DİNAMİK sistemler zamana
bağlıdır ve ilerleyen süreçte kendisini yeniler ve gelişir. Bu durum bütün
dünyanın kabul ettiği bilimsel bir bakış ve oluşum yoludur. Bir insanın doğup
büyümesi, fidanın ağaç ve orman olması birer dinamik sistemdir.
Yeni
üniversitelerin açılması, yeni fakülte ve öğretim elamanı kadrosuyla gelişip
büyümesi de dinamik sisteme bir örnektir. Fakültelerin asgarî şartları
taşıdığında açılıp öğretime başlaması makbul sayılabilecek bir durumdur.
Eleştiri
bilimsel veriler ve ölçütler çerçevesince olursa, yapıcılık özelliği de son
derece fazla olur. Ortaya konulan bir oluşumu/eseri değerlendirip olumlu ve
olumsuz yönlerini ortaya çıkarmak son derece önemlidir. Bu tür bir eleştiri
makul olandır.
Ancak
bazı köşe yazarları ve her defasında millî ve mânevî değerlere düşmanca yaklaşan
bazı gazeteciler nedense üniversitelere ve oradan da eğitime şiddetli bir
saldırı yapıyorlar. Birkaç haklı eleştirinin yanında üniversitelerin sadece
“tabelâ üniversitesi” derekesine indirilmesi ve öldürürcesine saldırılması
kabul edilebilir bir durum değildir.
Uzman
olmadığı ortada olan veya sadece 4 yıl öğrenim dışında bilgisi olmayan bu tür
yazarlara bakıldığında, bir rektörün mâkâm arabasının üzerine çıkıp tepineni,
Gezi Olayları’nda sınavları bırakıp Taksim’e öğrencileri gönderen vakıf üniversite
yöneticilerini veya hazine arazisine yapılan üniversiteyi eleştirmedikleri
görülüyor. Bilgisayarın başına oturmuş, masa başında, son dönemde açılan
üniversiteleri yerin dibine sokup çıkarıyor.
Bir
yazar, gazeteci ve kalem tutan ellerin bilimsel veri ve ölçü çerçevesince,
belli kıyaslama ölçüleri ve dünya ölçeğinde karşılaştırma yaparak aksayan ve
iyi giden tarafları yazmaları anlaşılabilir bir durumdur. Ancak Hükûmet’in son
yıllarda açtığı üniversitelerin tamamını bir kefeye koyarak ölümüne ve düşmanca
eleştirmek, kim olursa olsun, vatandaşlık görevinin kötüye kullanılmasından
başka bir şey değildir! Belli veri ve bilimsel ölçütlere dayanmadan yapılan bu
kadar acımasız eleştiri sadece ülkeye, millete ve değerlere kin ve nefretin bir
sonucu ile açıklanabilir.
Üniversitelerimize
odaklanıp biz de bir fotoğraf ortaya koyalım… Türkiye’nin bir dönem 30
civarında üniversitesi varken, 1992 yılında 22 yeni üniversite açılarak bu sayı
52 civarında olmuştu. O dönem şiddetli bir eleştiriye maruz kalan üniversiteler
çok geçmeden 28 Şubat Darbesi ile karşılaştılar.
O
dönem de yeni açılan üniversitelerin “tabelâ üniversitesi” olduğunu iddia eden
bazı basın organları, makul bir araştırma ile durumun hiç de öyle olmadığını
ortaya koydular. Şöyle ki; 1992’de kurulan üniversitelerin 5-6 yıl gibi kısa
bir süre içerisinde diğer üniversiteler düzeyinde bilimsel çalışmalara imza
attıklarını kendi TV’lerinde yayınlayarak kabul ettiklerini ve eleştiride
haksız olduklarını dahi açıkladılar.
“Türkiye’nin
özel şartları var” diyerek 1992’de kurulan üniversitelere karşı çıkmanın nedeni
ise kısa sürede anlaşıldı. 28 Şubat’ı yaparak tepeden inme rektörler atadılar.
28 Şubat tam anlamıyla şimdilerde daha iyi anlaşılıyor. Çünkü 28 Şubat’ta bazı
öğrenciler üniversitelerden atıldılar, çekmedikleri sıkıntı kalmadı. Bilime ve
akla aykırı ne kadar ahlâk dışı fikirleri varsa “ikna odalarında”, kölelik
dönemlerindeki gibi öğrenci ve öğretim elemanlarına dikte ettiler.
1992’de
Özal’ın kurduğu üniversitelere “Türkiye’nin özel şartları var” diyerek karşı
çıkışın nedeninin 28 Şubat ile Anadolu insanının okumaması olduğu anlaşılmış
oldu. Günümüzde çok sayıda rektörün bu üniversitelerden yetiştiğini burada not
olarak belirtmekte yarar var.
Son
15 yıl içerisinde yeni açılan devlet ve vakıf üniversiteleriyle birlikte ülkemizde
206 civarında üniversite mevcudu olmuştur. Kısa süre içerisinde yeni
üniversitelerin de açılacağını düşündüğümüzde bu sayı toplam 220 civarında
olur. Bizim kadar bir nüfusa sahip olan Fransa’da 225 üniversite mevcut ki biz
bu sayıya erişmiş olacağız. Nicelik açısından itiraz gerektirmeyen bir veri ile
karşı karşıyayız.
Cumhuriyet’le
birlikte Avrupa’yı geçme hedefinde emin adımlarla ilerlerken, Fransa’daki
üniversite sayısını bile yeni yakalama durumundayken sırf siyâsî tarafgirlikten
dolayı yeni üniversitelere “tabelâ üniversitesi” ve “sahibinden satılık
üniversite” gibi akla ve mantığa aykırı ifadelerle düşmanca saldırılması kabul
edilemez!
Yeni
kurulan üniversitelerin hepsinde eksik, aksayan yön ve istenmedik durumlar
olabilir. Akademiyle ilgili eksik ve aksayan yönleri ortaya koyup çözümlerini
de belirtmek hepimizin yararına olacaktır. Ancak aynı kefede olmayan ve aynı
şartları sağlamayan köklü geçmişe sahip üniversitelerle yeni kurulan
üniversiteleri karşılaştırarak ortaya bir sonuç çıkarıp kurumlar arasında uçurum
varmış gibi göstermek doğru bir eleştiri değildir.
Devletin
2002’de TÜBİTAK bütçesini önce 10, sonra 40 ve daha sonra da 100 kat arttırarak
Ar-Ge’ye verdiği önemi görmemek körlük değil, kin ve nefretin bir sonucudur. Akademik
personel bu artıştan son derece yararlanmıştır. Burada her şeyin güllük gülistanlık
olduğunu iddia etmiyorum, ancak aksayan yönlerine rağmen yürüyen bir dinamik
yapının olduğu açıktır.
Yeni
kurulan üniversitelerde tıp fakültelerinin açılmasında da bir sorun yoktur.
Ancak tıp ve diş hekimliği gibi sağlık alanındaki fakültelerde öğretim elemanı
kadrosu, teknik altyapı ve benzer durumlar tamamlanmadan eğitim-öğretime hemen
başlanmasını doğru bulmuyorum. Böyle yapan az sayıda üniversite var maalesef.
Köklü
geçmişi olan üniversitelerle yeni kurulan bazı üniversiteler, aralarında
protokol imzalayarak çözüm yolunu buluyorlar. Yeni kurulan bir tıp fakültesi
ÖSYM tercih kılavuzunda yer alırken, belli süre eğitim-öğretimde gelişmişlik
sürecini tamamlayarak protokol imzalanan üniversite de YÖK’ün bilgisi dâhilinde
işleyişini sürdürüyor. Bu, makul ve kabul edilebilir bir çözümdür.
Türkiye’de
maalesef, belki de dokumuza bağlı olarak, üreten ve çalışan akademisyenlerin
pek sevilmediği bir ortam var. Kariyerini tamamlamış insanları çalışmaya teşvik
edecek bir ortam olmadıktan sonra doktora ve doçentlik gibi uzun soluklu yorucu
bir süreç sonunda çok sayıda kişi çalışmak istemeyecektir. Bu durum, her dönem
üzerinde tartışılan bir konu olmuştur. Ancak bu ve benzeri durumlar asla
üniversitelerin birer “tabelâ üniversitesi” ve “sahibinden satılık üniversite”
olduğunu ortaya koymaz.
Üniversitelerin
en önemli ayaklarından biri, bilimsel makale üretimidir. 2019 ile 2010 yılı
arasındaki makale üretimlerinin oranına bakmak doğru bir sonuç verecektir. WOS
(Web of Science) 2019 ve 2010 yılı bilimsel makale üretim oranlarında İran 2,4
ile birinci sırada; Çin 2,1 ile ikinci sırada; 1,6 ile Türkiye ise üçüncü
sırada yer almaktadır. 1,57 ile İngiltere dördüncü; 1,52 ile Rusya beşinci ve
1,48 ile Hollanda altıncı sırada yer almıştır. Sırayı 1,47 ile Kanada; 1,38 ile
Almanya; 1,33 ile ABD; 1,24 ile Fransa ve 1,16 ile Japonya devam ettirmiştir.
Bu
bilimsel (WOS) verilere göre Türkiye, gelişmişliğini en iyi derecede
yükseltmeye çalışsan dinamik ve üretken bir üniversite yapısına sahip olduğunu
ispatlamıştır.
“Üniversiteleri
eleştireyim” derken konuyu siyâsî tarafgirliğe, kin ve nefrete alet etmek hiç
kimsenin hâddine değildir.
Köşesinde durup sadece son yıllarda kurulan üniversiteleri hedef alarak “eleştiri” adı altında saldırmak, 28 Şubat döneminde olduğu gibi Anadolu insanının okumasının istenmemesinden ileri gelmektedir. Zihniyet değişmemiş, düşmanca tavırsa katlanarak artmıştır.