Secdesiz başlar, şükürsüz aşlar, duasız düşler

Dua edenler bilirler ki, dua kalpten dile, dilden kâinata yayılır, evlerin odalarında gezinir, oksijene karışır, defalarca ciğerlere çekilir ve dua ile bütün beklentiler, hayâller ve istekler -olsun, olmasın- kalbin hasret kaldığı bütün hissedişleri kalpte yoğurur.

“SECDE yoksa başa yazık/ Şükür yoksa aşa yazık/ Boşa hayâl kurup durma/ Şu duasız düşe yazık.” (Duasız; Kalpgâh)

***

Hangi tarifi kullanıyorsunuz? Hani “gerçek aşk” şöyle olur, “huzur” şurada bulunur, “hayâller” ancak böyle gerçekleşir, “başarı, para, sağlık” şu yollarla elde edilir vesaire vesaire vesaire…

İdeallere varışı temsil eden tarifler, hedeftekini tamamlamakla görevli. Nice tarif vardır; nice kalbe ve algıya göre nice tanımlama yapılmıştır. Hem de her konu üzerine… “Hayâllerine kavuşmak istiyorsan” diye başlayan iddialı cümleler, “Huzuru arıyorsan” diye başlayan yörünge belirleyici sıralı paragraflar, bazen şiirler, şarkılar ve özlü sözler… Hepsinin kesişen kümesi, “sıfatlandırma” yöntemidir. Ne kadar tarif yapılsa, hepsinde bir/birkaç sıfat ile varılmak istenen hedef izah edilmiş olur. Tüm arananlar için benim seçtiğim sıfatlar da bunlar. Ağrısız bir baş için secde, bereketli aş için şükür, yıkıma götürmeyen hayâller için dua gerekli. Sıfatlandırma yoluna gidersek, “secdeli baş”, “şükürlü aş”, “dualı düş”…

Evvelâ ağrısız baştan kastettiğimin ne olduğunu beyan etmeli: Ağrısız baş, dertsizlik değildir. Ki dertsizlik başa belâdır. Dertle baş edebilmenin en hikmetli yollarının kalbe ilham oluşu, ağrısız başı tam anlamıyla karşılar diye düşünüyorum. Çünkü dertler, bir düşünce ya da hareket düzgüsünün değişimini gerekli kılar. Hangi yöne gidileceği ise her zaman muhasebe edilmek suretiyle saptanamaz. Aslolan hikmetli yörüngelerin kalbe ilham olmasıdır ki bu da ancak İlâhî bir rahmettir. Bu rahmetin sızlayan kalplere inişi de secdesiz namümkün. Çünkü tüm bunlar yani secde, dua ve şükür, insanın olması gereken yerde var oluşuna delildir.

Olması gereken yerde olmayan hiçbir beden-ruh ikilisi, dingin bir derûna ve rotası doğru tahlil edilmiş bir yol haritasına sahip olamaz. Dertlerin bitişi ve onlarla baş edebilme yolları da Rabbin inayeti olduğundan, insan nakıs, noksan ve düşkünken dahi bunlara kavuşabilir. Fakat dertsizlik nasıl ki ağrısızlık değilse, dertlerin bitişi de ağrısız bir baş için garanti değildir.

“Kendini bulmak” deyiminin envaiçeşit anlatısı çınlar kulaklarda. Kalbince yorumlayanlar bu arayışın bir varış değil, hikmetli ve hakikatli bir yol kat ediş olduğunu söyler. Kendimce de bu böyledir. Fakat kendini bulmak, her şeyden önce gidişi de anlamlandıran bir arama eylemi gerektirir. Aramak da ancak kaybolanın olması gereken yere temaşa etmesiyle tamam olur. İnsan nerede olmalıdır, nerede değildir de oraya dönmelidir? İşte insan secdeye baş vurmak fıtratıyla yaratıldığından, olması gereken yer tam da bu mahaldir. Burada olmayanların kendini bulmaları için tam da buraya uğramaları zaruridir! Aksi takdirde kendini bulduğunu zannettiği aykırı ve sapkın adreslerde, kendini tamamen kaybetmek son derece hızlı ve geri dönüşümsüz olabilmektedir.

Secdesiz başların uyuşturucu metalarla ağrısızlık hissini vaat eden birtakım yöntemlere başvurduğunu ifşa etmek gerek. Secdede tamam olması gereken bütün yarım kalmışlıklar, dinmesi gereken bütün sızılar ve dinlenmesi gereken süreğen yorgunluklar, çeşitli dünyevî uyuşturucular ile temin edilmiş görüntüsü verir. Hasta bu saikle tamamlanmış, ağrısı dinmiş ve dinlenmiş sanrısına kapılabilir. İşte bu, büyük bir aldanıştır ve kısa süreli tatmin nihayete erdiğinde kazanılan tüm değerler eksi anlamlara hızla düşüş gösterir.

Yarım kalmışlık hissinin geçici tamamlanma aldatısı, kısa bir süre içinde hiçlik duygusuna doğru akışkanlık gösterir. “Dinmiş” varsayımıyla kişiyi etkileyen ağrısızlık süreci, bir an ağrının ve sızıların şahikasına yol alır. Yorgunluğun dinlendiği bu sahte ilaçlar, bir süre sonra bir önceki yorgunluğu katmerler, insanı parçalara ayrılmış bir dermansızlık duygusuna mahkûm eder. Tüm bunlar, secdede bulunması gereken varlık ikliminin dünyevî sahteliklerde aranması neticesiyle insanı defalarca hayâl kırıklığına uğratır. Secdesizlik, kişinin kendini ararken daha da kaybedeceği başka adreslere gidişin dramıdır. Tıpkı şükürsüzlük gibi…

Çok toplamak, çok almak, çok biriktirmek ve çok kazanmak hülyalı bir memnuniyet duygusu verse de her zaman aldatıcıdır. Hamd ile helâlinden bir lokma ekmeğin bedene, akla ve ruha kazandırdıkları öyle nitelikli bir hazzı terkip eder ki bu, nicelik ve çoklukla karşılanamayacak bir iktisaptır. Çünkü dünya, çoklukla tatmin duygusunu var eden bir mekân olmayıp, az ya da çok, bir şeyin niteliği ve katma değeriyle ancak beklentiyi karşılar. Yemeğin çok oluşu bayat oluşuna engel değilken, paranın çok oluşu huzur ve sağlık kazanımına da garanti vermez. Hiçbir müspet duygu, var olanın ve elde edilenin sayısınca kazanılmaz, anlamınca elde edilir.

Anlamlar sayılamaz ve maddî yollarla kazanılamaz. Onlar ancak nimeti ve rızkı verene secde, şükür ve dua ile elde edilebilir. Şükür, bir yönüyle de her şeye güzel bakabilmenin şifresi. Elde olanlara ancak kaybedince anlam yükleyen kör kalplerin bu trajik ahvali de şükürsüzlük nedeniyledir. Gözler önüne serilmiş nice mücevheratın, çeşit çeşit ve rengârenk güllerin, çiçeklerin var olduğu zamanda ve var olduğu güzellikte görülebilmesi, gözün ve görünenin şükrü ile mümkün olabilir. Aksi takdirde, görülen zenginlikler gerçek kimliğiyle hissedilemez ve sayıca ne kadar da çok olsa, sahibine doyumu ve tatmini vaat edemez. Fakat bir kırılgan dal olsa ve üzerinde bir gonca, şükürlü bir kalp için nice hazineden, gülistandan ve rengârenk bahçelerden daha evladır. Çünkü gözün ve görünenin şükrü, sayıca çokluğun verebileceği hazzın katbekat ötesine geçirecek, ufacık, körpecik bir goncaya bakanı cennet bahçesinin huzuruna eriştirecektir.

Ve pek tabiî duasız düşler de kalplerin enkazıdır.

Duasız hayâllerin hemen hemen hepsi ya kör bir kalple, ya madde ile çevrelenmiş, kısıtlanmış bir akıl yürütmeyle ve zamansız, faydasız heyecanlara kapılmaya meyilli bir ruhla kurulmuştur. Bu kurgu, Yaradan’a danışmadan, O’ndan icazet almadan ve O’ndan yardım dilemeden var edildiğinden, içinde sıklıkla dünyanın aldatıcı ışıltısı ve şeytanî heyecanlar olacaktır. Tüm bunlar hayâl edilene kavuşmayı engellemese dahi hayâl edilene kavuşmakla dindirilemeyecek bir memnuniyetsizliği meydana getirecektir. Sözüm ona, bir bulutun üzerinde yatıp dinlenmeyi hayâl eden, o bulutun üzerinde yıllansa, arzuladığı huzuru, duasızlık vahametiyle katiyetle bulamayacak. Hiç kavuşulamayanlar ve kavuşulduğunda başa belâ olan hayâller de cabası…

Fakat dua, evvelâ hayırlı düşlere dalışın alâmet-i farikasıdır. Kalbin kendine faydalı düşlere dalışı, ancak Yaradan’la birlikteyse mümkün, aksi takdirde ise muhâldir. Muhâl düşler insanı derbeder, kederli, meftun ve naçar bir ruh hâline mahkûm eder. Fakat dualı düşler, mayalanma sürecinde dahi Yaradan’dan müsaade istemek suretiyle, O’nun mağfiretine ve inayetine mazhar olacak, böylece düşler gerçeğe dönüşsün dönüşmesin, arzu edilen duygu-durum her halükârda tamam olacak.

Secde, şükür ve dua, tamamlanıştır. İnsanın olması gereken yere gidişi ve kendini buluşudur. Bir yandan da dertler, sıkıntılar ve inişli çıkışlı bayırlar boyunca kaybolmama garantisidir. Azı çok, çoğu nitelikli, niteliği hissedilebilir kılan mucizelerdir. Kendi varlığını yüzeysel kimliklerden azat edip derin anlamlara ve hakikatli hüviyetlere kavuşturmak ancak Rabbine eğilen bir başla mümkünken, hayırlı düşlerin peşinden gitmek ve sonuç ne olursa olsun heba olmamak müjdesi de yalnızca dua ile kabildir.

Secde edenler bilirler ki, insan zaten ruhuyla, anlamıyla oradadır, bedeniyle de oraya gittiğinde kendini bulur, tamamlanır. Şükredenler bilirler ki, bir şey az da olsa, çok da olsa O’ndan geldiğini bilip dil ve hâl ile hamd ettiğinde lezzetlenir, tatlanır, fayda verir. Dua edenler bilirler ki, dua kalpten dile, dilden kâinata yayılır, evlerin odalarında gezinir, oksijene karışır, defalarca ciğerlere çekilir ve dua ile bütün beklentiler, hayâller ve istekler -olsun, olmasın- kalbin hasret kaldığı bütün hissedişleri kalpte yoğurur.