Saz benizli tebessümler

Hayatın tüm bu paradokslarının bir hikmeti olduğuna iman etmenin zarureti ve de aklın seyretmediği bir dünyanın, hissin refüze edilmediği bir dünya ile mânâ kazanacağının şuuruyla düşündü: Karanlık olmasaydı gündüzün ne değeri olabilirdi ki?

ZAMANIN demini engâh engâh aldığı, mevsimin kışa dönmeye yüz tutmuş olduğu iyiden iyiye fark ediliyordu. Meraklı bulutlar birbirleriyle itişe kakışa seyir yerlerini almıştı. Mevsim, keskin soğuk kokusunu uğultuyla üflüyordu beton şehrin üstüne.

Dün de böyle uyanmıştı, bugün de. Galiba uzun zamandır böyle uyanıyordu. Nefesinin üzerinde yine bir ağırlık vardı. Sanki toprak yüklü bir kuyuda yaprak dökmüş hüzün çiçeği gibiydi. Her gönderdiği nefes, heyulası olmuş, durduğu yerde yavaş yavaş çekiliyordu içine. Yaşamanın ona hissettirdiği bir görevi yerine getiriyormuş hissi ile boş bir çuvalı sürükler gibi oradan oraya sürüklüyordu bedenini.

Dağılmış rubik küp misâli her şey allak bullaktı içinde, ne kadar direnmeye çalışsa da yıkılması için koca koca taşlar yükseliyordu etrafında. Devam etmek için kırılan yerlerinin üstünü perdeliyor, içinde çıkan yangınlara yağmur sularını indiriyordu. Her şey yolundaymış gibi saz benizli yüzüne tebessümler yerleştirip işine gücüne devam ediyordu. Soran olursa “İyiyim” deyip geçiyordu. Aslına bakarsanız -ki o aslına bakıyor ve- biliyordu hassaten merak edenin olmadığını. Yine biliyordu anlatsa dahi anlaşılamayacağını. Çünkü anlamak istemeyenlerin hisleri, Fizan’a sürgün edilmiş bir tutsaktı. Bu sebepten kimseye belli etmezdi satır satır yankılanan içini.

Üşüyen bu mevsim kollarını dolamıştı boynuna bir kere. Gri, soğuk, solgun bir ayna gibi resmediyordu her karesini kederin. Hayata şerh düşmüş yüzündeki çizgiler, yaşanmışlığın gözle görülür ispatı gibi saklandığı kuytulardan nakşediliyordu onu terk etmeyen hatıralar gibi.

Buz gibi gerçekliği çaresizce yaşayıp arkalarından uzun uzun bakarak ağıtlar da yakmıştı her kaybettiği cana. Ağlamıştı elbet. Ki ağlamaz mıydı insan? Hayat, dönen dünyaya tanıklık eden; şehirlerin, yolların, değişen iklimin, yeniden yeşillenen ağaçların, yağan yağmurların ve yıkayıp beslediği tüm kâinat değil miydi? İnsanlar mevsimler gibi, mevsimler de insanlar gibi gelip geçiyordu işte. Isıtmasa da, her gün doğan güneş, kaybolan umutları da var ediyordu işte. Yüzünü döndüğü deniz, tül perdeyi dalgalandıran rüzgâr, âşık olduğu şehir ve muhabbet eylediği, alnını koyduğu secde ne büyük huzurmuş deyip hayata yeniden ümitvar gözlerle bakmasını sağlamış, ağzında acısı ve tatlısıyla bir mayhoşluk kalmıştı. Bazen de “Nasıl geçti?” düşüncesiyle hepsini garip bir paradoks misâli yaşamış, yarım bıraktığı düşleri yeniden büyütmiştü içinde işte. Alışmak diye bir şey vardı, değil mi? “Alışınca aşılır göz göze gelmeye korkulan yenilgiler” diyordu.

Hayatın tüm bu paradokslarının bir hikmeti olduğuna iman etmenin zarureti ve de aklın seyretmediği bir dünyanın, hissin refüze edilmediği bir dünya ile mânâ kazanacağının şuuruyla düşündü: Karanlık olmasaydı gündüzün ne değeri olabilirdi ki?

Toprağa vurulan bir kazmanın, Âşık Veysel'in dediği gibi, sizi “gül ile karşılayacağını” kalbinin derinliklerine oya gibi işledi. Usta bir ressam gibi resmeyledi tevekkülünü.

Bataklıkta açan nilüfer çiçeğinin güzelliğine baktı, bataklığın çirkinliğine bakarak dingin bir ruh hâlinin tahribinden kendini uzak eyledi. Ölümün mukadder olduğunun bilinciyle azmanlaşmış bir kötülüğün şerrini de görüyordu ama bir hastanın iyileşebileceğini, mağlûp bir dâvânın bazen galibiyet sayılabileceğini de görüyor, hissediyor, aklediyordu. Kamçıyla deriye vurulan bir darbenin acısını fark ediyor ama meselâ bir ata vurulan kamçının o atı daha da hızlandıracağını biliyordu. Karamsarlığın his zafiyetinden umudun muazzam galibiyetini tatmaya varan bir şuura kendini teslim ediyordu.

Ve her defasında, her kederin eşiğinde, sonsuz şükür sebebi olan Yaradan’a ellerini açarak, “Umutlarımı yeniden büyütmeme sebep olan, aklımızı koruyan, ıstıraplarımızı hafifleten ve düşüncelerimizi anlamlı kılan, derinliğini tahmin edemeyeceğimiz uçurumlara düşmekten bizleri koruyan! Bize, bu koca hayatın içinde ‘hiçlik’ bataklığına düşmeden yaşatmak için esenlik, rahmet ve çokça sabır ve şükür ver Rabbim” diyerek yolculuğuna devam ediyordu.