Seccâdelerle târih yazıldı, biz de şâhidiz

“Nefer” deyince, “Minâreler süngü, kubbeler miğfer” mısraını hatırladım. Öbür yanımda ise aziz kardeşim Umut Sezer vardı. O da neyi hatırlattı, hemen söyleyivereyim: “Sen bu adamı şiir okudu diye hapse tıkarsan, o da gelir Ayasofya’yı açar işte böyle!” Helâldir!

AYASOFYA’NIN tekrar ibâdete açılması gerekiyordu, açıldı.

Ne zaman ve kimin döneminde açılacağı merak edilmekteydi, o konu da artık meçhul sınıfından mezun oldu.

Vakti geldiğinde ve ancak bileği güçlü birinin döneminde gerçekleşecekti; bunu ileriye dönük olarak biliyorduk, şimdiyse geçmişe dönük olarak biliyoruz.

Tam da öyle işledi saat!

Vakit o vakit idi, adam o adam. Uzun olan...

Mırın kırın edenler, laga luga edenler, “Olmaz, mümkün değil” diyenler, dedikleriyle kaldılar.

Kimse ziyanda değil. Onlar da alışkınlar zaten her itiraz ettiklerinin tersiyle karşılaşmaya.

Aşırı kızgınlık hâliyle bayrak yakmaya kalkışanların ciddiye alınacak tarafı yok. Birkaç fanatik siyasetçi ve ölçüden bîhaber râhip efendi, evvelce faşist çerçeveden konuşmasaydılar, Türkiye aleyhine miting yapmak için toplanan otuz kırk kişi de, onlara uzaktan hak veren başkaları da hayâl kırıklığına uğramayacaktı.

Yine de aklı başında olanlara rastlıyoruz. “Türkler olmasaydı, Ayasofya bugüne ulaşmazdı” diyebilen bir râhip de gördük Yunanistan’da.

Adamcağız fanatiklerden iyice bezmiş herhâlde.

Onların tutarsız, aşırıya kaçan davranış ve düşünceleriyle mücâdele etmekten yorulmuş ve yeterince yaşadığına inanıyor demek ki…

İflah olmaz kafalar yalnızca Batı ülkelerinde değil. İçimizde de kâfi miktarda bulunuyor.

“Açılmamalı”… “Açılamaz”… “Açmak yanlıştır”… “Açmasınlar”… “Atatürk’ün kararına karşı çıkmak anlamına gelir”… “O müze yaptıysa, bir bildiği vardır”…

Açılma kararının altındaki imzanın gerçek olmadığını beyan eden târihçiler, kendi tercihleri doğrultusunda öyle konuşmuyorlar.

Diyor ki Prof. Yusuf Halaçoğlu, “Soyadı Kanunu çıkmadan önce alınan bir kararın altında ‘K. Atatürk’ imzâsı nasıl yer alabilir?”.

Bu kadar basit!

Henüz kimsenin soyadı yok. Mustafa Kemal de sadece Gâzi Mustafa Kemal… O dönemde nasıl öyle bir imzâ atılabilir?

İmzânın şekline bakınca da asıl imzâya hiç benzemediği görülüyor.

Öyle ya da böyle, bir karar çıktı. Her nasıl olursa olsun, şâyet Atatürk istemeseydi, müzeye çevrilemezdi.

Bak, işte bu doğru!

O dönemde neler yaşandığını tam olarak bilmiyoruz. Belki dıştan ağır bir baskı vardı. Kilise yapılması için bastıranların gazını almak maksadıyla müzeye çevirmenin en uygun hareket olacağı düşünüldü.

Müze yapılmasına rağmen, kayıtlarda “câmi” olarak kalmaya devam etti. Bu da bir işârettir şüphesiz. “Gelecek nesiller bunu günün birinde çözer” düşüncesinin işâreti…

Bir de açılmasına destek verip de açılış usulüne itiraz edenler var.

Protokol uygulanması, dışarıda ise salgın tehlikesinin dikkate alınmamasını şiddetle eleştiriyorlar. Bence burada şiddete lüzum yok. Sâkince de eleştirilse, maksat hâsıl olur.

Cümle âlem bilir ki, bizim dinimizde câmi içinde kral ile dilenci aynı safta yer alır.

Üst-alt, yüksek-alçak, şişman-zayıf, uzun-kısa ayrımı yoktur.

Amma velâkin, ortada duran bazı hakikatler de var. Onları dikkate almadan mangala üflemek, insanın ağzına burnuna ve dahi gözüne kül dolmasına sebebiyet verir.

Her şeyden önce bilmek gerekir ki, bu işin asıl sorumlusu, Ayasofya’yı inşâ eden mimardır. Daha büyük kubbe, daha büyük bina yapabilirdi.

İkinci kişi ise, “Seni geçtim Süleyman” diye hiddetle ve sevinçle karışık bağıran Bizans İmparatoru…

Öyle bağırmayı biliyor ama daha büyüğünü düşünemiyor.

Geçmek var, geçmek var. Niye daha fazla geçmeyi arzu etmemiş?

Bir ucu Sarayburnu’nda, bir ucu Beyazıt’ta… Bir ucu Sirkeci’de, son ayağı da Çatladıkapı’da olan bir bina olmalıydı. Hattâ mümkünse Aksaray’a da uzanmalıydı.

Virüs tehlikesi sebebiyle maskeli ve mesafeli olmak gerekiyordu malûm.

Seyrek sepildek namaza durulsa bile yüz binlerce insanı alabilecek, normal düzende ise milyonlarca kişinin ibâdetine imkân verecek bir câmi yapılmalıydı. (O dönemde kilise elbette.)

Sultan Ahmed, Beyazıt ve arada kalan diğer câmilerin de yapılmasına gerek kalmazdı böylece.

Efendim, Ayasofya’nın mimarı ve imparatordan sonra üçüncü suçlu Mimar Sinan’dır tabiî ki. Baktın ki onlar yapmamış, sen yapacaksın. “İleride salgın malgın olur, insanlar araya mesâfe koyarak saf tutmak zorunda kalır, buraya sığmazlar” diye düşüneceksin, devasa bir câmi inşâ edeceksin. Ayasofya’nın kubbesini desteklemekle iş bitmez ki!

Bu sıralamada son aşamadaki suçlu ise, şüphesiz sultanlar. Fâtih’ten Yavuz’a, Kânûnî’den son padişaha kadar kim varsa…

Emri vereceksin…

Yahu kaptırdık gidiyoruz, kusura bakmayın! Kimse de “Dur” demiyor yazarken… Kalabalığı gördükçe coşan siyasetçi gibi frensiz ilerliyoruz.

Bir ara baktım da fark ettim. Biraz fazla ileri gitmişiz.

Sirkeci’den Beyazıt’a, Aksaray’a kadar uzatmışız.

Hani neredeyse, “Boğaz’ı geçip Kadıköy ile Üsküdar’a da uzansın” diyeceğiz.

O kadar olmaz ama daha büyüğü mümkün.

Bunun örneği de mevcût. O da Fâtih Sultan Mehmed zamanında inşâ edilen Kapalıçarşı…

Tek kubbe olması gerekmiyor. Ortada bir büyük kubbe, etrafına pek çok küçüğü yapılabilir.

Ancak orası ticâret için ayrılmış. İbâdet için mevcût câmiler yeterli görülmüş. Ki doğru olan odur.

Bu anlamsız abartmanın maksadı, “Ancak o kadar olursa, o kadar insan sığabilir” demek için.

Başka türlü yüz binlerce insanı bir ibâdethâneye sığdıramazsınız.

O hâlde?

Bazıları dışarıda kalacak.

Öyle de oldu. Kim nerede yer bulduysa seccâdesini serdi. Güneş de coşmuş, her an biraz daha yaklaşmaktaydı.

Nasıl ki taşınan bir yükün ağırlığı yol uzadıkça artar, güneşte kalmak da ona benziyor. Doğal olarak arada tek tük fenâlık geçirenler vardı. Sağlık görevlileri koşarak müdahale etmek istedilerse de koşmak ne mümkün!

Kalabalık, kenetlenmiş gibi.

Korona morona kimsenin umurunda değil.

Senden bana ne zarar gelecek?

Benden sana ne zarar gelecek?

Bu düşünce, bazen dile de dökülüyordu; istemeyen inanmasın.

Bu bilgi, muhtemelen bizimki dâhil, hiçbir ülkenin sağlık bakanlığı yetkililerinde ve Dünya Sağlık Örgütü yöneticilerinde yoktur.

“Ortak bir heyecanı paylaşan müminler arasında virüs bulaşması olmaz” gibi bir sonuca varmak ne derece tutarlıdır, bir hafta on gün içinde anlarız.

Ayrıca, “Bugünü gördüm ya, artık ölsem de gam değil” düşüncesi vücût bulmuş hâldeydi.

Böyle bir tablo içinde, polis ve asker kuvvetiyle kalabalığı hizaya sokmaya çalışmak, kesinlikle ters tepki verir. Böyle bir şeyi düşünmek bile abes!

“Siz kimin askerisiniz?

Siz kimin polisi oluyorsunuz?

Bizi Ayasofya’dan uzak mı tutmaya çalışıyorsunuz?

Bu târihî günde bize karşı zor mu kullanmaya niyetlendiniz?

Maskeyse, işte maske! Dezenfektan da sıktık elimize… Daha ne istiyorsunuz?

Hangi mesâfeden bahsediyorsunuz? Biz 86 yıllık bir mesâfeden geliyoruz!”

İnanın, bu tür tepkiler görülürdü.

Tıpkı 15 Temmuz’daki sahnelere benzerdi.

İhtiyar birinin, polisin veya askerin elindeki silahı tutuşu fotoğraflara yansır, kameralarda canlı yayınlanırdı.

Arbede çıkardı.

Dolayısıyla o heyecanlı kalabalığı önleyecek, hizaya sokacak hiçbir güç yoktu.

Geriye ne kaldı?

Ayasofya içine herkesin girmesine müsaade edilmesi mi?

Protokol uygulanmaması mı?

Cumhurbaşkanımızın nerede yer bulduysa orada namaz kılmasını mı isterdiniz?

Bizim gibi Sultanahmet Köftecisi’nin, Türk Edebiyatı Vakfı’nın oralarda bir yerde güneşin altında mı kalmalıydı?

Koruma olmamalı mıydı?

Vallahi çok şakasever gördüm sizi!

Bir hususu daha belirteyim: Dışarıda kalanların hepsi, cami içinde yer bulmayı, orada namaz kılmayı arzu ederdi şüphesiz.

Ne var ki, kimse şikâyetçi değildi.

Hemen yanımda, elinde davetiye kartı olan biri vardı. Çok uzun mesâfeden yürüyerek gelmiş ve “Hiç dert değil” diyordu.

“Önemli olan, bugün burada bulunmak” dedi. “Deryâda bir damla olmak, kalabalık içinde bir nefer gibi yer almak” dedi.

Bir seccâdelik yer yetiyordu her birimize.

“Nefer” deyince, “Minâreler süngü, kubbeler miğfer” mısraını hatırladım.

Öbür yanımda ise aziz kardeşim Umut Sezer vardı.

O da neyi hatırlattı, hemen söyleyivereyim: “Sen bu adamı şiir okudu diye hapse tıkarsan, o da gelir Ayasofya’yı açar işte böyle!”

Helâldir!