toprak yönü önce geriledi, sonra da toprağı zehirleyen bir endüstriye dönüştü. Yani toprağı süren makineler dönemi değil, makinenin sürdüğü toprağı zehirleyen bir endüstri de geldi. Çünkü ürün-raf ilişkisi teknik bir ilişki değil, aksine ontolojik ve sosyolojik bir süreçtir. Hatta felsefî de bir süreçtir. Çünkü “ürünün ömrü ve raf ederi” piyasası, ürünün uzun süre rafta kalması adına binbir kimyasal oyunu da beraberinde getirmiş ve tüketilmesi noktasında ise “doğası ile oynanmış ürün” çeşitliliği adına sadece toprak değil, çiftçinin kafası ve zihniyeti de zehirlenmiştir.

Biz bu süreci, “kapitalizmin ayak oyunları” diye geçiştiremeyiz. Aksine bu süreç, devlet ve toplum arasındaki sözleşmenin ihlâli anlamına gelmektedir. Çünkü toprak-mülkiyet ilişkisi “liberal kültür” adı altında bozulmuştur. “Vatandaş, sahibi olduğu toprağa istediği gibi davranır; mülkiyetin özeli ve özerkliği esastır” gibi tuhaf ve saçma uygulamalara kapı aralanmıştır.

Oysa toprağın mülkiyeti başka bir şeydir, toprağa muamele bambaşka bir şey. Nasıl devlet insanın insan bedeni üzerinde “Bu benim eşimdir/çocuğumdur” diyerek istediğini yapmasına izin vermiyorsa, toprak ile ilgili de insan istediğini yapamaz. Yapmamalıdır.

Bir de “toprak deseni” denilen yani toprağın özelliğine uygun ürün ekmek ve ürüne duyulan ihtiyaç ile ekim arasındaki korelasyonu betimleyen bir “sürdürülebilir uygulama” kadrajı/projeksiyonu var. Kimin nereye ne ekeceği noktasında bir “millî mutabakat” sağlanamıyor!

Tarım Bakanlığı (tabiî birleştirilmiş hâliyle “Tarım ve Orman Bakanlığı”), tarım dünyasıyla ilişkisi bakımından “kopuş süreci” yaşayan toplum ile Devlet’in tarım dünyasına yönelik yasal ve bürokratik hizmet yükümlülüğü arasında politik gerilim yaşıyor ve çoğu zaman bunu aşamıyor. Çünkü tarım dünyası, küresel endüstrinin esiri durumunda. Küresel endüstrinin “kota atlası”, “kurul kumpasları”, “ihracat tuzakları” ve en önemlisi de “ürünle oynama akademisi” üzerinden adeta “toprak ahtapotu” diyebileceğimiz bir politizasyon şebekesi var. Yani nasıl savunma sanayiinde bağımsız ve millî ürün ortaya çıkarmak başlı başına bir mücadele işi ise, tarım dünyasında da millî ve bağımsız bir politika üretmek ve sonuçlandırmak özel mücadele gerektiriyor.

Bir de Tarım Bakanlığı, elini kolunu bağlayan bir gelişmenin önünü alamıyor ve böylece emeğin makine emeğine yönelmesindeki gücü karşısında toprağın emeğini eş zamanlı güçlendiremiyor. Çünkü bir kez yeni nesil makine zihniyetli nesil ve tüm emeğini makine ve hatta dijital makineye yönlendirmiş duruma gelmiş. Artık yeni kuşaklar, toprağın emeğini “Az kazandıran zahmetli iş” diye niteliyor. Hatta tarım dünyasının da artık yapay zekâ ile yönetilmesi gerektiğine inanarak, bu alanla ancak kâr marjı yüksekse ilgili olmaya niyetli.

Toprak ile ilgilenmeyi teşvik amacıyla gerçekleştirilen projeler de istenen sonucu vermedi. Çünkü tüm teşvikler tarım konusunda “köylü kalarak ilgilenmek” eşiğine takıldı. Ve bu, “köyden uzaklaşmak için” sebep yapıldı. Tarım işçilerinin çocukları, redd-i miras yapar gibi redd-i çiftçilik modasına uydular. Bunlar üst üste gelince, “Gömülmek dışında, toprakla bağımız az olsun!” şeklindeki dip kültürü yayıldı.

Hatta ürünün üretilme maliyetinin altında ithal edilmesi veya rafta bulunması durumunda tarım dünyasına emek vermeyi “Ekmek, aptal toplumların ana gıdasıdır” şeklinde tanımlayarak serserilik yapan Ekmek ve Fırıncılar Federasyonu Başkanı gibi işi sulandıran tutumlara vardıran modalar dahi oluştu.

“Türkiye Yüzyılı” tohumunu filizlendirecek Bakanlık, bu büyük sorumluluğun altından kalkacaktır. Çünkü bu vizyona haiz yönetim ve kadroya sahiptir. Öyle değil mi?

Özün sözü

Tabiî mevzu “tarım dünyasındaki hâllerimiz” veya üründen rafa süreçteki “hallerdeki hâlimiz” olunca dert çok, şikâyet de çok.

Fakat biz malûmu ilâm kabilinden tekrarlamak istemiyoruz. Biz, “Türkiye Yüzyılı” Vizyon Belgesi’ne Tarım Bakanlığı’nın “tarım yüzü” olarak nasıl çıkacağına ilişkin müzakere başlıklarına işaret etmek istiyoruz sadece. Yani “Türkiye Yüzyılı’na katkı sağlayacak 100’ümüz olsun” noktasında öneriler ve farkındalık yönlerinin altını çizmeye çalışıyoruz.

Bu bağlamda tarım dünyasının “dijitalleşen dünya”daki yerini alması için gerekli teknolojik atılımlar, ürün deseninde sürdürülebilir millî mutabakatlar ve bir ürün atlası ilânı, “özel mülkiyet” adı altında toprağa herkesin istediği şekilde muamele yapamayacağını sağlayacak yasal düzenlemeler ve en önemlisi de küresel tarım baronlarından toprağı kurtarma gayretleri hükmünde bürokratik reformlar ve Bakanlığın tüm katmanlarının “tarım hafızası” ile “ürün diyagramı” arasındaki algoritmayı doğru kuracak enformasyon ağlarını kurması yönündeki teklifler, dikkat çekeceğimiz konulardan sadece birkaçı.

Kuşkusuz Tarım Bakanlığı’nın tecrübesi, söz konusu tüm ihtiyaç ve gelişmelere çözüm bulacak donanıma sahiptir. Ancak yetenek bile keşfedilmeden ve işlenmeden bir meziyete dönüşmüyor. Önemli olan, bu donanımı “yeni yönetim, yeniden yönetim” kuyusuna itmeksizin, hatta aksine “Kaldığımız yerden daha iyiye doğru!” işlevinde “kazançlı gelenekle” hareket etmek.

İnanıyoruz ki, bu dönem söz konusu tüm bu konularda gerekli tedbirler alınmış, atılım haritası tamamlanmış ve pandemi sonrası içine düştüğümüz “üründen rafa” kuyusundan bizi çıkaracak “Türkiye Yüzyılı’nın Tarım 100’ü” yol haritası hazırdır. Hatta çoktan yola çıkmıştır da mesafe bile almıştır. Değilse toprağa gömdüğümüz, vakti gelince insan değil, bir o kadar da tarım toplumu olmak olacaktır.

Oysa biz biliyoruz ki, tarım toplumu, toprağa gömülen değil, toprakta gömülü olanı yeşerten bir toplumdur. Değilse, sandığa gömülü politikalar finali olur.

“Türkiye Yüzyılı” tohumunu filizlendirecek Bakanlık, bu büyük sorumluluğun altından kalkacaktır. Çünkü bu vizyona haiz yönetim ve kadroya sahiptir. Öyle değil mi?