Savaştan teröre tarihî eser itlâfı

Bizim “Coğrafî Keşifler” diye dilimize çevirdiğimiz Keşif Çağı’nın 16 ve 19’uncu yüzyıllar arasında “sadece Afrika’dan Amerika’ya” taşıdığı insan sayısı “11 milyon”! Bu sayının sadece “canlı” adedini temsil ettiğini belirtmekte fayda var. Zira matematiksel oranlarda yaklaşık üçte birlik bir rakama tekabül ediyor.

YENİ sezonunu merakla beklediğim bir diziyle meşgulüm bugünlerde. Bu meşguliyetin sebebi, daha evvel hazırlamak istediğim bir makale hususunda bana hem hatırlatmalar yapması, hem de konunun derinliğini arttırması bakımından önemli.

Söz konusu dizinin adı “Amerikan Gods”. Türkçesi de malûm. Dizi, bir kitaptan uyarlama. 2001 tarihli aynı adlı romanın sahibi Neil Gaiman. Gaiman, dinler tarihi konusundaki incelemeleri ve makaleleriyle de mühim bir yer edinmiş kendisine. 2017 yılında ilk sezonu yayınlanan dizide kitaptan bağımsız eklemeler olsa da, yazar ve yapımcı arasında herhangi bir problem yok. Zira her şey yolunda.

Dizinin Nisan 2017’de yayına girdiği günlerde biz de ülke olarak yeni bir döneme giriyorduk Anayasa’daki değişikliğe dair referandumla. O günlerde Almanya başta olmak üzere birçok Batı ülkesiyle aşık attığımız gibi, yersiz, mesnetsiz, hani “Davul bile dengi dengine” sözünü aratan çapsızlarla da karşı karşıya gelebiliyorduk.

Bu atışmalar sırasında medyada yer alan dosyalardan ilki, yine Almanya başta olmak üzere birçok ülkenin, sınırları içerisinde yer almasına rağmen Türkiye’ye karşı terör suçu işlediği gerekçesiyle hakkında ulusal ve uluslararası belgeler düzenlenmiş teröristleri ülkemize iade etmemeleri içeriğine sahipti. ABD, Almanya, Hollanda, Belçika, Avusturya, İtalya ve İsviçre gibi ülkelerin daha önceki yıllarda PKK ve DHKP-C’li teröristleri vermemeleri yönündeki tutum, FETÖ konusunda da aynıyla sürdürülüyordu…

Saydığımız ülkelerin devam ettirdikleri bu tutumu açıkçası çok iyi anlayabiliyordum o günlerde. Zira onlar, sahibi oldukları hiçbir şeyi vermezlerdi.

Fazla mı basit oldu? Giriftleştirecek değilim, ama bu basit cümlenin yoruma açık çok yanı var.

Ülkemiz ve bölgemiz üzerinde çetin plânlara sahip malûm aklın, elbette yetiştirmiş olduğu figüranları bize bırakacağı düşünülemezdi. Bırakacağı hakkındaki fermansa belliydi: Yeni plânı devreye sokmak!

PKK veya DHKP-C’nin aranan militanlarını vermeyen ülkeler FETÖ’nün militanlarını da vermezken, bilmemizi de istiyorlardı ki kendilerinden istediklerimiz zaten her zaman onlarındı. Öyleyse “İsteyenin bir, vermeyenin iki yüzü kara” demenin çok anlamı yoktu. Çünkü onlar vermemeye programlıydılar. Kaldı ki, kendi sınırları içinde olmayana sahip olmaya çalışırlarken iki farklı yöntem kullandılar: İlki “taşınabilir olanı kaçırmak”, diğeri de “taşınmaz olana çöreklenmek”. Bazen bu iki yöntemden bir sentez elde ettikleri de oldu. Bunu da “taşınmaz olana çöreklenirken taşınabilir olanı kaçırmak” olarak lüzumsuz biçimdeki bir uzunlukla tanımlayabiliriz. [İstasyon şefi (!) Gırgır Ali’nin hatırına…]

Taşınmaz olana çöreklenirken taşınabilir olanı kaçırmanın da kendi alt başlıkları vardı tarihte. Meselâ insan… Taşınabilir miydi?

Keşif Çağı getirisi: Yeniden kölelik

Bizim “Coğrafî Keşifler” diye dilimize çevirdiğimiz Keşif Çağı’nın 16 ve 19’uncu yüzyıllar arasında “sadece Afrika’dan Amerika’ya” taşıdığı insan sayısı “11 milyon”! Bu sayının sadece “canlı” adedini temsil ettiğini belirtmekte fayda var. Zira matematiksel oranlarda yaklaşık üçte birlik bir rakama tekabül ediyor. Üçte ikilik kısmın kayıtlara “nakliyat zayiatı” şeklinde geçirildiğini aktaralım ki fecaat ortaya çıksın.

“Taşınabilir mal” kapsamında beyaz eşyadan farksız bir transportasyon işlemi gören Batı, topraklarında hür olan insanlara ise “siyah eşya” muamelesi yaparak onlar hakkında bir “cins” belirledi: “Köle”…

Aslında aynı aklın ceddine kısaca göz gezdirildiğinde de aynı insanlık dışı ahlâka rastlanıyor. Söz konusu ceddin Avrupa’ya göçmeden evvelki serencamı için Mısır ve Hindistan tarihine bakıldığında meselenin âdeta bir genetik insanlık hastalığı olduğu anlaşılıyor. Antik Mısır, kadim Hint ve nihayet Roma ve Kutsal Roma toplumlarının “insan dışı cins” saydığı kölelik müessesinin (!) günümüzdeki eşdeğer çerçevesine bu çalışmada girmek istemiyorum.  

Fakat işte “American Gods” isimli dizinin takipçisi olmama sebep de bu konu itibariyle başlamıştı. İlk bölümünü izledikten sonra ne olup bittiğini anlamak amacıyla hemen ikincisini bekledik. Değdi.

Dizinin bazı bölümleri, “Amerika’ya gelirken” şeklindeki bir motto cümlenin verildiği kısa hikâyelerle başlıyor. İkinci bölüm, bu kısa hikâyelerin ilkine yer veriyor. “Amerika’ya gelirken 1697” başlığının atıldığı hikâye, Amerikan rüyasının Afrikalı için hep bir kâbus olacağının anlatısını beyan ediyor bize.

Hürriyetlerinden koparılıp, birbirlerine zincirli hâlde beşeriyet sınıfından azledilecekleri yurda bir geminin ahırlığında götürülen yaklaşık 50 Afrikalı var sahnede. İçlerinde biri, gözleri yaşlı şekilde yerli bir melodiyle şöyle yalvarıyor: “Anansi! Compe Anansi! Beni duyuyor musun? Sana bir hediyem yok ama sen bilgesin, hem de ufaksın. Tehlikeden zarar görmeden girip çıkmanın yollarını bilirsin. Bu tuhaf adamlar ellerimi bağladılar, bu yüzden senin için dans edip el çırpamam, önüne meyve de sunamam. Ama sen beni duyarsın. Bana yardım et ki sana hediyeler getireyim. Annemin nerede olduğunu bile bilmiyorum…”

Bu noktada dizinin anlatım tarzından bahsetmeliyim. Amerika her din ve ırka mensup insanın bulunduğu bir birleşik devlet olduğu için, Amerikan rüyasını gören herkesin bu kıtaya kendi din ve inanç perspektifini taşıdığını anlatan kitabın dizi film uyarlaması, Amerika’da yaşayan insanların, kendi inançları üzerine bina ettikleri yaşayışlarına yine devam ettiklerini göstermek için tanrıları insan kılığındaki rollerle canlandırmaya sokuyor.

Gemideki Afrikalının yalvardığı Anansi, Afrika’da yerlilerin tapındığı örümcek temsiline sahip bir tanrı(!). “Compe Anansi” de denilen örümcek tanrı(!), küçüklüğüyle her türlü tehlikeden sıyrılarak kendisine yeni yaşam fırsatları doğurabilen karakterde; bilge, sinsi ve hatta hilede üstün özelliklere sahip.

Dizide Afrikalının “Annemin nerede olduğunu bile bilmiyorum” şeklinde bitirdiği yakarışına Anansi, “Çoktan öldü” diyerek cevap veriyor ve karşısına dikiliyor: “Yukarıda Yohannes’i (İncil) kabullenemedi, gemi sahibi de onu okyanusa attı. (…) Yardım mı istiyorsun? Yukarıdakilerden önce söyleyeyim, siz daha siyah olduğunuzu bile bilmiyor, kendinizi normal insan zannediyorsunuz. (…) Beni anlıyor musunuz? (Kendisini çağıranı göstererek) Bu adam anlıyor. Çünkü sinirlenmeye başlıyor. Sinirlenmek iyidir, bir şeyleri hâllettirir. Anansi için gözyaşı döktün ve o burada. Sana diyor ki, ‘Yukarı çıkıp gemi sahiplerinin boğazlarını kesmemek ve bu gemiyi yakmamak için bir sebep var mı?’.”

Anansi’nin bu manipülatif nutkunu bitirdiği son cümleyi, zincirli müstakbel kölelerden biri şöyle yanıtlıyor: “Ama o zaman hepimiz ölürüz!”

Anansi’nin cevabı çok basit: “Zaten ölmüşsünüz…”

Dizideki bu sahne, geminin yakılmasıyla sona eriyor. Biz de yerel bir Afrika tanrısı olarak Anansi’yi öğreniyoruz. Amerikalılar ise Anansi’yi 20’nci yüzyılda bütün dünya ile ancak tanıdılar. Ancak adı “Spider Man” idi. Ülkemizde “Örümcek Adam” ismiyle şöhret bulan bu kahraman (!) tip, İran İslâm Devrimi hareketleri çerçevesinde Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’ni 18 devrimci üniversite öğrencisinin işgali üzerine, yıkılan devlet karizmasını tamir etmek için piyasaya sürüldü. Örümcek Adam’ın hızlı, her yere girip çıkabilen ve hilekâr karakterde olmasının nedeni Anansi idi.

Hani “Batı’nın tekniğini al, ahlâkını alma” derler ya, bunun gibi Batı, Afrika’nın insanlığını, bir de Anansi’nin hilekârlığını aldı.

Kitapta yer alıp Afrika’dan alıntılanan bir diğer karakter de “Bilquis”. Biz bu karakteri Kur’an’daki Süleyman Peygamber’e (as) değinilen ayetlerden tanıyoruz. Sadece telaffuz farkı var: “Belkıs”…

Kitaptaki Bilquis, tam da bizim bildiğimiz gibi Sebe Kraliçesi. Ancak biz biliyoruz ki o sadece bir kraliçe değil, bir “melike”. Zira Süleyman Peygamber’in şeriatına uyarak Müslüman olmuştu. Ancak kitaptaki anlatıya göre Bilquis, Sebe (Sheba) bölgesinin bereket ve ürün tanrıçası. Eski Etiyopya-Somali bölgesinin bir tür Kibele veya Uzza’sı olarak bilinen Belkıs, Afrika’nın Amerika’ya taşınan “kadın” sembolü. Siyah insana “köle” cinsi lütfunda (!) bulunan Batı, bu rengin kadınını da kendisine fuhuş malzemesi yapmıştı. Bugün ABD’de bazı Siyahî ünlü kadın şarkıcıların sahne şovlarında kullandıkları taçların aynılarını kadim Bilquis gravür ve heykellerinde görmek oldukça dikkate değer.


Putları yıkmak mı esas, yoksa put olmak mı?

Üzerinde çalıştığım bu dosyayı hazırlamadan evvel kurduğum düşünce taslağında “kölelik ve inanç nakliyatı” konusu yer almıyordu. Ancak uzun okumalar sonrasında fark ettim ki, Batı bu tür nakliye operasyonlarını yaparken odağına insanı ve inancı koyuyor. Nitekim yola çıkarken önüme diktiğim ilk domino taşı “Zeus Sunağı” idi.

Buraya kadar aktardığım köle ve tanrı ağının günümüz çerçevesi, terör örgütlerinin Suriye, Irak ve Afganistan’da tarihî birikim ve kültür varlıklarını doğrudan hedef alması şeklinde gözlemlenebilir. Bu noktada Palmira antik kentinin yağmalanması ve söz konusu yıkım görüntülerinin bütün dünyaya servis edilmesi, en başından beri bana hep tuhaf geldi.

Görüntülere göre DAEŞ mensubu teröristler, girdikleri antik kentte putları devirdiler, kırdılar. Algı, dünya sahnesinde “bir taşla iki kuş vurmak” şeklinde oluşturulmak isteniyordu. Put devirme metaforu, Efendimizin (sav) Mekke’yi fetihle birlikte hiçbir insanın canına dokunmayıp bir son hamle olarak Allah’tan başka hiçbir şeyin ilâh olmadığını işaret etmesi bakımından önemliydi. İşte Palmira’daki bu yıkım, mevcuttaki aklını kullanmayı bilmeyen Müslümanları kazanmak açısından yapılmış bir hamleydi. Diğer taraftan da Müslümanların kültür düşmanı, hoşgörü yoksunu kimseler olduğu vurgulanmak istenmişti.

Peki, Palmira DAEŞ’in eline geçtiği süre içinde ne kadar gündem olmuştu? Sadece başlangıçta ve sonda… Haberdi, geçip gitti.

DAEŞ, Palmira’yı 21 Mayıs 2015’te ele geçirdiğini ilan etmiş, söz konusu görüntüleri servis etmeye başlamıştı. 2016’nın Mart ayında Koalisyon güçlerinin ele geçirdiği Palmira, Aralık 2016’da yeniden DAEŞ’in kontrolüne girdi. Son olarak antik kent, 3 Mart 2017’de yeniden DAEŞ’ten temizlendi.

Peki, kentten sadece DAEŞ mi temizlendi?

Arkeolog ajanlar ve yakılan mezar

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Devlet-i Aliyye’nin bütün meskun topraklarında birtakım zevat dolaşıyordu. Bu zevatın ortak özelliklerinden biri bilim adamı oluşlarıydı. Ancak ne hekimdiler, ne de fizikçi. Daha çok mühendislik ve “arkeoloji” üzerineydi ihtisasları. En meşhurları, bizim için hakikaten de “en meşhurlarıydı”: “Lawrence”!

Edward Thomas Lawrence, Yemen’de çeşitli aşiretleri ziyaret ederken tespit edilen ve kendisini “arkeolog” olarak tanıtan bir ajandı. Ancak Lawrence ile birlikte Hicaz bölgesindeki tarihî eser kaçakçılığına gelene kadar, Osmanlı’nın son dönemine rastgelen ve payitahtın burnunun dibinde biten Bergama faciasına daha çok değinmemiz mümkün.

Carl Humann isimli Alman mühendis, Osmanlı’ya gerçekleştirdiği ziyaretler çerçevesinde İzmir’e uğramış, bazı keşiflerde bulunduktan sonra kendisine gerekli finansman desteğiyle gelerek ve Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu ekonomik buhran ve hukukî boşlukları fırsat bilerek dünyanın Berlin’de sandığı Bergama’nın kalbini Almanya için parça parça paketleyip gemilerle taşımıştı. “Zeus Sunağı” isimli güzide eser, Almanya’nın yılda ortalama 1 milyon ziyaret sahibi Pergamon (Bergama) Müzesi’nde sergileniyor.

Carl Humann’ın alelacele götürdüğü Zeus Sunağı da, Aziz Filip’in mezarı da doğrudan insana ve inanca dair önemli ve çok kıymetli unsurlar taşıdıkları için özellikle bulundular. Zeus Sunağı, en başta belirttiğimiz ayrıma göre bir “taşınmaz” olmasına rağmen taşındı(!). 

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce gerçekleşen bu kültür faciası, Batı’nın “inanç transportasyonu” plânının Anadolu’daki en ciddî projelerinden biridir. Savaşın gerçekleştiği dönemse bir boşaltma sürecinin işaretidir. Artık Alman, Fransız, İngiliz ve İtalyan arkeologların yakasından düşmediği Anadolu, bu kez de tarihî eser ajanlarının ellerine kendilerini satan güdümlü yerlilerin talan alanı hâline gelir.

Bu noktada önemli bir örnek vermek istiyorum.

Sekiz yıl ikâmet ettiğim süre boyunca ne büyük bir tarih ve medeniyet beşiği olduğunu idrak ettiğim ve hâlen takip ederek sırlarını öğrendiğim Denizli, Anadolu’nun en zengin alanlarından birine sahiptir.

Denizli’de bulunduğum süre içerisinde yapılan çalışmalardan biri, İsa Peygamber’in (as) havarilerinden birine ait olduğu iddia edilen mezarın bulunması konusuydu. Pamukkale Üniversitesi’nden bir ekibin de refakat ettiği çalışmaya dair 26 Temmuz 2011 tarihinde şöyle bir haber yayınlandı:

“İtalyan profesör Francesco D’Andria, Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan ve 2 bin yıl önce Romalılar tarafından öldürülen St. Philippus’un (Aziz Filip) mezarını bulduklarını açıkladı. D’Andria, ‘İncil’de adı geçen ve Hıristiyan camiası için çok önemli olan St. Philippus’un mezarının bulunması dünyada ses getirecek’ dedi.

Denizli’nin 18 kilometre kuzeyinde yer alan Hierapolis (Pamukkale) kentinde devam eden kazılara 32 yıldır başkanlık eden Prof. D’Andria, St. Philippus’un Hıristiyanlık dinini yaymak için Hierapolis’e geldiğini ve Romalılar tarafından öldürüldüğünü belirtti. Yıllardır mezarı bulmak için çaba harcadıklarını anlatan Prof. D’Andria, ‘Bugüne kadar mezarın Şehitlik Tepesi’nde olduğu sanılıyordu ama jeofizik araştırmalarımızda izine rastlayamamıştık’ dedi ve ekledi: ‘Bir ay önce Şehitlik Tepesi’ndeki St. Philippus Kilisesi’nin 40 metre yakınında yeni bir kilise kalıntısı bulduk. Mezarın burada olduğunu tespit ettik. Bu buluş, Hıristiyan dünyası ve arkeoloji için çok önemli. Hıristiyanlar buraya hacı olmaya gelecekler.’

Prof. D’Andria, yapı ve yazıtlardan mezarın St. Philippus’a ait olduğunun anlaşıldığını belirtti: ‘St. Philippus’un mezarının 5’inci yüzyılda, adına yaptırılan kiliseden çıkarılıp yeni bulduğumuz mezara nakledildiğini belirledik.’”

Bu çalışmayı yaptığım süreçte bir haberi özellikle aramama rağmen bir türlü bulamadım. Zira bu haber, doğrudan Aziz Filip’in mezarıyla ilgiliydi. Hem de bulunduğu günün hemen ertesi gününe aitti. Arşivlerden silinen veya ne yaptıysam bulamadığım, ancak hatırımda özellikle yer edinen bilgiye göre, 26 Temmuz 2011 günü bulunan mezar, 27 Temmuz 2011 günü yanmıştı.

Çok doğal bir seyrin ürünü olarak dikkatinizi çekmek isterim ki, Carl Humann’ın alelacele götürdüğü Zeus Sunağı da, Aziz Filip’in mezarı da doğrudan insana ve inanca dair önemli ve çok kıymetli unsurlar taşıdıkları için özellikle bulundular. Zeus Sunağı, en başta belirttiğimiz ayrıma göre bir “taşınmaz” olmasına rağmen taşındı(!). Peki, Aziz Filip’in mezarındaki yangın niçindi?

DAEŞ bahane, İslâm mirasını yıkmak şahane (!)

“Kutsal miras” ve “kölelik”… Bu iki kavram arasında endişe verici bir bağ var. “İdeoloji kölesi” hâline getirilen “terörist” tipini de bu noktada yeniden düşünmenizi istiyorum. Nitekim Palmira antik kenti gibi bir örneğin yanında, İslâmî medeniyet mirasına ilişkin çok önemli üç örneğe değinmedik bile.

“Değinmedik bile” derken, acınacak hâle daha fazla üzülmemek ve sadece bundan sonra tedbirli olmak için dikkat çekici birkaç nota yer vereceğim.

Suriye’deki kaos savaşının vurduğu en önemli İslâm mekânlarından biri, Şam’daki Büyük Emevî Camiî idi. Külliye tipi bu kompleksin çatılarında büyük İslâm âlimlerinin çalışmalarına dair muazzam izler mevcuttu. Bu izlere dair hatıraları, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde yapılan “Batıya Doğru Akan Nehir” isimli dizi belgeselde ayrıntılı şekilde izleyebilirsiniz.

“Camiü’l-Kebir” ismiyle meşhur bu külliyede İslâm’ın bilime çizdiği yön ve bilimle vazifelendirdiği tüm emirler delillerle mevcutken, o yapı silindi, talan edildi ve İslâm’a dair iz olarak ismi “DAEŞ” şeklinde okunan bir zavallılar güruhu peydahlandı.

DAEŞ’in, varlığını duyurduktan sonra yaptığı ilk iş ise sözde Hilâfeti ilandı. Bu ilanın yapıldığı yer, Irak’ın en önemli şehirlerinden Musul’daki Camiü’l-Nurü’l-Kebir idi. “Musul Ulu Cami” adıyla da bilinen İslâm mabedi, bir Türk Atabeyi olan Nureddin Mahmud Zengi tarafından 1170-1172 yılları arasında yaptırılmıştır. Musul’daki yönetimden rahatsız olan halkın yardım çağrısı üzerine Şam’dan hareket eden Nureddin Mahmud Zengi, 1170 yılında Musul’a gelir. Musul’da kaldığı 24 gün içinde tüm şikâyetleri dinleyen Zengi Bey, burada bir cami yaptırmaya karar verir ve Musul Ulu Cami’nin inşasına böylece başlanır.


DAEŞ’e Karşı Mücadele Koalisyonu’nun Musul’daki operasyonları sonucunda, DAEŞ’in sözde Hilâfet ilan ettiği bu tarihî kıymet Musul Ulu Cami, bazı kaynaklara göre DAEŞ, bazı kaynaklara göre de Koalisyon güçleri tarafından yerle yeksan edildi. Ve olağan hâlde camiye saldırıyı kınayan Müslümanlar, böyle bir operasyona seslerini dahi çıkarmadılar. Böylece bin yıllık muhteşem bir eser, toz duman içinde sessiz sedasız maziye gömüldü.

Palmira’dan temizlenen sadece DAEŞ olmadı, bu kesin! Ancak DAEŞ, Batı’nın işine yarayan her türlü tarih yağmacılığını gerçekleştirdi. Batı’ya lazım Batı’ya, lazım olmayansa maziye paketlendi.

Tabiî bu tarihî eser, inanç ve insan kaçakçılığı sırasında kullanılan taşeron örgütlerden bahsederken elbette DAEŞ’le sınırlayamayız kendimizi. Bu götürü işini PKK da yaptı yıllarca, başka örgütler de. Prof. Dr. Hamza Hocagil’in “Kayıp İncil” mevzuu üzerine peşine düşenler hangi örgüttenlerdi? PKK mı, yoksa FETÖ mü?

FETÖ’nün “Kayıp İncil” konusu üzerine eğilip eğilmediğini bilmiyoruz (ki kuvvetle muhtemel mümkün), ancak tarihî eser, inanç ve insan kaçakçılığı üzerine yeltendiği en ispatlı olaylardan birinin bilgisine sahibiz.

FETÖ ve bir tarihî eser kaçakçılığı örneği

23 Eylül 2016 günü, yani 15 Temmuz işgalci darbe girişiminden yaklaşık iki ay sonra Doğan Haber Ajansı bir başlık geçti: “Eski Beyazıt Camii İmamı Suat Gözütok, FETÖ’den tutuklandı!”

Bu alelâde başlığa ait haberin detayında şu notlara yer veriliyordu:

“İstanbul’da, Türbeler ve Müzeler Genel Müdürlüğü deposunda olduğu söylenen Yavuz Sultan Selim’e ait kaftanı alarak FETÖ elebaşı Fetullah Gülen’e götürmekle görevlendirildiği iddiasıyla FETÖ/PDY soruşturması kapsamında Siirt’te gözaltına alınan İstanbul Beyazıt Camii eski imamı Suat Gözütok tutuklandı.

15 Temmuz darbe girişiminden 2 hafta önce emekliliğini isteyip ortadan kaybolan ve FETÖ/PDY soruşturması kapsamında aranan Beyazıt Camii İmamı Suat Gözütok, bir süre önce Siirt’te yakalanarak gözaltına alındı. Emniyetteki ifadesinin ardından dün adliyeye sevk edilen Gözütok, savcılıkta verdiği ifadenin ardından tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildi. Mahkeme Gözütok’un tutuklanmasına karar verince, Beyazıt Camii eski imamı Suat Gözütok, Siirt E Tipi Cezaevi’ne konuldu.

Gözütok, 15 Temmuz darbe girişiminin başarılı olması hâlinde, Türbeler ve Müzeler Genel Müdürlüğü deposunda olduğu söylenen Yavuz Sultan Selim’e ait kaftanı alarak Amerika’da bulunan Fetullah Gülen’e götürmekle görevlendirildiği iddiasıyla gündeme gelmişti.”

Bu haberi destekleyen başka bir haberse daha önce, 25 Ağustos 2016’da, Yeni Şafak gazetesinde yer almıştı. Haberde tarihî eser kaçakçılığı veya hırsızlık şeklinde tanımlanacak bu konuya değinilmezken, Sultan Selim’in kaftanının daha önce bakım için depoda bulunduğuna yer verilmiş ve şu detay paylaşılmıştı:

“Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi dönüşü giydiği ve ‘Ölünce mezarıma örtülsün’ diye vasiyet ettiği kaftan, 2005 yılında FETÖ’ye bağlı işadamı İnanç Çiftçi ve futbolcu Hakan Şükür tarafından FETÖ lideri Gülen’e kaçırılmak istenmişti. Tarihî kaftan, bu girişimden kısa süre sonra İstanbul Türbeler Müze Müdürlüğü tarafından bakım ve onarıma alındı. Yaklaşık bir yıl süren bakım ve onarımın ardından tarihî kaftan, Yavuz Sultan Selim Türbesi’nde iklimlendirme sistemi olmaması nedeniyle depoya kaldırıldı.”

Bu iki haberden ulaşılan iki ihtimâlli bir netice dizisi elde ediliyor. İlk ihtimâle göre, kaftan iki kez çalınmaya çalışılmıştı FETÖ tarafından. İkinci ihtimâlse, iki olayın birbirinin tamamlayıcısı oluşuydu.

Peki, FETÖ elebaşı, Sultan Selim Han’ın kaftanından ne istiyordu da bu kadar ısrarla peşine düşmüştü?

İlk haberden öğrendiğimize göre tutuklu terörist, Beyazıt Camii’nin eski imamı(!). Sultan Beyazıt, Yavuz Sultan Selim’in babası ve Fatih Sultan Mehmed’in mahdumu olan Osmanlı Padişahı. Bilindiği üzere oğlu Sultan Selim’e tahtı bırakması, birtakım müdahaleler üzerine gerçekleşmişti. Ve tahta çıkan Selim Han, Devlet-i Aliyye’ye Hilâfeti getirerek “İslâm Halifesi” unvanını alan ilk Osmanlı hükümdarıydı.

15 Temmuz işgalci darbe girişimi hainler nezdinde gerçekleşmiş olsaydı, ihanetin felsefî çerçevesine göre devletin içinde bulunduğu huzursuzluk hâli dinecek ve FETÖ elebaşı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükûmetine karşı haklı çıkacaktı. Bu haklılığı göstermenin yolu ise, soyut ve somut aşamaları yerine getirmek olarak kalacaktı. Beyazıt Camii’ne tayin ettirilen “imam” vazifeli ajanın (gerçeğin ne olduğunu bile bile soygun yaparak yalanın zeminini hazırlayan kişi Müslüman olamaz) getirdiği kaftanla kamuoyunun huzuruna çıkacak FETÖ elebaşının aktaracağı muhtemel söylem şöyle olacaktı:

“Ey gafil halk! Her ne kadar gafil olsanız da ben sizi affettim. Nasıl Osmanlı’da huzursuzluklar cereyan edip de Selim Han babacığına müdahale etmek zorunda kaldı ve Bayezid-i Velî Sultan da emaneti kendisine tevdi etti ise, aynı Bayezid-i Velî, yeni emanetin emini olarak bizi göstermek için oğlunun, yani 74’üncü İslâm Halifesi Sultan Selim’in kaftanını bana getirdi. Selim Han’ın ülkesindeki huzursuzlukları çok kısa bir süre içinde nasıl bitirdiğini biliyorsunuz. Biliyorsanız, gereğine uygun davranın! Merak etmeyin, çok kısa sürede her şey değişecek…”

En başa döneyim mi? Birileri FETÖ eliyle hem taşınabilir bir kıymeti taşımaya, hem de taşınmaz olan vatana çöreklenmeye kalkışmışlardı 15 Temmuz 2016’da.

Sonuç

Yıllarca tarihî eser kaçakçılığının niçin bu kadar büyük bir kirli para piyasasına hâkim olduğunu düşünüp durdum. Yaptığım çalışma gösterdi ki, konu sadece altın veya ziynet eşyası sahibi olmak değil, insanların ve inançların kontrol edicisi olmak üzerine bina edilmiş. Ve bu bina kesinlikle piramit ölçüleriyle yapılmış olmalı. Zira dikkat ettiyseniz, Mısır’dan kaçırılanlar ve Mısır’daki şeytanî tahakkümden bahsetmedik bile!

Son söz olarak, bu çalışmayı tamamladıktan sonra kendime söylediğim net cümleyi buraya da aktarmak isterim: İnsanların insanlıklarını, inançlarını ve varlıklarını çalan hiçbir terör destekçisi ülke, kendisine sığınan teröristleri, kendisinden talep eden hiçbir ülkeye vermez!