Sarsılıyoruz

Standartları yüksek yaşantıların reklâmları göz önünde olan kişiler üzerinden sahnelenirken, buna ulaşmanın yolunun kültürden, toplumdan ve aile değerlerini yok saymaktan geçtiğini fark ettirmeden ara cümlelerle zerk ettiler dimağlarımıza.

HAYRET duygusu insanın safilik mâkâmını ölçecek en yetkin, en nitelikli davranış modellerinden biridir bana göre. Ne kadar hayret ediyorsak, o kadar kadim öğretilerimizi ve fıtratı saf hâliyle muhafaza ediyoruz anlamına gelir. Değil mi ki hayata yansıttığımız kabullerimizin sınırları dışında duyduğumuz, tanık olduğumuz olayları naklederken “Deprem etkisi yaptı” tanımlamasıyla olayın vahametini aktarmaya çalışıyoruz artık.

Globalleşen dünyada ulusların ve kültürlerin iç içe geçmiş olduğu hâlde görgülerimizin alanları gereğinden fazla genişliyor, hayret seviyelerimiz sınırlar üzerine hızlı bir ivmeyle çıkış yapmaya devam ediyor. Özellikle 50-60 yaş aralığında olan kuşağın “Bakalım daha neler göreceğiz” dediği insanın davranış ve dönüşümündeki olağanüstülük, artık aklın sınırlarını bir hayli zorluyor. 

Bu hızlı değişim, özel televizyon kanallarının yayına başlaması ve sayılarının çoğalmasıyla start almış, rutinin dışındaki programlar ve bu programları servis etme yöntemlerini hızlandırmıştı. “Güncel” tanımlamasıyla isimlendirilen programlar, izleyici potansiyelini yükseltmek için genelin dışında bir içeriğe sahip oldukları noktasında yüksek merak duygusu uyandıracak başlıklarla takdim edildi bizlere. Örneğin “Flaş! Deprem etkisi yapacak” gibi vurucu etki taşıyan cümlelerin ana hedefi, izleyiciyi yakalamak üzere kurulmuştu. Haber, izleyicisine ulaştığı andan itibaren hayretlere çarpıp kabullerin üzerinde aşınmalar başlatacak, insan üzerindeki deformasyonun ilk hareketleri hayata geçmiş olacaktı.

Bunlar birer titreşimdi dalgalar hâlinde gelen. Önce farklı olanın, ilk defa tanık olunan durumların şaşkınlığıyla fark edilmedi buzdağının arkasındaki gerçekler. Erdemler ve ahlâkî değerlere defans yapan içerikler insan fıtratı üzerinde sarsıntılar oluştururken, sessiz sessiz değişen dengelerin kimse farkına varmıyordu maalesef. Çünkü merak duygusunu beslemekle meşguldü ekran karşısında olanlar. Şimdilerde bu haberlerin hazırlanış ve yayınlanışında görevli ekibin “Deprem etkisi yapacak” cümlesini rastgele kullanmadığı, sismoloji bilimini ciddi anlamda ele alıp teori ve uygulamadan ziyadesiyle istifade ettiği kanaatindeyim. Neden mi? Çünkü insan da kâinat gibi katman katmandır. Yaratılış noktasında muazzam bir sistem, hassas ayarlar ve kırılgan bir denge... Bu tasarlanan yozlaştırma plânı, tıpkı bir depremin meydana gelme evreleriyle aynı yolu kat ediyor gibiydi. Hem sismoloji biliminden, hem de “deprem” benzetmesi üzerinden izahına çalıştığımız sinsi projelerin nasıl bir benzerlik içerisinde olduğuyla ilgili bilimsel verilerden kısaca bahsetmek, kurulan cümlelerin maksadını daha anlaşılır kılacaktır.

Dünya beş ana katmandan oluşmaktadır. Atmosfer ve su küreden sonra Dünya’nın dış kısmını kaplayan, kalınlığı 70 ilâ 100 kilometre olan litosfer, bir diğer ismiyle taşküre, bunun bir alt kısmında ise kalınlığı 2 bin 900 kilometre olan manto katmanı bulunur. Bu katmanın üst kısmına yumuşak “üst manto” diyoruz. Bu kısım taşkürede yani yaşadığımız alanda meydana gelen “deprem” isimli doğal afetin oluşumunun zemini ve komuta merkezidir. Çünkü yumuşak üst manto da oluşan kuvvetler ve özellikle konveksiyon akımları nedeni ile taşküre parçalanmakta, “levha” dediğimiz sabit olandan kopmuş kısımların oluşmasını tetiklemektedir. İşte bu levhaların birbirlerine sürtündükleri, sıkıştırdıkları ve birbirlerinin üzerine çıkma ya da altına girmeleriyle “deprem” adını verdiğimiz kuvvetli ve de yıkıcı sarsıntı meydana gelir.

Bu bilgilerin ekseninde Dünya’nın depremini hazırlayan süreçle insanın depremini hazırlayan sürecin nasıl da paralel ilerlediğini bu bilgiler üzerinden yorumlayacak olursak, genel kabullerimiz, bağlı olduğumuz inanç sisteminin emir ve yasakları, görgü ve kültürümüze bir nevi “taşküre” dersek, bunun bir alt katmanında insan olmamızın en büyük dinamiği olan “nefs” yani iradî hareketlerin karar odası var.

Hassas dengeleri tartan yaratılış malzemesine ise “yumuşak üst manto” diyebiliriz. Her türlü değer değişimi ve dönüşümünün merkez üssü… İşte tüm kabullerimiz ve kutsallarımızı kırarak “nefs” katmanına inen görsel ve işitsel etkiler, orada farkında olmadan birikerek aşınma ve kırılmalara zemin hazırlayıp “levha”ların, değerlerden kopmuş parçalarımızın oluşmasını tetikleyecektir. Böylece ufak ufak beslendiğimiz kaynaklar, tıpkı depremin oluşmasını hazırlayan kırılmalar ve enerjinin birikmesi gibi alt belleğimizde toplanacak, ardından bu biriken enerji, bir gün mutlaka açığa çıkarak sarsıntısı geniş bir alanı etkileyecektir. Tıpkı merkez üssü İstanbul olan bir depremin İzmir’de, Aydın’da yıkıcı etkilerini görebileceğimiz gibi… Bunun nesiller ötesine ulaşıp hasarı kaç kuşak sonrasında hissedileceğini düşünebilir miyiz?

Buradan da anlaşılacağı üzere, önce sabit olanı parçalamaktı esas olan. Adeta bu bilimsel verilerden beslenerek ve dahi talimini yaparcasına evvelâ insanın gözüne, kulağına sızdırmaya çalıştıkları bu sözüm ona “haber” içerikleriyle duyu organlarından yol kat ederek nefse yerleşme metotlarıydı bir bakıma. Ne kadar görmek ve duymak, o kadar normalleştirmek, kabul ettirmek ve yaşamda tatbik etmek... İnsanoğlunun varlık mayasında ana malzeme olan iki önemli kavram üzerinden zihinler avlanmaya çalışıldı ne yazık ki. “Cesaret” ve “özgürlük” öyle merkez duygular ki tarihte ve bugünde roller ve konumlar buradan belirlenirken, zamanın içinde insanlık bu iki hareketin üzerinden yol kat etti ve şekillendi. Biz “cesaret” kelimesinin anlamını toplum olarak dâvâsı uğruna her türlü tehlikeyi göze alan, kendi nefsinden azâde, hakkın ve hakikatin mücadelesini veren civanmert şahsiyetlere atfediyorduk. Bir anda içi boşaltılıp heybeti üzerinden çekilerek ve bayağılaştırılarak, insanların giyim kuşamındaki aykırılıktan tutun da toplumu ve aileyi hedef alan kadın-erkek ilişkilerinin meşru daireler dışına taşınmasına yönelik hareketleri “cesaret” duygusunun merkezine yerleştirip bizlere sunmaları genel kabullerimizin ilk sarsıntılarındandı.

Örneğin, “Filanca isimli ünlü kişi, cesur kıyafetinden dolayı moda listelerini alt üst edip ilk sıraya yerleşti” gibi yüceltme ve rol model gösterme mesajlarıyla muhatap olmaya başladık. Beraberinde, “özgürlük” duygusuna yeni anlamlar biçilip giydirilmesiyle kavi bir plânın uygulama pratikleri başladı. Ve sinsice sahnelenmeye… “Magazin” diye tanımladığımız ve “ünlü” unvanı almış bilinir kişilerin özel ve mahrem hayatları anbean bizlere seyrettirildi. Amaçlı ve bir kurgu üzerinden… Kapitalist düzenin çarklarında ruhları lime lime olmuş eşref-i mahlûkat, tâbi olmanın zincirlerini kırdıkları, bağımsız oldukları zannıyla sistemin köleleri olarak toplumdan ve toplumu oluşturan değer yargılarından kopuşu ve reddedişi “özgürlük” adı altında işledi zihinlere. Bireysellik ön plâna çıkarılırken, aidiyet bağlarını koparıp değerlere karşı çıkmayı “özgür düşünce”, bunu destekleyen hareketleri ise “medenî cesaret” olarak tanımladılar maalesef.

Standartları yüksek yaşantıların reklâmları göz önünde olan kişiler üzerinden sahnelenirken, buna ulaşmanın yolunun kültürden, toplumdan ve aile değerlerini yok saymaktan geçtiğini fark ettirmeden ara cümlelerle zerk ettiler dimağlarımıza. “Ben kötü bir şey yapmadım, bu benim bedenim, saygı duymalısın” gibi görünürde ilkeli fakat hangi amaca yönelik sarf edilmiş ve neleri normalleştirmek üzerine kurulmuş cümleler biraz düşünülünce, bunların göründükleri kadar masum ve sıradan olmadıkları çok da derinlerde değildi aslında.