BİR travma sesi... Boyu
kısa, ömrü uzun… Kendisi duyuyordu sadece. Bir konuşma değildi oysa. Belki
üzerinde en ağır mânâları barındıran tercümesi zor bir tiyatro...
İnsan
eceline nasıl gider ki bile bile? Hayır, bu ecel gibi bir şey de değildi.
Ecelin sonunda tek nokta vardı çünkü. Ve bu biliniyordu. Bu şehirden ayrılmanın
onun hayatına kaç okka virgül getireceğini bilmeden, gara giden servisteki kısa
yolculuğuna devam ediyordu.
Aslında
bir yere varmamak adına uzaklaşıyordu. Yolunun bir yere varmayacağını, ezelden
kulağına üflenmiş bir kararlıkla kalbine tatbik ediyordu.
Kendisi için ne
kadar doğruydu bu yolculuk?
...
Kaç
üç nokta olsa, neyi varsa verip hepsini satın alacaktı. Yok! Öyle veya böyle,
bir cevap yok. Olsa… Cevap verecek olsa, kırılmış kanatlarının altına
bakacaktı. Gel ki, her şey bir örtüden ibaretti şimdi.
Akan
bütün sular bile bu anda tersine yürüyor olmalıydı. Bedeni ve rûhu da bu
tablodan farklı bir durum da değildi. Öyle ki bedeni, rûhunun kanatları
altında, cesedin üzerine örtülmüş eski bir gazete kâğıdı gibiydi.
Evet,
öyle sarı ve öyle ölüktü. Onun için şehrin çelikten olan bütün kapıları çok
evvel kapanmış, o ise buna rağmen hep yeni çâreler aramıştı. Bu kez
çıkamayacağını kesin bir biçimde biliyordu sadece. (Biliyordu; mânâ, suyunu çekmişti kelimelerden. Hayat, elini çekmişti
uçamayan kuşların gözlerinden.)
Göz
kapaklarında bir derman bulacak olsa camdan dışarı bakacaktı. Görebildiği her
şeyi kucaklayacak, belki hatıra namına hepsini alacaktı. Gitmekten vazgeçmemek
için camdan dışarı bakamıyordu.
Şoförün
radyoya uzanan eliyle -fırtınaya eşlik
eden- bir mızıka sesi duyduğunda dikkati bir nebze dağıldı.
(Müzik, insan
doğasında bir doğa gezintisi kadar sahici ve mekânsaldı ona göre. Ancak bu kez
belki kalıcı bir ikâmet yeri, belki zorunlu bir göç mekânıydı onun için.)
Mızıkanın
sesiyle dikkati dağılınca kayıtsızca ceplerini kurcaladı. İki geliş bileti
buldu. Biri biraz daha eskimişti ki ilk geliş tarihi olan beş yıl öncesine
aitti.
Şehre
geliş gidişlerinde mânâsını ve yakıcılığını yaşadığı her şarkıyı bu biletlerin
üzerine not ederdi. Biri son gelişine aitti ve üzeri tertemizdi. Belki hep öyle
kalacaktı. Kalemini birçok kâğıdın arasına sıkışmış iç cebinden çıkardı. Yok,
bugün, o günlerden biri değildi. Mânâ da, söz de, şarkı ya da türkü de
sıkıştığı yerden bir türlü çıkamıyordu.
Dönüş
yolu başlamamıştı henüz. Kalemini bu kez -daha
ziyâde alışkanlıktan- günlüğüne birkaç cümle düşmek üzere hazır etti. Bir
yandan baba yadigârı sarı yapraklı deftere, bir yandan zihnindeki dağınık
dosyalara baktı. Hemhâl olacağı bir boşluk aradı. Ancak çaldığı bütün
kapılardan eli hep boş döndü.
Belki
aradığı şey, olanca yangının ortasında boşluktan ziyâde bir dostluktu. Ama ne
mümkün?
Tek
şey kalmıştı... Ve
şimdi yapmak istediği tek şey, başı ve sonu itibariyle “bir sır” olan bu
şehirdeki yaşantısını yine bir sırra kadem basarak bitirmeye çalışmaktı. Kuyuya
merdivensiz inip kaybolmak…
Yol
yok, iz yok, geri dönüş yok.
Sırra
ilk kademini atarken, bu kez istemsizce bir cümle zihnine hücum ediyordu: “Kalemden kâğıda sıçradı yangın. İyi ki
satır arasını boş bırakmışım… Kalemden kâğıda sıçradı yangın. İyi ki…”