
KAR, cam kenarında, sokak lambasının ışığından seyrediliyorsa tarifi imkânsız bir hissin ruha ikramıdır. Belki de bir parça aşın, başında çatının olmasından mülhem böylesi bir keyfin gönle yayılması... Çünkü kar, bembeyaz bir körlük, masum bir işgâldir bazılarına. Anı defterine beyaz sayfalar açanlarla, ellerini ve ayaklarını hissetmeyenlerin tariflerine göre değişkenlik barındırır tanımında. Hele ki sabahın ayazı ve gecenin kuytusunda hayalet gibi çıkar mahrum ve yokluğun mahkûm etiklerinin karşısına. Karın kucağında yaşayanların elleri ya da yüzleri bilir kör bir bıçaktan daha da keskin olduğunu. Böyle de olsa, her zorluk bağrında bir güzellik taşır, biliriz. Tıpkı zemherinin ortasında, karların üzerinde renklenen kardelenler gibi... Hiçbir emaresi yokken kırlar dolusu bir bahar hazırlanır aylar öncesinden. Bakmayın öyle narin görüntülerine! Onlar zorluğun içinde muştunun olduğunu, dağları dahi üşüten kışın ortasında baş vererek gösterirler. Tıpkı bir çocuğun gülüşündeki gerçeklik, kederindeki masumiyet gibi… Çocuk olmak da en az çiçek olmak kadar zor değil midir? İkisi de önce büyümek için direnir. Kardelenler kara, tipiye, ayaza; çocuksa griye bulanmış gökyüzü ve anlatılmamış masallarına olan özlemleriyle… Kimisi hayâllerini küçücük yüreklerinin kocaman köşelerine gömer, kimisiyse hayâllerini kurmadan bir çiçek gibi solar gider.
Milana da henüz hiç hayâl kurmamış, bir masalın beşiğinde “tıngır mıngır” sallanmadan başkaca gökyüzünün altına büyümek için direniyordu. Kışın zorlu günlerinde, sokağın rehin aldığı küçücük bir bedenin içinde, bütün gün bu ıstıraba bigâne katlananlardan sadece birisiydi. Her sabah sıcak olmasa da sokaktan daha az üşüdüğü yatağından çıkıp, heyula bir çuvalın çekme saplarına ilintilinmiş, küçük bir bölmenin içine sokularak kışın zor ve de acımasız muamelesine dayanmaya çalışıyordu. Annesinin buz gibi soğuk ellerini arada bir yüzünde, ayaklarında gezindiğini hissedince uykuya geçmek üzere olan gözleri aralanıyor, sonrasında yine arabanın sarsıntısıyla beraber yavaş yavaş içi geçiyordu.
Annesi, babası ve ağabeyi Hamza Hama’yı sıcak bir yaz gününde bırakmış, hayatta kalabilmek için yollara düşmüştü. Milana bu topraklarda dünyaya gözlerini açtı. Burada da savaşın mecaz tanımlarının içinde hayatta kalmanın yollarını aramaya başladılar. Babaları Faraj, üzerinden bir yıl bile geçmeden üç dört cümleye sığıştırdığı “Bir gün sizi mutlaka bulacağım…” notuyla başka umutların peşine düşmüştü. Saya, bu kısa notu okuduğunda briketten örülmüş derme çatma evin yarıklarından kuvvetli bir fırtınanın içeriyi tarumar ettiğini hissetti. Milana yerdeki şiltede huzurlu bir uykunun ortasındayken, Hamza, babasının son cümlelerini annesine yarım yamalak anlatmaya çalışıyordu.
Saya, günlerce oturduğu yerden kalkamadı. Milana ve Hamza’nın gözlerine bakmakta zorlanıyor, içini büken şeyin öfke mi, çaresizlik mi ya da terk edilmenin acısı mı, bunu henüz tanımlayamıyordu. Biri sekiz, diğeri üç yaşında olan iki çocukla meçhulün en can yakıcı tarafında duruyordu ve yarına dair hiçbir cümlesi yoktu. Hama’da bombaların başlarına yağdığı günleri hatırladı. Faraj’ın çocuklarını ve kendisini korumak için canını nasıl ortaya koyduğunu da...
Hayat, yaşananların kıyısında bekleyip seyretmeyi kabul etmiyordu maalesef. Sabit olan ne vardı ki bu hayatta? Zamanın avucunda her şey ufalanıyor, başka başka hâllerde seyrini sürdürüyordu. Saya da bu ani, bu sarsıcı değişikliğin ardından yeni rotasını çizip ve dümenin başına geçmesi gerektiğini kabul etti. Elinde olan az bir parayla Faraj’ın arkadaşından kâğıt toplamak için kendisine bir araba temin etmesini istedi. Birkaç gün sonra araba evin önündeydi. Bembeyaz bir çuval, ışıldayan kulplar ve sağlam görünüşlü lastikler… Tutma kulplarında ise ipin ucuna tutuşturulmuş beyaz ve kırmızı iki balon… Hamza ve Milana balonların ışıltılı görünüşlerini uzun uzun seyrettiler. Saya ise çuvalın anlamsız iriliğinden ürkmüş bir hâlde önce ellerine sonra da çocuklarına baktı.
Mevsimin zor günleriydi. Birkaç aylık biriken kirayı ev sahibi artık idare etmiyordu. En az yiyecek kadar ısınmak da hayatiydi. Yalnızlığının kabulü, güç alacağı en büyük gerçeğiydi. Geceyi uyumadan geçirdi ve sabah alacalanmasıyla beraber Milana’yı uyandırdı; ayaklarını, sırtını sıkı sıkı giyindirdi. Uykunun en derin yerindeydi ve huzursuzlanmaya başladı, tâ ki arabanın kollarına bağlı balonları görene kadar. Saya, sabah ayazının donduruculuğunu misliyle hissettiren soğuk demirleri avuçlarının içine aldı, Milana’ya buruk bir tebessüm ettikten sonra etraftaki çöp konteynerlerini aramaya koyuldu. Ne yapacağını tam bilemiyordu. Elleri ürkek, yüreği ürkek… Arkasına hiç dönüp bakmıyordu, sadece sokak lambalarının ışığının sızdığı yerlerde balonların yere düşen gölgelerini görerek ilerliyordu.
Elini uzatırken bir türlü titremesini engelleyemedi. Soramadı topladıklarının ne kadar para ettiğini. Kâğıt paraların içine koyulan birkaç tane demir parayı uzattı yüzüne hiç bakmadığı adam. Eve iki somun ekmek, süt ve yumurta alarak gitti. Hamza yatağından hiç çıkmamış, içerideki acı soğuğa karşı kendini kendi ısısıyla korumuştu. Annesini görünce gözlerinin içi güldü ama dudakları hiç kımıldamadı. Saya, sobanın içine biraz kâğıt, birkaç parça da odun koyup Milana’nın ellerini avuçlarının içinde bir müddet ovaladı, Hamza’nın ise başını göğsüne yaslayarak uzun uzun kokladı.
Günler arka arkaya akıp gidiyor, Saya çocuklarının karınlarını zar zor doyurup, akşamları yaktığı iki parça odunla birkaç saat bedenlerini ancak ısıtabiliyordu. Fakat sabahın kör ayazında saatlerce sokaklarda dolaşmak Milana’nın küçücük bedenine oldukça fazla gelmişti. Gecenin alaca karanlığına karışan cılız soluğuna son günlerde bir öksürük peyda olmuştu. Kesik kesik çıkan öksürüğü soğuğun o her şeyi yutan anaforuna karışıp saniyeler içinde kayboluyordu. Gün ışıyıp şehir yavaş yavaş uyandığında annesinin eline aldığı bir parça simit ve ayranı son günlerde artık bitiremiyordu. Balonların havadaki hareketleri de onu mutlu etmiyordu. Hâlbuki her gün onların coşkusuyla arabanın arka tarafındaki yerini alıyor, annesinin ilmeğini açıp eline verdiği iplerle yüzünü gökyüzüne çevirip, balonların boşlukta süzülüşlerini gülümseyen bir ifadeyle seyrediyordu.
Aradan üç hafta geçmişti ve Saya hiç çöpe çıkmamıştı. Arabanın kollarına düğümlenmiş balonlar sağa sola yaylana yaylana salındı durdu günlerce. Evin bacasından ince bir duman sızıyordu sadece. Birkaç kişi girip çıkıyordu eve ellerinde ufak tepsilerle… Aradan geçen günlerden sonra daha imsak vakti yeni çıkmıştı ki, evin demir kapısını açtı, üzeri karla kapanmış arabanın yanına geçti ve balonların düğümlerini çözerek gökyüzüne salıverdi. Saniyelerle beraber uzaklaşıyor, küçülerek boşlukta kayboluyorlardı. Ellerine eldivenlerini geçirmedi, soğuk demir kulpları kavradı, göğsünün tam ortasına akan derin bir sızının eşliğinde sokak lambasının altında ince bir çizgi gibi gözden uzaklaştı.
13 yıl sonra tüm dünya bir kurtuluşun muştusunu yayınladı günlerce. Vakit, kardelenlerin baş vermesine gebeydi... Bombalarla, kimyasal silahlarla katledilen çocukların yurdunda şimdi gökyüzü mavi mi olacaktı artık? Artık tüm balonların iplerini sıkıca tutacak mıydı anneler ellerinde? Beyaz toprağın bağrından sarı, mor ve mavi kardelenler mi baş verecekti umuda?!