Şark toplumları ve şiddet kültürü

Şark toplumları ne yazıktır ki şiddet sorununu henüz çözebilmiş değildir. Bireysel şiddet olaylarından tutunuz da dînî, mezhebî, siyâsî ve etnik sebeplerden dolayı yıllardan beri devam eden iç savaşlar, çatışmalar, feodal yapı ve bedevî davranışlardan kaynaklanan kan dâvâları, düşmanlıklar ve farklı görüş ve düşüncelere olan saygısızlıklar maalesef hâlen yoğun bir şekilde devam etmektedir.

BENİ bu makaleyi yazmaya teşvik eden temel saik, geçen hafta bir televizyon programının canlı yayınında başlayan, akabinde de stüdyoda devam eden ve içinde küfür, hakaret ve şiddetin bol olduğu bir olayın (ilk gösterge, delil ve şahit beyanlarına göre “bunlar” tek taraflı olarak milletvekili ve koruması tarafından uygulanmıştır), bir milletvekili ile bir gazeteci arasında cereyan etmiş olmasıyla alâkalıdır.

Ne var ki, bu ilk defa vukû bulan bir olay değildir. Daha önce de kimi kişiler ve mecralar tarafından hem gazetecilere, hem de milletvekillerine şiddet uygulanmıştır. Aynı zamanda kimi milletvekilleri ve gazeteciler de devletin memuruna, polisine, sivil vatandaşına şiddet uygulamaktan geri durmamıştır. Yakın tarihte bunun bir sürü örneği vardır. Bu mânâda aslında kimsenin kimseye söyleyecek pek fazla bir sözü de yoktur. Bu konuda neredeyse herkes (partileri ve sosyal grupları nezdinde) “sabıkalıdır”.

Topluma örnek olması gereken milletvekili ve gazetecilerin bir kısmı ne yazıktır ki çoğu zaman ipin ucunu kaçırmakta ve topluma kötü örneklik teşkil etmektedirler.

Ancak, bu olayların bazıları spontane olarak gelişmiş gibi görünse de aslında sorunun (şiddet) kaynağı çok eskilere dayanmakta ve insanlık tarihinin kökenlerine kadar gitmektedir.

Her şeyden önce şunu vurgulamak gerekir ki, yaratılış kıssasında olduğu gibi insanoğlu kan dökücü, şiddet uygulayıcı bir özelliğe sahiptir. Bunun böyle olduğunu hem insanlık tarihi teyit etmekte, hem de modern psikologlardan Sigmund Freud başta olmak üzere diğer psikologların bazıları bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bu bakımdan şiddet uygulamak aslında potansiyel olarak her insanda vardır. İnsanoğlu fırsat bulunca, şartlar da oluşup olgunlaşınca (gerekçe ne olursa olsun, kendisi açısından kendini haklı gördüğünde) şiddet uygulamaktan asla geri durmamaktadır. Bu uygulamada sadece şiddetin türü, şekli ve dozajı değişmektedir.

Hatta belki çok ileri bir söz olacak ama (maksadını aşmaktan ve yanlış anlaşılmaktan, aynı zamanda da insanların şerrinden ve şiddetinden Allah’a sığınırım), Allah bile şartlar olgunlaştığında ve insanlar hak ettiğinde “şiddet” uygulamıştır. Bu bir zulüm değildir, çünkü Allah hiç kimseye zulmetmez.

İnsanların anladığı mânâda Allah için “şiddet” kavramı belki kullanılmaz ama (“helâk etme”, “cezalandırma”,elîm, can yakıcı azap” kavramları daha uygundur) mesele anlaşılsın diye burada bu kavram kullanılmıştır.

Hak ettikleri, yoldan çıktıkları, azgınlık yaptıkları için meselâ Nûh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi, Lût kavmi gibi daha birçok topluluk Allah tarafından toptan helâk (yok) edilmiştir. Daha doğrusu bir hâlden başka bir hâle geçirilmişlerdir.

Tekrar insanın insana uyguladığı şiddet konusuna dönecek olursak, işte insanın şiddet uygulama, kan dökme, zulmetme özellikleriyle ilgili olarak yaratılış kıssasında geçen hâdise Kur’ân’da şöyle ifâde edilmektedir:

“Hani Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz Sana hamd ederek daima Seni tesbih ve takdis ediyoruz’ demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ demişti.” (Diyânet İşleri Meâli. Yeni. Bakara, 30)

Yeryüzünde insanlar arası şiddetin ilk uygulanışı ile ilgili olarak yukarıdaki âyette geçen “İlâhî senaryo” ya da meleklerin “itiraz” enstantanesi, “ne yazık ki melekleri doğrularcasına” “Hâbil ve Kâbil” arasında geçiyor, daha doğrusu “Kâbil”in “Hâbil”e şiddet uygulayarak onu öldürmesiyle sonuçlanıyordu. (Senaryoda rol alanlar hiç şüphesiz ki kendi özgür irâdeleriyle rol almışlar ve rollerinin gereğini yapmışlardır.)

Bu konudaki ilgili âyetler şu şekildedir:

“(Ey Muhammed!) Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, ‘Andolsun seni mutlaka öldüreceğim’ demişti. Öteki, ‘Allah, ancak Kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder’ demişti. ‘Andolsun, sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu zalimlerin cezasıdır.’ Derken nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak) onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu.” (Diyânet İşleri Meâli. Yeni. Mâide, 27-30)

Görüldüğü gibi, şiddetin kökenleri çok eskilere dayanmaktadır. Ancak bu demek değildir ki insanoğlu her durumda mutlaka şiddete başvuracaktır. Hayır, böyle bir şey olamaz! Zâten böyle bir şey Allah tarafından da hoş karşılanmamaktadır.

Ama ne yazıktır ki insanlık târihi bir açıdan şiddetin târihidir. Bireysel şiddetler, toplumsal şiddetler, milletlerarası şiddetler hep bu cümledendir.

Şiddetin temelinde yatan sebepler ise feodal bedevî davranışlar, dînî, mezhebî, meşrebî farklılıklar, siyâsî, ideolojik, teolojik, etnik ayrışmalar, sınıfsal ve ekonomik faktörler, insanların gücü ve iktidarı ele geçirme çabaları, bireylerin hevâ ve heveslerini kutsayarak putlaştırmaları, insanların doymak bilmeyen arzu, iştiyak ve bencillikleri ve daha bir sürü sebebin yanında tabiî ki hepsinin temelinde var olan adâletsizlikler ve adâletsiz uygulamalardır.

Şiddet olgusu, Batı toplumları da dâhil olmak üzere her toplumda görüleceği gibi, bizim toplumumuzda da çok sık olarak rastlanan bir olgudur. Nitekim Batı’nın târihine bakıldığı zaman özellikle Orta Çağ’dan günümüze gelinceye kadar içeride ve dışarıda çeşitli sebeplerden dolayı (dînî, siyâsî ve ekonomik sebepler başta olmak üzere) nice şiddet olayının vukû bulduğu görülür.

Ancak Batı, son yüzyıllarda, özellikle içeride bazı istisnâlar hâriç olmak üzere kendi vatandaşları için şiddet sorununu önemli ölçüde çözmüştür. Hele de siyâsilerin kaba kuvvete başvurmaları, düşünce, inanç ve görüş farklılıkları için olay çıkarmaları, milletvekili ve gazetecilerin dövme ve dövülme fiilleri yok denecek kadar azdır.

Mâmâfih, Batı’da yabancılara karşı yapılan ırkçı saldırılar, İslâmofobi ve Amerika’daki toplu saldırılar bundan müstesnâdır.

Şark toplumları ise (genelde İslâm ülkeleri) ne yazıktır ki bu sorunu (şiddet) henüz çözebilmiş değildir. Bireysel şiddet olaylarından tutunuz da dînî, mezhebî, siyâsî ve etnik sebeplerden dolayı yıllardan beri devam eden iç savaşlar, çatışmalar, feodal yapı ve bedevî davranışlardan kaynaklanan kan dâvâları, düşmanlıklar ve farklı görüş ve düşüncelere olan saygısızlıklar maalesef hâlen yoğun bir şekilde devam etmektedir.

Dolayısıyla bu anlayış ve zihniyet bir kültür olarak (şiddetten beslenen yaşam kültürü veya hayat tarzı) öteden beri Şark toplumlarına yerleşmiştir. Buna önemli ölçüde (diğerleri kadar olmasa da) kendi toplumumuz da dâhildir. Bu durum, henüz yeterince medenîleşemediğimizin göstergesidir ne yazık ki!

Onun için, behemehâl bu olumsuz tabloyu tersine çevirmek zorundayız ve şiddet kültürünü hayatımızdan çıkararak kesintiye uğrayan medeniyet sürecimizi tamamlamak durumundayız.