
YARALARI acıyordu içinin,
dışının, teninin, ruhunun… İki elini usulca parçalanmış sağ diz kapağının
üzerine bastırdı. Sızan kanı, dağılan etleri görmemek için… Anacığının yanına
kadar kesif sis ve keskin koku arasında sürüklenerek gelmek yormuştu. Zayıf ve
safi bedendi zaten. Ruhu o menhus bombanın korkunç sesiyle uçup gitmişti sanki.
Hissiz, acısız, öylece baktı.
Beyaz
yazması al kana boyanmıştı. Saçları yüzünü kapatmıştı. Sümbül kokan o güzel,
kumral, dalgalı saçları darmadağınıktı. Oysa annesi mahrem biri görecek diye
içi titrer, sakınırdı saçının tek bir teli için bile. Başı önüne eğilmişti. Bir
şey düşünüyor gibiydi. Yüzü görünmüyordu. Kucağında babasının daha görmediği
minik bebesi, bacakları ve kolları ile onu korumaya almış bir yumak olmuş ve
öylece al kanlar içinde yatıyordu hiç kıpırdamadan. Ortalık sessizdi. “Ölüm
sessizliği” dedikleri bu olsa gerekti.
Birkaç
saat önceki mahşerî gürültünün aksine bir sessizlikti bu. Anacığının tortop
olmuş bedenine dayadı acılı başını. İki yavrusu için atan yüreğinin sesini duyar
mıydı ki? Tıp tıp atan kendi yüreği miydi? Susturabilseydi acısını, işitir miydi
o çok sevgilinin yürek sesini? 12 yaşının ortasında idi Muhammed. Tüm çileli, zulüm
göre vatanların çocuklarından biriydi. Kavruk, ürkek ve sıradan...
***
Eğer
yolunuz düşerse zulmün yürekleri yaktığı o mazlum ülkelere, yakınlaşın Muhammedlere,
Alilere, İbrahimlere ve bakın gözlerine, orada sizi de yakacak ateşi
görürsünüz.
***
Muhammed
12 yaşında, evin erkeği. Anası ve küçük kardeşinin sahibiydi biraz önceye kadar.
Babası sekiz aydır eve gelmemişti. Kimse hakkında ne olduğunu bilmiyordu. Sabah
evden çıkanın akşam gelip gelmeyeceği meçhul hayatların mahzun binlerce
çocuğundan biriydi Muhammed. Bildiği tek hayat buydu.
Akşamları
karanlıkla üstlerine örtükleri korku yorganı altında sabaha nasıl çıkacaklarını
bilmeden, yarı uyku, yarı uyanık, minik bedeni titrerken dua ederdi yarına
annesi, babası ve kız kardeşi ile uyanabilmeyi dileyerek.
Gündüz
annesinin darmadağın olmuş hayatlarını toparlama çabası küçücük yüreğini sızlatırdı
hep. Yine de hamd ederdi sağ ve birlikte oldukları için. Amcası iki yıl önce üç
çocuğu ve eşiyle şehit olmuştu birkaç mahalle ötedeki evlerinde. Muhammed, bu
olayın sabahından bugünün sabahına bir daha geceleri rüya görmemiş, sırtını sert
bir yer minderine salıvermemişti kaygısızca. Uykusu yarı uyanıklıktı; savaşın
çocukları derin uykuyu bilmezlerdi zaten. Onların derinlerinde korku ve acı
vardı. Huzur ve neşe başka ülkelerin şanslı çocukları içindi. Böyle düşünürdü
Muhammed kıyaslamadan. Gıpta eder miydi bilinmez, ama huzuru ve güveni
düşlediğinde, yüreğinde kanı bir ılık akar, gözlerinde ışıklar yanardı kara
günlere inat ve umut eder, sözler verirdi kendine.
Eğer
savaş biterse okuyup mühendis olacak, yıkılan evini, mahallesini, okulunu
yeniden yapacak ve savaşın bütün izlerini silecekti hayatından ve hayâlinden.
Oysa şimdi babasının hayatından endişe ederlerken, anacığı ve minik kardeşi bir
top acı olmuş, yatıyordu yanı başında. Ve Muhammed, içinde keskin bir sızı, bedeni
acısını taşıyamayacak gibi soluk almayı unutmuş, donuk ve ıssız, öylece
oturuyordu sabit gözlerle. Zaman durmuştu. Mekân zaten durgundu. Acı ve korku
havada asılı kalmıştı Muhammed’in üstüne yağacağı anı bekleyerek. Ne kadar
zaman geçti, kaç soluk aldıysa, azdı. “Çok” mefhumu yoktu Muhammed’de.
Küçücük
yüreğini dayanmaya hazırlıyordu. Onu yaşatma emriyle donanmıştı beyni ve bu durgunluk
sadece zahirdeydi. Muhammed’in içinde volkanlar patlıyor, dünyalar yıkılıyor,
hayâller ve umutlar darmadağın oluyordu. Muhammed’in yüreği mahşer yeriydi,
bedeni ve ruhu dağılıyordu bu yıkıntıların üzerine acı ve kahırla. Gözlerini annesinin
yumak olmuş hâline kilitlemiş, kolları tüm dermanı bitmişçesine, vazgeçmişçesine
uzanmıştı oturdukları evin artık yuva vasfını kaybetmiş toprak zeminine.
Sahi,
toprak zeminli, yarısı yıkık çatılı bu evde bazı aç, bazı yarı tok ama her
zaman korku ve acı ile uyumak, yazılmış bir kader miydi? Yoksa zalim bâtılın
doymak bilmez ihtirasları mıydı? Ona ve onun gibi yüz binlerce çocuğa, anaya,
babaya yaşatılan, çatısız, duvarsız, güvensiz ve sağlıksız yaşam alanlarında heba
olan o canların günahı neydi Müslüman ve insan olmanın dışında?
Bu
ne doymak bilmez hırs, bu ne bitmeyen bir kindi! Ne zamana kadar sürecekti?
Suçlu olan sadece zalim bâtıl mıydı? Dünyanın Müslümanları neredeydi? Müslüman
Müslüman’a ne zaman yürekten “Kardeşim” diyecekti ve bugün değilse ne zaman
elinden tutup kaldıracaktı Muhammedleri, İbrahimleri, Asiyeleri, Ayşeleri? Niye
ölü toprağı serpilmiş gibiydi tüm Müslümanların üstüne? Acıdan olmasa gerekti
bu. Onların durgun eylemsizlikleri, olsa olsa iman eksikliğinden, kardeşlik
hukukunu bilmemekten ve Kur’ânî yaşamdan uzaklaşmaktan ileri gelebilirdi...
Muhammed,
top gibi olmuş kanlı bir yumakta kaybetmişti tüm umut ve hayâllerini. Kalbi
acıdan kasılmış, atmayı unutmuştu sanki. Bu bir an mıydı, yoksa bin yıllık acıların
toplamı bir zaman mıydı? Bilemedi yüreği ve daha fazla dayanamadan koptu göğsünden,
atıldı anacığı ile kardeşinin üzerine. Acının dili yoktu, acıyı yaşatanınsa
dini…
“Ah benim körler
ülkesinde ayna satan kalbim…”
(Sezai Karakoç’a saygıyla...)