Şecaatten öte, ne idi sevgi?

Susturmak istedi, Mecnun geldi. Susturmak istedi, Ferhat geldi. Susturmak istedi, Tahir geldi. Susturmak istedi, nice âşık hücum etti gönlüne. Susturmak istedi, sevdiğinin hayâli geldi. Anladı ki, süzülen o cümle kalbindendir. Anladı ki, misafir nerede ise, ikram oradadır. Anladı ki, ikram neredeyse, ev orasıdır. Anladı ki, ev sahibi sevgilidir...

DÜNÜ düşünmediği gibi, geleceğini de dünyaya pek yaraşır biçimde düşünmüyordu. Bu, onu içinde bulunduğu hayatın en orta meydanında garip bir yalnızlığın ortasında mutlu kılıyordu. Çoğu kez -öyle olmadığı hâlde- hayatın ciddiyeti konusunda sorgulanır/sorgulanmış olsa da devrin kurbanı değil, kendi çarkının insanı olmaya namzet olduğu da aslında aşikârdı.

Kendi enerjisini kendi üretirdi. Kendi ekmeğini ve yemeğini kendi yapar, kendi yağında kavrulurdu. Çok şey bilmese de bilirdi, varlığı kendinden olmayan her yaşantı, ya ezberlenmiş ya da öykünülmüş idi.

Kim varsa, otursa yolculukta yanına, hiçbir vakit sohbet için küsmeyenlerden idi. Bir yolculuğa başlamadan türküsünü, bir türkü duymadan hikâyesini duyanlardandı. Kendi hikâyesine ehemmiyet etmese de sevdiklerini dosdoğru sevenlerdendi. Korkusuna kapıldığı olsa da cesareti onu yarı yolda bırakmaz idi.

Daha ziyade, Şark insanının başta kendine karşı gizleyemediği, dışarıdan bakıldığında çağlamadığı gözlenen zamanlarda bile güçlü bir dip akıntısı gibi gelip kendi ömrünün orta yerine neredeyse her gün kocaman bir gecekondu yerleştiren bir insan coşkunluğu vardır. Gecekondu mu? Evet. Çünkü çoğunlukla bu coşkunluk -öyle olduğu hâlde- meşrû görünmeyen bir alanı aşarak dikenli tellerin ardına geçerken kendi ellerini kan içinde yakalar. Yakalanmakla da bitmeyen ve tekrarlı yakalanmalarla devam eden bir süreci takip eder durur bu kabına sığmazlık. Tâ ki, kendi hikâyesinin kahramanı olduğunu anlayana dek devam eder. Şeklini bulduğunda, yakılan ateş sönümlendiğinde durumu idrak etmeye başlar. Başka yaraları sarmaya aşina olmaktan, kendi yaralarını ancak soğuyunca sarmaya başlar.

Yine uzun zamanlar, çok farklı durum ve olaylarda çoğu kez sakinliği teyit edilmiş insanların bir gün ansızın kapılarının çalınmasıyla veya kendi kapılarını çalmalarıyla kalbi duran bu sessizlik -belki doğrusu harekete geçen bu kalp-, yerini başka bir seyre bıraktığında anlaşılır olur durum. Durum ki, bu, kimine göre vahamet, kimine göre cesaret, kimine göre delilik. Kimine göre de pusulası arıza yapmış bir yolcuyu tasvir eder.

“Çok geceler bekledim, ‘belki’ gelirsin diye” şarkısı, geceyi kendine getirmekte iken çoktan başlamıştır aslında hikâye. Belki... Evet, ihtimâl… Evet, muhtemel... İstemeden hangi şarkının sözüne takılırsa kulağı, dilek feneri ağaca takılmışçasına üzülürdü. Bu gece üzüntü yoktu. Bu gece bir sefer vardı. Vardı yüreğinde olmadığı kadar cesaret. Şecaatten öte, ne idi sevgi?

Bu ikisinin yoldaşlığında zihin fikre ve kelâma küsecek kadar dolu bir his ile attığı okla -gece yarısı yola çıkıp sabah varılacak yolu bir nefeste yarılamışçasına- geceye ve yola hükmediyordu. Ne var ki, yolculuk henüz başlamamıştı. Ne var ki, adı konulmamış her yolculuk gibi, bu yolculuk da muhtemeller üzerine kurulu bir zeminden beslenmekte idi. Bütün yolculuklar muhtemel değil midir ki? Kesin olan var ise, sadece yolculuklar sonrası hedefe varıp geri döndüğünde cebinde kalan, bakiyedir. İkinci kez gitmeye ümidin var’mola? Yoksa çantanı, tekrar gelmemek üzere, içindekilerle beraber bir köşede unutmaya veya kaybetmeye yer mi arıyorsun? Hangisi?

Neler diyorum ki ben böyle! Bir dönem gelmiş ki, “hayret ile hayranlık”, yerini, yersiz bir “sürpriz”e bıraktığından beri hakikat de, yerini eskiyen duygulara bırakır olmuş. Ve bir dönem gelmiş ki, kimi duyguların bile eskiyebildiği, hissiyatın ve hassasiyetin bize rehber olduğu yenicek anlaşılmış. Gel ki, bunların henüz hiçbiri yok idi. Gel ki, bunların biri olsa... Olsa bunlardan biri, yola çıkmaya ne hacet? Yol, insan için bir ihtiyaç mı ki? Yoksa hayatı ayakta tutmanın diğer bir adı mı? Bizi kamete çağıran bir münadi mi? Ya da hayatın içine düşen yola mı sarılır ki?

Kısa bir tren ve sonrasında otobüs yolculuğu ile devam edecek hikâyenin ayakları henüz yere basmıyordu. Ayak mı? Niye yere basmaz ki? Ya sevinçten, ya rüzgâra karşı yelken açmaktan… Ya da dikenlerin çokluğundan… Bu son duruma henüz vakit vardı ama onunki hangisi, kendisi de bilmiyordu. O, bunu bilecek yaşta da değildi, düşünecek yaşta da. Aslında yaşı bir hayli olmasa da “Az” denecek bir sayıda da değildi. Akıl yaşta değil, başta idi, doğru ya! Lâkin onun aklı da başında yok idi. Bu da doğru!

Saatler gece yarısına yaklaşırken, otobüse yetişme vakti de epey daralmıştı. Hâl bu iken, trene bile henüz binilememişti. Tren, burada hiç olmadığı kadar dakik olsa da yine de gecikmişti. Neyse ki binilmişti. Binilmişti de, içi bu kadar içli bir hikâyeye trenin de bir parantez katkısı olmalıydı. Anîden duruverdi; ne olduğu belirsiz, yığılıverdi rayların üzerine. Çok sürmese de bu durum, gitmişti otobüs çoktan. Kan, yürekte topak topak olmuştu çoktan.

Parantezler yüreğinde açılıyordu bu kez, ama kapanmıyordu. Yara henüz sıcaktı, çünkü hissetmiyordu. Hissedecek çok şeyi olana bir yara ne yapar ki? Bu yara öyle de değildi, tam da hissedilecek yaraydı! Henüz sıcaktı. Demini kendinden, demirini limandan almış idi. Varsa, dumanı olsa üstünde tütecekti. Ancak dumanı bile yârin yolunu çoktan tutmuştu da kendi yolda kalmıştı. “Yârin yolu mu?” diye düşündü ve silkindi. Ondan ne alıkoyar ki insanı?

“İnsanı ne alıkoymaz ki?” cümlesi geldi diline. Sonra unutmak istedi. Susturmak istedi kalbinden mi, fikrinden mi süzülüp gelmiş bu cümleyi. Susturmak istedi, Mecnun geldi. Susturmak istedi, Ferhat geldi. Susturmak istedi, Tahir geldi. Susturmak istedi, nice âşık hücum etti gönlüne. Susturmak istedi, sevdiğinin hayâli geldi. Anladı ki, süzülen o cümle kalbindendir. Anladı ki, misafir nerede ise, ikram oradadır. Anladı ki, ikram neredeyse, ev orasıdır. Anladı ki, ev sahibi sevgilidir. Anladı ki, gerçek ikram sevgidir. Anladı ki, gerçek sevgi neredeyse, düşman oradadır. Anladı ki, düşmana şecaat kılıcını çeken yine sevgidir. Şecaat kılıcına su veren de...