Savaşların düşündürdükleri

Dayak yememiş, kurşun yememiş adamın savaşa istekliliğini düşünmek mümkün değildir. Zira aylar önce okuduğum bir anket sonucunda, 20-30 yaş aralığındaki on bin kişiden yüzde 17’sinin “Ülkem için savaşmam” cevabını verdiğini görüyoruz. Dayak yemiş, kurşun yemiş ve sevdiklerinizi kaybetmişseniz, savaşma sebebiniz vardır. Ama yaşamak, her zaman ağır basan bir sebeptir.

SAVAŞ aslında bir boyutlu değil, çok boyutludur. Sadece hacimsel düşünülecek bir olgu da değildir. Yani sadece kartezyen koordinat gibi en, boy, derinlik olarak düşünmek yetersizdir. Her savaşın, ilgili toplumların geçmişi gibi bir başka boyutu ile geleceğe etkisi kaçınılmaz olan boyutu da vardır. Geçmişte yaşananlar ile tarihler ve milletlerin duruşları şekillenirken, geleceğe de çoğu kez bu geçmişin önyargıları ya da acı tecrübeleri yön verir. Bu bakımdan çok boyutlu bir olguyu küçük beyin hücresine sahip kimselerin anlaması beklenmemelidir. 

Savaş bir kahramanlık, bir güç gösterisi değil, milletlerin varlık, devamlılık mücadelesi ve çıkar çatışmasının restleşmesidir. Kimilerine göre diplomasinin bittiği yerde başlarken, kimilerine göre de diplomasinin ta kendisidir. Savaşın psikolojisi, moral güç ya da askerin psikolojisi değildir. Savaş, ayrı bir boyutta apayrı bir psikolojik duygular silsilesinin güdümünde ilerler. Bombardıman altında ya da cephe hattındaysanız, beyninizin tehlike esnasında hayatta kalma ile alâkalı kısmı ya da kendinizi doyurmakla yükümlü kısmı ile yaşarsınız uzunca bir süre.

Savaşın en başat psikolojisini, savaşmayan yöneticilerin psikolojisi ve aldıkları tarihî kararlar belirler. Savaş bazı insanların inisiyatifine göre sınırlı bir cephe savaşı da olabilir, topyekûn bir savaş da. Yüzlerce kişi tarafından metrelerce kalınlıktaki güvenli duvarlar ardında korunan kimselerin birincil önceliğidir insanların psikolojilerini yönetmek. İşte bu yönetildiğinde, savaş bazen hiç olmayabilir, bazen de ortaya çıkan savaş, yöneticilerin başını yiyebilir. 

Savaşa teşvik, ürünü somut olmayan bir reklâm kampanyasıdır. Şan, şeref, kahramanlık gibi elle tutulmaz, gözle görülmez bir ürün vardır. Mutlak somut bir ürün varsa, o da bir avuç toprak kazancıdır ve onu ölüler gömülerek, gaziler arada bir onurlandırılarak ve üzerinde yürüyerek yaşar. Bir gözü olmayan, çenesi olmayan, burnu olmayan, yüzü yanmış, uzuvları kopmuş bir insan için savaş, mahvolan tüm hayatıdır. Devletler kolektif yapılar oldukları için, “Bir ülke savaştı ve aldı” deriz, ancak ödenen bedeller daha çok bireyseldir.

Bazen “Savaşa hayır” diye haykıran toplulukları bu doğrultuda anlamak gerekir. Onlar için savaş bir kahramanlık göstergesi değil, bireyselliğin yok oluşudur. Bu konuda toplumsal bir bilinç ve ortak hafıza için her şekilde çalışmalar yapılmaktadır. Gerek sinema, gerek tiyatro ve gerekse görsellikler gibi…Bu düşünce sahipleri özellikle geçen yüzyılın ortalarından itibaren seslerini yükseltmişseler de görsel ve sesli medyada ve filmlerde vatanseverlik ile kahramanlık genellikle yüceltilen birer kavram olduğu için millî duygularla hareket eden toplumlar için savaş, var olma olgusu ve de güçlü bir amaçtır. 

Tüm bu kahramanlık ve vatanseverlik filmleri yapan şirketler daha çok ilgili ülkelerin yönetim felsefelerini yeni kuşaklara aktarmak için geliştirilen projelerdir. Çünkü global sermayelere karşı kitleler her şekilde ve her cephede sürekli savaşa hazır olmalıdır. Meselâ Haçlı Seferleri çoktan geride kalmış olsa da şövalye imajı ve giysisi asla unutturulmaz. Bizim Mehteran’ı unutmayacağımız gibi… Bir Batılı daima kendisini o ruhta hissetmelidir. Ortadoğulu da Ortadoğulu olarak kalmalıdır. Bir Arap, bir Pakistanlı, bir Türk (sadece aşk yaşayan değil), ailesi ile birlikte savaşmayı da nesillere aktarabilmelidir. Bugün Ortadoğu’da bir hezimet yaşanıyorsa, o toplumlarda savaşın korkutucu psikolojisinin hâkim olmasındandır. Aksi takdirde gözü kana doymayan küçük bir azınlık, renksiz çoğunluğa nasıl galip gelebilir ki?



Savaş konusunda global sermayenin desteklediği ve dünyaya yaymaya çalıştığı felsefe, daha çok roman ve sinema sektörüyle olur. Bu kitap ve filmlerde Rus varsa mafya veya dövüşçü, Yunan varsa eğlencelik bir figür, Afrikalı varsa ya intikam almak isteyen biri ya da bir fakir olmalıdır. O filmlerde Puşkin şiiri okuyan bir Rus ya da icatları ile meşgul Sırp Tesla’yı görmezsiniz. Ya da Müslüman bir figürün devleştirildiğine hiç rastlayamazsınız. 


Algılar ve tercihler

Savaş konusunda global sermayenin desteklediği ve dünyaya yaymaya çalıştığı felsefe, daha çok roman ve sinema sektörüyle olur. Bu kitap ve filmlerde Rus varsa mafya veya dövüşçü, Yunan varsa eğlencelik bir figür, Afrikalı varsa ya intikam almak isteyen biri ya da bir fakir olmalıdır. O filmlerde Puşkin şiiri okuyan bir Rus ya da icatları ile meşgul Sırp Tesla’yı görmezsiniz. Ya da Müslüman bir figürün devleştirildiğine hiç rastlayamazsınız. Nasıl olduysa bir “Ömer Muhtar” hafızalarımıza kaydedildi ama şimdiki nesil için öyle bir film “izlenemez” kategorisinde yer almakta. 

Maalesef filmler karar vermektedir kimlerin medenî ve bedevî olduğuna. Çünkü tüm bu algılar bir sonraki savaşta insanları “karşıdaki düşmana karşı hazırlamak” için kullanılmaktadır. Gerçekte Rusları anlamak için Rus filmlerini, Türkleri anlamak içinse Türk filmlerini izlemez koltuğundaki insan. Realizasyon, çeviri, hepsi birer masraftır ve masrafı sırtlanan, onu manipüle etme hakkına da sahiptir. Beyaz adam, kendisine biçtiği rolü kendisiyle çoktan özdeşleştirmiştir. Beyazın içerisinde ayrı beyaz türler vardır ve Anglosakson beyazı, bu dünyaya nizam verecek yegâne şövalyedir. Bu algılar fazla değişmez. Haçlı savaşı yoktur ama şövalye imajı ve görüntüsü birçok filmde yinelenir. Uzun saçlı ve zırh giyinmiş sarışın kahramanlarla dolu bir film, her sene mutlak vizyona verilir. Çünkü bu filmler mutlak bir siyâsî amacı besler.

Siyâsî coğrafyada etkili bir silah olan kültürel nüfuz ve propaganda ne derece stabilse, beşerî ve siyâsî coğrafya da o derece dinamiktir. Yugoslavya’yı yıkan gücün bir hesabı vardı da yıkıldı. Çöken Doğu Bloku’nun enkazı üzerinde bir Rusya’nın yükseleceğini biliyorlardı. Çünkü Rusya’nın, Yugoslavya’nın en kalabalık milleti olan Sırplarla yakınlaşmasını ve binlerce kilometrelik Dalmaçya kıyılarına yani sıcak denizlere çıkmasını istemiyorlardı. Savaş, Sırpların coşarak koştuğu ancak sonuçları itibarı ile denizlere her yerden çıkışı kaybettikleri bir felâket döngüsüne dönüşmüştü. Boşnaklar nüfus, Sırplar toprak, Hırvatlar ise İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerle yaptıkları iş birliğinden kalan kötü şöhretlerini kaybetmişlerdi. Daha ilk Slovenya ve Hırvatistan ayrılırken, Avusturya ve Almanya’nın desteği Yugoslavya Savaşı’nın, Yugoslav kıyılarının kontrolü için olduğunu anlamamız açısından önemlidir. 

Herkes kendisine yakın gördüğünü arkalar. Katolik Slovenya ve Katolik Hırvatistan da Avrupa ideallerine yakın, Rusya’dansa o derece uzak iki ülkeydi. Onların ayrılması değil, Yugoslavya denen Frankenstein yapı içerisine monte edilmeleri bir defa mantıksızdı. Kanıyla Slav, ruhuyla, kültürüyle ve yaşantısıyla Alman olan Slovenya’nın on günde savaşın defterini açıp kapatması ve ona öykünen taşralı komşusu Hırvatistan’ın savaşı sürdürmesi ile Sırpların tüm bölgede savaşın ne olduğunu anlamasını hızlandırdı. Bir sene öncesine kadar hiçbir silahın adını bilmeyen insanlar, her türlü silahı söküp takmaya, torna tezgâhlarında ilkel de olsa silah üretmeye başlamışlardı. 

Boşnaklar daha 1990’larda SDA adlı partiyi kurduklarında, Bosna-Hersek şehir ve kasabalarında, taşra yerleşmelerinde gezen imamlar ve dinibütün partililer halka şöyle sesleniyordu: “Sepetlerle altınlarınız olacak, İslâm Devleti bereketi ile bereketleneceğiz.” İşte bu söylemlerle kurulan SDA da savaşın eli kulağında gümbür gümbür gelişini göremedi. Rahmetli Aliya İzzetbegoviç mükemmel bir ideologdu ama askerî açıdan tam donanımlı bir lider değildi. Saraybosna’da Boşnak halka zamanında binlerce Kaleşnikof dağıtılmıştı ama tepelere çıkma vizyonunu verecek kadar öngörü verilememişti. Boşnak Savunma Konseyi tüm bu Kaleşnikofları alıp o sıralar ağır silahların getirilmediği dağlara kum torbaları yerleştirse idi, Saraybosna’nın o günlerde kuşatılmamış tepelerinde kontrol sağlanabilirdi. Oralara ağır silahlı Sırplar da çıkamazdı. Ama bu yapılamadı. Çünkü savaşın çok boyutlu psikolojisinin bir de ilâve boyutu vardır; o da eminim ki, savaşı yaşamadan onun tüm getiri ve götürülerini hesap edebilmektir. 

Savaşın ruhunda “Yalnız kalabilirim” ihtimâli ise bu boyutları birbirine bağlayan, stratejik ve temkinli yönlenebilen bir vektörün büyüklüğünde saklıdır. Çünkü o şekilde stratejik bir ruh vereceksin ki ülkendeki oturarak mücahit naraları atanlar dahi liderlik, inancıyla elindeki taşı Rus tankına “Allah-u Ekber” diyerek atan ve onu patlatan Afgan mücahit palavralarına inanmayacak. Ayağında terlikle gezen Afgan, eğer ABD-Sovyet çekişmesi olmasa o silahları bile bulamazdı. 

Maalesef İslâmî kesim, bu duygu seli sebebiyle gerçeklikten çok uzaktır ve hâlâ uzak kalmaya devam etmektedir. Bunu bir yıldır devam eden İsrail saldırıları karşısında olmayacak umutlara sarılanların ayan olup da sokak feryatlarının sonucunu değiştirmediğini canlı olarak izlemekteyiz. O hâlde savaşa eklenecek bir başka boyutu, “yaslandığın dağlar ve yüreğe vehen yayanlar” olarak ilâve edebiliriz.

Sonuç olarak hiç kimse, “Savaşlar ders alınmadığı için çıkmaktadır” diyemez. Bilakis savaşlar ders olarak öğretildiği için çıkmaktadırlar. Ama yenilgiler ders olarak anlatılmazlar. Meselâ Mohaç Zaferi’ni öğretiriz ama İkinci Mohaç Savaşı’ndaki mağlûbiyetimizi birçok kişi bilmez. İşte bu şekildedir savaşın öğretisi. Dayak yememiş, kurşun yememiş adamın savaşa istekliliğini düşünmek mümkün değildir. Zira aylar önce okuduğum bir anket sonucunda, 20-30 yaş aralığındaki on bin kişiden yüzde 17’sinin “Ülkem için savaşmam” cevabını verdiğini görüyoruz. Dayak yemiş, kurşun yemiş ve sevdiklerinizi kaybetmişseniz, savaşma sebebiniz vardır. Ama yaşamak, her zaman ağır basan bir sebeptir. İnsanlar, savaşlardan ve ödedikleri ağır bedellerden sonra intikamı değil, garip bir şekilde yaşamı seçerler.