
BENİ bu makaleyi
yazmaya teşvik eden temel saik, geçen hafta bir televizyon programının canlı
yayınında başlayan, akabinde de stüdyoda devam eden ve içinde küfür, hakaret ve
şiddetin bol olduğu bir olayın (ilk gösterge, delil ve şahit beyanlarına göre “bunlar”
tek taraflı olarak milletvekili ve koruması tarafından uygulanmıştır), bir
milletvekili ile bir gazeteci arasında cereyan etmiş olmasıyla alâkalıdır.
Ne
var ki, bu ilk defa vukû bulan bir olay değildir. Daha önce de kimi kişiler ve
mecralar tarafından hem gazetecilere, hem de milletvekillerine şiddet
uygulanmıştır. Aynı zamanda kimi milletvekilleri ve gazeteciler de devletin
memuruna, polisine, sivil vatandaşına şiddet uygulamaktan geri durmamıştır.
Yakın tarihte bunun bir sürü örneği vardır. Bu mânâda aslında kimsenin kimseye
söyleyecek pek fazla bir sözü de yoktur. Bu konuda neredeyse herkes (partileri
ve sosyal grupları nezdinde) “sabıkalıdır”.
Topluma
örnek olması gereken milletvekili ve gazetecilerin bir kısmı ne yazıktır ki
çoğu zaman ipin ucunu kaçırmakta ve topluma kötü örneklik teşkil etmektedirler.
Ancak,
bu olayların bazıları spontane olarak gelişmiş gibi görünse de aslında sorunun
(şiddet) kaynağı çok eskilere dayanmakta ve insanlık tarihinin kökenlerine
kadar gitmektedir.
Her
şeyden önce şunu vurgulamak gerekir ki, yaratılış kıssasında olduğu gibi
insanoğlu kan dökücü, şiddet uygulayıcı bir özelliğe sahiptir. Bunun böyle
olduğunu hem insanlık tarihi teyit etmekte, hem de modern psikologlardan
Sigmund Freud başta olmak üzere diğer psikologların bazıları bunu açıkça ortaya
koymaktadır.
Bu
bakımdan şiddet uygulamak aslında potansiyel olarak her insanda vardır. İnsanoğlu
fırsat bulunca, şartlar da oluşup olgunlaşınca (gerekçe ne olursa olsun, kendisi
açısından kendini haklı gördüğünde) şiddet uygulamaktan asla geri durmamaktadır.
Bu uygulamada sadece şiddetin türü, şekli ve dozajı değişmektedir.
Hatta
belki çok ileri bir söz olacak ama (maksadını aşmaktan ve yanlış anlaşılmaktan,
aynı zamanda da insanların şerrinden ve şiddetinden Allah’a sığınırım), Allah
bile şartlar olgunlaştığında ve insanlar hak ettiğinde “şiddet” uygulamıştır.
Bu bir zulüm değildir, çünkü Allah hiç kimseye zulmetmez.
İnsanların
anladığı mânâda Allah için “şiddet” kavramı belki kullanılmaz ama (“helâk
etme”, “cezalandırma”, “elîm, can yakıcı azap” kavramları
daha uygundur) mesele anlaşılsın diye burada bu kavram kullanılmıştır.
Hak
ettikleri, yoldan çıktıkları, azgınlık yaptıkları için meselâ Nûh kavmi, Âd
kavmi, Semûd kavmi, Lût kavmi gibi daha birçok topluluk Allah tarafından toptan
helâk (yok) edilmiştir. Daha doğrusu bir hâlden başka bir hâle
geçirilmişlerdir.
Tekrar
insanın insana uyguladığı şiddet konusuna dönecek olursak, işte insanın şiddet
uygulama, kan dökme, zulmetme özellikleriyle ilgili olarak yaratılış kıssasında
geçen hâdise Kur’ân’da şöyle ifâde edilmektedir:
“Hani
Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar,
‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz Sana
hamd ederek daima Seni tesbih ve takdis ediyoruz’ demişler. Allah da, ‘Ben
sizin bilmediğinizi bilirim’ demişti.” (Diyânet İşleri Meâli. Yeni. Bakara, 30)
Yeryüzünde
insanlar arası şiddetin ilk uygulanışı ile ilgili olarak yukarıdaki âyette
geçen “İlâhî senaryo” ya da meleklerin “itiraz” enstantanesi, “ne
yazık ki melekleri doğrularcasına” “Hâbil ve Kâbil” arasında
geçiyor, daha doğrusu “Kâbil”in “Hâbil”e şiddet uygulayarak onu
öldürmesiyle sonuçlanıyordu. (Senaryoda rol alanlar hiç şüphesiz ki kendi özgür
irâdeleriyle rol almışlar ve rollerinin gereğini yapmışlardır.)
Bu
konudaki ilgili âyetler şu şekildedir:
“(Ey
Muhammed!) Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi
de birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul
edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, ‘Andolsun seni mutlaka öldüreceğim’
demişti. Öteki, ‘Allah, ancak Kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul
eder’ demişti. ‘Andolsun, sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni
öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben Âlemlerin Rabbi olan
Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da, kendi günahını da
yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu zalimlerin cezasıdır.’ Derken nefsi
onu, kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak) onu öldürdü ve böylece ziyan
edenlerden oldu.”
(Diyânet İşleri Meâli. Yeni. Mâide, 27-30)
Görüldüğü
gibi, şiddetin kökenleri çok eskilere dayanmaktadır. Ancak bu demek değildir ki
insanoğlu her durumda mutlaka şiddete başvuracaktır. Hayır, böyle bir şey
olamaz! Zâten böyle bir şey Allah tarafından da hoş karşılanmamaktadır.
Ama
ne yazıktır ki insanlık târihi bir açıdan şiddetin târihidir. Bireysel
şiddetler, toplumsal şiddetler, milletlerarası şiddetler hep bu cümledendir.
Şiddetin
temelinde yatan sebepler ise feodal bedevî davranışlar, dînî, mezhebî, meşrebî
farklılıklar, siyâsî, ideolojik, teolojik, etnik ayrışmalar, sınıfsal ve
ekonomik faktörler, insanların gücü ve iktidarı ele geçirme çabaları, bireylerin
hevâ ve heveslerini kutsayarak putlaştırmaları, insanların doymak bilmeyen arzu,
iştiyak ve bencillikleri ve daha bir sürü sebebin yanında tabiî ki hepsinin
temelinde var olan adâletsizlikler ve adâletsiz uygulamalardır.
Şiddet
olgusu, Batı toplumları da dâhil olmak üzere her toplumda görüleceği gibi,
bizim toplumumuzda da çok sık olarak rastlanan bir olgudur. Nitekim Batı’nın
târihine bakıldığı zaman özellikle Orta Çağ’dan günümüze gelinceye kadar
içeride ve dışarıda çeşitli sebeplerden dolayı (dînî, siyâsî ve ekonomik
sebepler başta olmak üzere) nice şiddet olayının vukû bulduğu görülür.
Ancak
Batı, son yüzyıllarda, özellikle içeride bazı istisnâlar hâriç olmak üzere
kendi vatandaşları için şiddet sorununu önemli ölçüde çözmüştür. Hele de
siyâsilerin kaba kuvvete başvurmaları, düşünce, inanç ve görüş farklılıkları
için olay çıkarmaları, milletvekili ve gazetecilerin dövme ve dövülme fiilleri
yok denecek kadar azdır.
Mâmâfih,
Batı’da yabancılara karşı yapılan ırkçı saldırılar, İslâmofobi ve Amerika’daki
toplu saldırılar bundan müstesnâdır.
Şark
toplumları ise (genelde İslâm ülkeleri) ne yazıktır ki bu sorunu (şiddet) henüz
çözebilmiş değildir. Bireysel şiddet olaylarından tutunuz da dînî, mezhebî,
siyâsî ve etnik sebeplerden dolayı yıllardan beri devam eden iç savaşlar,
çatışmalar, feodal yapı ve bedevî davranışlardan kaynaklanan kan dâvâları,
düşmanlıklar ve farklı görüş ve düşüncelere olan saygısızlıklar maalesef hâlen
yoğun bir şekilde devam etmektedir.
Dolayısıyla
bu anlayış ve zihniyet bir kültür olarak (şiddetten beslenen yaşam kültürü veya
hayat tarzı) öteden beri Şark toplumlarına yerleşmiştir. Buna önemli ölçüde
(diğerleri kadar olmasa da) kendi toplumumuz da dâhildir. Bu durum, henüz
yeterince medenîleşemediğimizin göstergesidir ne yazık ki!
Onun
için, behemehâl bu olumsuz tabloyu tersine çevirmek zorundayız ve şiddet
kültürünü hayatımızdan çıkararak kesintiye uğrayan medeniyet sürecimizi
tamamlamak durumundayız.