SON günlerde
Fransa’nın önemli basın kuruluşlarından Le Monde ve Le Figaro gazeteleri, Türkiye
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Doğu Akdeniz’de yaptığı hamlelerle âdeta Sevr
Antlaşması’ndan intikam aldığını yazdılar. Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmelere
bakıldığında, Türkiye’nin yüz yıl öncekine benzer bir Sevr dayatmasına karşı
yine tek başına kararlı bir şekilde mücadele ettiği görülmektedir.
Tıpkı
Sevr sürecinde olduğu gibi, bugünün aktörleri de Türkiye’den Doğu Akdeniz ve
Ege’de Yunanistan’ın ve Avrupa Birliği’nin taleplerini kayıtsız şartsız yerine
getirmesini ve bu duruma rızâ göstermesini talep etmektedirler.
Ankara’nın
buna tepki vermesi durumunda ise Türkiye’ye yaptırım uygulanacağı yönünde
tehdit konuşmaları, her gün Avrupa semâlarında yankılanmaktadır.
Türkiye’nin
Doğu Akdeniz’de Batılı ülkeler tarafından desteklenen Yunanistan, Mısır, İsrail
ve Güney Kıbrıs’a karşı yalnız olduğu doğrudur. İçimizdeki bazı nâdanların ise
istihza yoluyla “kıymetli yalnızlık” yakıştırması yapması, başlıktaki ifadeyi, “Şecaat
arz ederken merd-i Kıptî sirkatın söyler” deyimini haklı çıkarıyor.
Fakat
bu durum, Türkiye’nin alışık olduğu Sevr yalnızlığıdır. Türkiye’nin Doğu
Akdeniz’deki krizi aşmak için en başından itibaren yapmış olduğu müzakere
çağrısının ve diplomatik hamlelerin Avrupa’da karşılık bulmaması, Doğu
Akdeniz’e ilişkin anlaşmalarda ve projelerde Türkiye’nin bilinçli bir şekilde
dışlanması ve Doğu Akdeniz’in en uzun kıyı şeridine sahip olmasına ve de
Kıbrıs’ın eşit siyâsî ortağı olan Kıbrıs Türklerine rağmen hiçbir söz hakkı
tanınmaması, tahakküm dozu yüksek tipik bir Sevr tavrıdır.
Bugün
Orta Doğu’da yani Irak, Suriye ve Doğu Akdeniz ve Mağrip ülkelerinde Türkiye’ye
karşı hasmane davrananların Sevr’le bağlantısı vardır ve “Şark Meselesi”
projesinin şeytanî aktörlerinin niyetlerinin ifşasıdır bu.
Libya meselesi, Sevr’i bize dayatanların bugüne
izdüşümüdür.
Avrupa
Birliği, Fransa ve Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin siyâsî ve ekonomik
haklarını kendi aralarında çizdikleri haritalar yoluyla gasp etme gayretlerinin
Türkiye ile Libya arasında yapılan anlaşmayla boşa çıkması, “çağdaş Sevr
Antlaşması”na indirilmiş beklenmedik bir darbedir. Bu darbenin yarattığı
hazımsızlığın, tıpkı yüz yıl öncesine benzer bir biçimde Avrupa basınında
Türkiye aleyhtarlığının yükselmesine ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef
alan kirli diplomatik pazarlıklara kapı araladığı gözlemlenmektedir.
Türkiye
ile Libya arasındaki meşru anlaşmaları bir türlü sindiremeyen Fransa ve
Yunanistan’ın başını çektiği devletlerin, bugünkü hâliyle Körfez bloka yani
BAE, Mısır ve Suud da dâhil Libya’yı doğu ve batı olmak üzere ikiye bölme
konusunda gayrimeşru ve hukuk dışı projeler üretmek için yoğun bir mesai
harcamaları da Sevr rûhunu yansıtan bir başka örnektir.
Türkiye’nin
kendi egemenlik haklarını korumasını veya bu haklarını kullanmasını kendilerine
büyük bir tehdit olarak gören Fransa ve Yunanistan’ın Erdoğan nezdinde
Türkiye’yi eski imparatorluğu canlandırma peşinde koşan “yayılmacı, saldırgan
ve emperyal güç” olmakla itham etmeleri, ne dürüst, ne de gerçekçi bir
yaklaşımdır. Tüm bunlar, kendi kirli siyasetlerini örtbas etmek amacıyla
ürettikleri kara propaganda ve Türkiye’yi kendilerine uygun bir biçimde
etiketleme çabasıdır.
Yüz
yıl önce Türkiye’yi denizlerden mahrum etmeye çalışan zihniyetin şimdilerde onu
körfezlere mahkûm etmeye uğraştığı da gözlerden kaçmamaktır. Şurası çok açıktır
ki, Türkiye, Doğu Akdeniz’de yeni tip bir Sevr senaryosuna kanmayacak derecede
güçlü bir tecrübeye sahiptir. Batı’nın ikiyüzlülüğünü, birkaç tane yüzü
olduğunu yeni görmüyoruz. Daha dün sayılacak sıcaklıkta, Lübnan’ın Beyrut
Limanı’ndaki (Japonya’yı hüzne gark eden atom bombası misâli) patlamadan sonra
ikiyüzlü Batı’nın şımarık çocuğu Macron’un taziyedeki (!) o yüzü her şeyi ifade
ediyor. Anadolu tâbiriyle “Al birini, vur ötekine“ misâli...
Bu
can alıcı konularda Fransa’nın rolü nedir?
Son
dönemde hepimizin şâhit olduğu durumun kısa bir hülâsasını arz edelim…
Alman Şansölyesi Merkel ile AB Dış İlişkiler ve
Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Borrell’in Ankara ve Atina arasındaki
gerilimi düşürme ve Türkiye-AB ilişkilerini normalleştirme çabasında
olduklarını biliyoruz. Hattâ Merkel’in ricası ile ikili görüşmelerin önünü
açmak için Oruç Reis gemisinin sondaj çalışmaları bir süre ertelenmişti.
Atina bu son hamle ile Merkel’i de, Borrell’i de boşa düşürdü.
Yunan Başbakanı Miçotakis bir yandan müzakerelere açık olduğunu söyleyerek,
diğer yandan Kahire ile anlaşma imzalayarak elindeki kozları arttırdığını
düşünüyor. Gerginliği yükseltirken de AB’nin ve özellikle Fransa Cumhurbaşkanı
Macron’un Yunan girişimlerini destekleyeceğine güveniyor.
Macron ise birçok alanda Türkiye
ile açık bir rekabet hâlinde. Bir
yandan Libya’da darbeci Hafter’i destekleyerek Rusya’ya alan açıyor, diğer
yandan Atina’yı Ankara karşısında tehlikeli bir yola girmekte
cesaretlendiriyor. Ve Beyrut ziyaretinde gösterdiğiyle, Türkiye’nin,
etrafındaki ülkelerde etkin olmasını engellemeye çalışıyor.
Ülkesinin Lübnan’ın içişlerine karışmadığını söyleyen Macron, cümlelerine
şöyle devam ediyor: “Çok taraflılığa ve
Lübnan halkının çıkarlarına inanan Fransa rolünü oynamazsa, Lübnan’ın içişlerine karışan
İranlılar, Türkler, Suudlular (Suudları
söylemesi tam bir Fransız hinliğidir ve güya dinî bir motif kullanmaya
çalışıyor) ve bölgedeki diğer güçler olacak. Bu ülkelerden bazıları bunu Lübnan halkının
aleyhine kendi jeopolitik ve ekonomik çıkarları için yapacak.”
Bu konuda uzmanların ortak görüşü şu: “Birinci Dünya Savaşı’ndan
günümüze, Fransa’nın Orta Doğu ve Lübnan’daki yıkıcı etkileri ortadayken,
Macron’un bu pişkin yorumu yapması, şov yapma merakı ile açıklanabilir. Ancak
asıl sorun, Macron’un Türkiye’ye yönelik hasmane politikasının Merkel’i de zora
sokması ve Almanya’nın AB dönem başkanlığı sırasında Türkiye-AB ilişkilerini
toparlama fırsatını heba etmesidir.
Merkel ile Macron’un Başkan Erdoğan’a karşı iyi-kötü polis
oynadığını düşünmek istemiyoruz…”
En azından Bayan Merkel, bunun tutmayacağını
bilecek kadar Erdoğan’ı tanır. Zaten
Devlet Başkanımız Erdoğan’ın, “Siz
Yunanistan’a, diğerlerine güveniyorsanız, biz 3-4 haftalığına ara veririz. Ama
ben bunlara güvenmiyorum, siz de bunu göreceksiniz” cümlesini hatırlatarak
Yunan’a güvenilmeyeceğini ifade etmişlerdir.
Sarahatle belirtmeliyim; yaşadığımız zaman diliminde Devlet
aklının basireti bize şunu gösteriyor: Libya ile yapılan anlaşma çerçevesinde
donanmasını Doğu Akdeniz’de tutan Türkiye, AB’nin yaptırım tehditleri
karşısında geri adım atmaz! Deniz yetki alanları paylaşımında Antalya Körfezi’ne
sıkıştırılmayı hiçbir şekilde kabul etmez! Ege, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz problemlerin
birleşmesiyle Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerilim istenmeyen
yere sürüklenebilir…
Doğu Akdeniz’deki yüksek gerilim ABD veya Rusya için ciddî sorun
oluşturmayabilir, lâkin iki emperyalist ülke de başkalarını taşeron olarak
kullanıp değişik bir veçhede oyuna hile ile dâhil oluyor. ABD’nin yıllarca
yaptığı, İsrail, Mısır ve BAE gerisinde kalarak uzaktan idare edip, tavşana
“Kaç”, tazıya “Tut” misâli bir yönlendirmedir.
Rusya ise Ermenistan vâsıtasıyla oyuna dolaylı müdahalede
bulunuyor. Ancak Avrupa için büyük güvenlik sıkıntıları üretebilir. Napolyon’un
vârisi Macron ve Miçotakis ikilisinin ayak oyunları, AB’nin ve Almanya’nın uzun
vadeli stratejik çıkarlarını gölgelememeli. Avrupa’da liderliğe oynayan (!) Fransa,
bu oyunla Almanya’yı devre dışı bırakmak isteyebilir. Zira Yunanistan,
Almanya’nın taşeronu mesabesinde hareket ediyor. Merkel ivedilikle gidişata
müdahil olmalıdır. Mısır ve Yunanistan’ın korsan mâhiyette yaptıkları anlaşma
üzerine, son olarak milletlerarası anlamda çıkarlarını korumaya devam eden
Türkiye, Akdeniz’de Oruç Reis gemisi için 23 Ağustos’a kadar navteks ilân
etti.
Bu
ilân sonrasında Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisi, görev yapacağı bölgeye
ulaştı. Tabiîdir ki, Türkiye’nin ilânının ardından Yunanistan panikledi.
Almanya Devleti’nin Yunanistan’a, “Türkiye ile diyaloğa geçin” demesinin başka
izahı yoktur.
Yunanistan’ın
geçmişi ve yakın tarihi çok kirlidir ve hep taşeron olarak hareket etmiştir. İşte
“Sevr” denilen o zillet antlaşmada da Yunanların yaptıkları herzeler kayıtlıdır.
Nitekim Türklere zorla kabul ettirilen Sevr Antlaşması, Avrupalı emperyalist
devletlerin Türkiye’ye karşı besledikleri tarihî arzu ve öfkenin ete kemiğe
bürünmüş hâlini resmeden en somut belgeydi.
Avrupa
başkentlerinde Türkiye’nin paylaşımına ilişkin tüm detaylar en ince
ayrıntılarıyla masaya yatırılırken, Türklerden beklenen, kendilerine sunulan
antlaşmaları sorgusuz sualsiz ve müzakere etmeden imzalamaları ve böylelikle
kendilerine biçilen kadere râzı olmalarıydı. Yunanistan, Anadolu’da
İngiltere’nin vekili gibi hareket ediyordu. Fransa da Atina’ya açık bir destek
veriyordu.
Askerî
ve diplomatik açıdan Fransa ve İngiltere’nin desteğini arkasına alan Venizelos
liderliğindeki Yunanistan, Trakya, İzmir, Aydın ve Ege adalarının tamamı ile
Bursa’nın bir kısmını talep ediyordu.
Venizelos,
şartların umduğu gibi gitmesi durumunda Kıbrıs’ı da listeye dâhil etmeyi plânlıyordu.
Bu isteklerin yanı sıra Venizelos, İstanbul ve Boğazların Türk denetiminden
çıkartılmasına, buraların uluslararası bir idareye teslim edilmesine ve
Türkiye’nin doğu vilâyetlerini içerisine alan bir Ermenistan’ın kurulmasına
açık bir destek veriyordu.
Yunan
devlet adamları, söz konusu toprak taleplerinin karşılanması durumunda
Yunanistan’ın Ege ve Doğu Akdeniz’de hâkim bir güç hâline geleceğini hesap
ediyorlardı ve bu emellerine ulaşmak amacıyla 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i
işgal ederek ilk adımlarını attılar. Akıbetlerinin denizin dibini boylamak
olduğu, cümlenin malûmudur. Bu husus, ayrı bir yazı konusudur.
Hâddini
bilmezin hâl-i pürmelâli
Doğu
Akdeniz’de, özelde Libya’da, genelde Mağrip ülkelerinde ve Afrika’da
Türkiye’nin karşısına çıkan BAE, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Batı âleminde
AB ve vekil ülke Yunanistan’ın (liste uzayabilir) arkasındaki güçlülerin (!) itirazlarının
bir izahını yapmak mümkündür. Peki, Ermenistan denilen nevzuhur devletin Sevr Anlaşması’nı
gündeme getirmesinin zamanlamasını ve kullanılan dili, sadece Türkiye
düşmanlığı ile izah etmek yeterli olacak mıdır? Osmanlı Cihan Devleti’nin sâdık
tebaası Ermeniler, kendilerine bağımsız bir devlet vaat eden Rusya’ya bir peyk
olarak hediye edildiler. Bugün Ermenistan, Rusya’nın (affedersiniz) dümen
suyunda ve Fransa’nın taşeronluğuna soyunmuştur. Haksız ve Rusların himâyesinde
Azerbaycan toprağı Karabağ’ı işgal eden şımarık Ermenistan’ın kuyruk acısı, en
son Türkiye ile Azerbaycan’ın ortak askerî tatbikatla verdikleri dersin acısı olabilir
mi? Tersinden söylersek, dost görünümlü Moskof’un Libya ve Doğu Akdeniz’deki
haklarını (!) dillendirmek olmasın? Tıpkı Türkiye, Akdeniz’de askerî tatbikat
yapınca BAE’nin arsız bakanlarından bazılarının Türkiye’ye edepsiz/hâdsiz
lâflar ederek hâdlerini aşmaları gibi… Olur ya, Orta Doğu’da bizim tokadımız
PKK/YPG’nin veya FETÖ’nün kafasına inince ABD’nin Beyaz Saray’ında, Paris’teki
Elize Sarayı’nda, Londra’daki Buckhingham, Moskova’daki Kremlin Sarayı’nda, hattâ
Tahran’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda ses oluyorsa, demek Türkiye, doğru
yoldadır ve Hakk ile beraber hak üzeredir.
Kısacası,
Millî Mücadele’nin kazanılmasıyla Sevr yırtılıp atılmış, resmî olarak “Şark
Meselesi” ortadan kalkmıştır. Ama bu projenin günümüze uyarlanmış örneklerinden
asla vazgeçilmemiştir. Bugün Türkiye’nin dış kaynaklı sorunların üzerine
cesurca gitmesi, aslında tarihten gelen ve Batı’nın ajandasından hiç silinmeyen
bu ana projeye karşı bir taarruz olarak tanımlanabilir.
Özünde
Fransız yayın organı, genel itibarı ile Batı’nın fikir özeti olan Le Monde’nin “Yüzyıl sonra Erdoğan’ın Sevr
Antlaşması’ndan intikamı!” değerlendirmesinin alt metni de Türkiye’nin
tarihî mîrasına sahip çıkarak ve Batı’nın hamlelerini önceden görerek yaptığı
politik ataklar karşısındaki karanlık plânı itirafı, ayrıca çâresizliği
yansıtmaktadır.
Milletimizin
irfanında hayat bulan ve kaynağı İlâhî olan sözlerden serlevha kıymetteki “Sü uyur düşman uyumaz”, bugün yine
geçerlidir.
Son
sözümüz olarak, şair ve hekim Abdülhak Molla’nın
bundan 150 yıl önce âdeta bugüne seslenen beytine kulak verelim: “Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh/ Hazır ol cenge, eğer
ister isen sulh-ü salâh.” (Bütün devletlerin kurtuluş başarısı bu
ibretlik sözde bulur: Şayet barış istiyorsan, savaşa hazır ol.)
Vesselâm…