Sebep

Tercih makamındayız; nefrete, intikama, kırmaya, dökmeye, yakıp yıkmaya, kasıp kavurmaya sebep çok. Adalet terazisinin ikinci kefesinde cennet ağırlığınca aşka, sevgiye, iyiliğe, güzelliğe de sebep çok. Güzel çirkin, iyi kötü ne varsa, aslında sadece aramaya sebep. Aramaksa bulmaya…

KİRPİK ok olur, cana batar. Kirpik kaşa değer, âşığı diyardan diyara sürgüne yollar. Aşka sebep mi yok? “Levlake levlake le ma halaktül’l-eflak” kutsî hadîsi, kıyıda köşede kalacak bir söz değil, hayatın telaşlarına bir küçük mola verilip üzerinde düşünülünce aslında muazzam bir sırrın ifşası ve İlâhî beyanı olduğu anlaşılır.

Ben, insan olarak makro âlemlerle mikro âlemleri anlama gücü ve yetkisiyle donatıldığım için, “Sen olmasaydın Ey Muhammed, Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” kutsî hadîsi gönlüme ziyafet ve aklıma ziynet oldu. Sanki bütün yıldızların karadı hesaplanarak değer biçilmiş, elmastan bir taç bu kutsî hadîs. Neden mi dersiniz?

Zamansızlıkta, mekânsızlıkta, İlâhî Akılda belirmiş bir sevgili, bir mahbub, “El-Vedüd” İsm-i Celilinin yansıması olan “Muhammed” ve hem de “Mustafa”… “Yarattığım ne varsa sebebi Sensin” kıvamında bir sebep olarak elmas tacını ezelde giymiş, Muhammed (aleyhisselâm). “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” İlâhî kelâmının kastettiği sonuca bakar mısınız? Eşsiz evrenin içinde aşkla dönen felekler... Vallahi büyük cümlelerin kurulmasında yüce duyguların etkisi var. Halık, Rahmân, Musavvir, hem de Vedüd olan Allah söylemiş bu büyük cümleyi. Nasıl olur da Rasûlünün yolunun tozu olunmaz?

“Ve şimdi yazdımsa sebebi Sensin” diyen şair de yazdıranı onurlandırmış. Böyle bir kapı aralığından şairin ruhu görünür elbet. “Sebep bazı Leyla, bazı Şirin’di/ Hatrım için yüce dağlar delindi/ Bilek gücüm Ferhat ile bilindi/ Kuvvet benim, kudret benim, fer benim” diyen Cemal Safi’nin dizelerinde aşkın kişileştiğini hayranlıkla görüyorum. Sebep Leyla, sonuç Kays’ın Mecnun olarak anılması… Sebep Şirin, sonuç Ferhat’ın dağları delmesi… “Aşk için ölmeli; aşk, o zaman aşk” şarkısı da geçti şu an aklımdan. İlginç ama şehitleri düşündürdü.

“En Sevgili! Ey Sevgili! Uzatma dünya sürgünümü benim” diye yakaran Sezai Karakoç, aradığı vuslata ermişken böyle bir eserle iz bırakıp gitti En Sevgiliye. En Sevgiliye can sunanlar da hakikî âşıklar işte. Biz onlara “şehit” diyoruz. Hakk’ın güzelliğine şahit oldukları için…

Söze şiirle başlamışken, Dîvan şiirine çevirdim şimdi yönümü. “Şimdilik hüsnü sana, aşkı bana vermişler/ Ariyettir bu da cana, ne senindir, ne benim” beytinin güzelliğine vuruldum. Fuzuli’yi gönülde ve dilde eskitmeyen bir beyit bu. “Güzellik şimdilik sana emanet, sana duyduğum aşk da bana emanet. Ama hakikatte ikisinin de sahibi Allah. Güzelliğinin sebebini kendinden bilip şımarma!” diyor Fuzuli.

Ayrılık hicrana sebep, hicran gözyaşına. Azar kırgınlığa sebep, aldatma kine. Zenginlik şükre sebep, kibir cimriliğe. Tembellik fakirliğe, zulüm isyana sebep. Hız sebep, kaza sonuç. Sevgi sebep, fedakârlık sonuç. Haram yemek ve harama bakmak sebep, Cehennem nihaî sonuç. Gençken yaşlılara hürmet göstermek sebep, yaşlanınca gençlerden hürmet görmek sonuç. Susamış bir köpeğe su vermek sebep, Cennet nihaî sonuç. Evlât olmak sebep, şefkat görmek sonuç. Kul olmak sebep, rükû ve secde sonuç. İlk gülümseme, ilk selâm sebep, dostluk sonuç. Dua sebep, isteğe kavuşmak sonuç. Sabır sebep, selâmet sonuç. İsraf sebep, yokluk sonuç. Haksızlık sebep, öfke sonuç. İçki sebep, sarhoşluk sonuç; sarhoşluk sebep, kaza ve ölüm sonuç…

Bir tohum dikince bir fidan büyüyor, sonra ağaca dönüşüp meyveye duruyor. Yani bir şey oluyorsa, mutlaka ama mutlaka bir sebeple oluyor. Ben Allah’a işte bu yüzden bütün kalbimle inanıyorum; her şeyin ilk sebebi olduğunu kavradığım için. Dünya kendi ekseni etrafında dönüyor, bir gece, bir de gündüz oluşuyor; yine aynı dünya eğiliyor ve sonuç, dört mevsim oluyor. Kukla tiyatrosundaki ışıklı ekran var ya, çocuk gibi sadece kuklaya odaklanıp eğlenmek yerine, çubukları ve seslendireni fark etmek yetişkinliğin gereğidir aslında.

Helak olan kavimlerin hikâyeleri hep birbirine benzer. Nimetler verilmiştir ama şükür yoktur; şımarıklık, zulüm, haksızlık, taşkınlık, velhasıl İlâhî gazap ve kahra sebep olacak ne varsa yapmışlardır ve sonunda helak olmuşlardır. Kumu çok, demiri az bir bina inşâ etmek sebep olur da, yıkıldığında enkaz altında can verenler sonuç olmaz mı? Evli barklı birine işveyle bakınca, sonra da ok yaydan çıkınca, iki yuva birden yıkılıp onca çocuk ortada kalınca ilk kıvılcımı çıkarmanın, ilk davetkâr bakışın hesabı olmaz mı? Kelebeğin kanat çırpması bile okyanuslarda dev dalgalara ve fırtınalara sebep olabiliyorsa, bir iğneli söz, bir alaycı ifade, bir ezici bakış, bir iftira nelere yol açmaz? Eşine bir tatlı söz, bir övgü, bir tebessüm, bir küçük buse, bütün insanlığın mutluluğuna konulan bir tuğla olmaz mı? Bir doğru söz, bir güven duygusu ile bir tuğla daha konulmaz mı?

“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” atasözü kaide olur ama iftira gibi bir istisnası da olur. Hem öyle olur ki, olmamış bir şeye “Oldu” derler, ateş olmayan yerden dumanı çıkartırlar.

Ona göre...

Aklım seyir hâlinde şu an, birçok manzara beliriyor gözümde. Meselâ balıkçılar, fırtına sebebiyle alabora olmamak için hava durumunu takip eder, tedbir alıp o gün balığa çıkmazlar. İnsan aklı sebep ve sonuç ilişkisini kavrayabildikten sonra kötü sonuçlar yaşamamak için tedbire yönelir ya da güzel sonuçlar için gayrete gelir. Aklın en doğal sonucu olan bu sırrı çözdükten sonra “Neden yaşıyorum?”, “Sonum ne olacak?” sorularının cevabını da sağlıklı olarak bulacaktır. An içinde milyonlarca bebek dünyaya geliyor ve bir o kadar insan ölüyorken, sebep “dünya keyfi” diyebilir miyim? Hayır, diyemem. Dünyanın var ediliş sebebi ve ona nasıl bir son tasarlandığını düşünmek zorundayım. İşte o zaman yaşama sebebimi anlarım.

Tıp ilmi mikrobu, virüsü keşfettikten sonra aşıya yönelmiş. Hastalığı teşhis etmek yetmez ki… Hasta olan insan sebebini ve hastalığın etki alanını, olası sonucunu bilmek ister. Oğlum küçücüktü, cadde üzerinde bebek arabasını hazırlamaya çalışırken bir de fark ettim ki yolun ortasına kadar yürümüş. Hızla bir arabanın yaklaştığını gördüm. Can havlinin ne demek olduğunu o an öğrendim. Oğlumu gördüğüm anda, arabanın çarpması durumunda yaşayacağım acı tabloyu hayâl ettim. Işık hızında bir müdahaleyle yola koşup onu kurtardım. Ki görmeseydim, arabanın gelişinden belliydi onu görmediği. Günlerce sarsıldığım “o an”, daha doğrusu o anın, yer ve gökte ne varsa her şeyin sahibi olan Allah bana bir şey öğretti: “Sebebi gördün, sonucu da hayâl edebiliyorsun; öyleyse sebeple sonucun arasına giriver de acı sonu engelle!”

Aynı mantık kalıbına şu cümleyi döküyorum şimdi: Kâinatın, dünyanın ve insanın yaratılış sebebini buldun, mutlak sonu gördün, o zaman ona göre yaşa!  

Şart edatının muhteşem güzelliğine kapıldınız mı hiç? “Eğer şu şöyle olursa sonrasında böyle olur” veya “Ne ekersen onu biçersin” ifadesindeki gibi şık bir edat kastettiğim… “Sabredersen selâmet bulursun”, “Kötü arkadaşla gezersen is kokusu siner, iyilerle dost olursan misk-i amber kokusundan payın olur” gibi şart cümleleri… Bunlar güzel olanlar tabiî; Allah kimseyi merhametsizce yapılmış bir tehdit sorusuna cevap vermek zorunda bırakmasın.

Sayısız atom, element veya bileşik görev yapıyor evrende, sayısız canlı türü var. Dağının ayrı görevi var, denizinin, toprağının, ayının ve güneşinin, daha nicesinin bir araya gelip devasa bir çarkın anlamlı dişlileri gibi harıl harıl çalışıyor olması “sebep mi, sonuç mu”, buna iyi karar vermeli insan. Eğer kalbini, beynini, damarlarını, midesini, ciğerlerini, böbreklerini, kaslarını, gözlerini, kulaklarını, ellerini, ayaklarını sonuç olarak görüyorsa insan, her şeyi yer, haram helâl aramaz, gözü her şeye bakar, ayağı her yere gider. Zevk odaklı ve nefsin köleliğiyle geçen bir hayat… Son buysa, sonuç bu olsun, eyvallah! Ama filmin fragmanındayız. Daha asıl film, kıyamet kopunca başlayacak. Bütün bu muhteşem şaheser hayat ve ekibi, sebep olarak geride kalmış olacak. Başka türlüsü imkânsız. Yani demem o ki, şu an sebep denizinde yüzüyoruz; hem de uzayın derinliklerinde. Güneşin karar kılacağı yerden göklerin yarılacağı âna kadar her şey sadece “sebep” adıyla anılacak. Sonra mahşer, sonra mizan ve hesap kitap işleri... Sonuç, işte o zaman sonuç olarak kıymetli olacak! Zevk ü sefa yahut cefa, o sonsuzluğun içinde en gerçek sonuç olarak karşımıza çıkacak. Öyleyse sebebin içinde yani dünyanın içinde değil aradığımız.     

Sebebe sarılır insan, çünkü durduk yere hiçbir şey olmaz. Sebepten kaçar insan, çünkü vicdanın çığlığı susmaz. Öyle çok sebebin sonucuyuz ve öyle çok sonucun sebebiyiz ki... İşte bu, herkesi teker teker olmazsa olmaz yapıyor!

Tercih makamındayız; nefrete, intikama, kırmaya, dökmeye, yakıp yıkmaya, kasıp kavurmaya sebep çok. Adalet terazisinin ikinci kefesinde cennet ağırlığınca aşka, sevgiye, iyiliğe, güzelliğe de sebep çok. Güzel çirkin, iyi kötü ne varsa, aslında sadece aramaya sebep. Aramaksa bulmaya…

Ya Rab! Hakikati buldumsa sebebi Sensin. Kalbim huzura erdiyse sebebi Sensin. Aşka gönül verdimse sebebi Sensin.