Şark Meselesi’ne Zeytin Dağı’ndan bakmak

On dokuzuncu asırda Osmanlı-Batı münasebetlerindeki çoğu siyasal gelişmeyi Şark Meselesi ekseninde değerlendirmek komplo teorisi olmaz. Kimilerine göre “meşum asır”, kimilerine göre “imparatorluğun en uzun yüzyılı”dır on dokuzuncu asır. Şark Meselesi de o baş döndüren asrın dinî, siyâsî ve iktisadî gerçeklerinin tezahürüdür.

“Şimdi kimsecikler varmaz yanıma

Mü’minden yoksunum, tek ve tenhayım

Rüzgârlar silemez gözyaşlarımı

Çöllerde kayıp bir yetim vahayım.”

(Mehmet Akif İnan)

***

RUHLARI üşüten bu bürudet, yürekleri sağır eden bu sessizlik… Yaşananların gerçekliğini sorgulayan zihin dilemmamız… Oysa barışın şehri demekti “Yeruşalim” ve kutsal belde demekti “Kudüs”.

Son kertede İsrail/Filistin özelinde yaşananlar hakkında binlerce kifayetsiz kelime sarf edildi mutlaka. Tefessüh etmiş hümanist! Batı ahlâkının sergilediği tutum herkesin malûmu. Bu yüzden yazımızda, güncel boyutundan ziyade meseleye tarih disiplininin kavramları üzerinden yaklaşarak konunun dünden bugüne tarihsel bir çerçevesini çizmeyi vazife edineceğiz.

Başta belirtmeliyiz ki, konu binlerce yıllık insanlık tarihinin derinliklerine dayanan dinî, siyâsî ve felsefî nedenler yumağının son sürümüdür. Medeniyetler çatışmasında her ne kadar görünür nedenler siyâsî olsa da asıl saikin dinî boyutlu olduğunu tarih hep tasdik etmiştir.

Konuyu “Şark Meselesi” kavramı üzerinden anlamlandırmaya çalışacağız. Batılı kaynaklar Şark Meselesi kavramını Roma’ya kadar geri götürmektedirler. O zamanki çerçevesi ile Roma’nın kültürel anlamda hâkim olabildiği Part Occidental (Batı parçası) ve kısmen hâkimiyet sağladığı Part Oriental (Doğu parçası) arasındaki mücadeleyi ifade etmişti.

İslâm tarihinin başlaması ve Türklerin Avrupa’ya yerleşmesi Şark Meselesi; Türk-Avrupa mücadelesini, daha doğrusu Hilâl-Haç mücadelesini ifade etmek için kullanılagelmiştir. Osmanlı Devleti’ne karşı Batılı güçlerce teşkil edilen Haçlı Seferleri niteliğini haiz kutsal ittifakları ve Birinci Dünya Savaşı’nı da bu cümleden saymak doğru olur.

Asırlar içerisinde metotları değişen fakat amacı değişmeyen bu kavramın kuvveden fiile ilk çıkışı, on dokuzuncu yüzyıla girerken Napoleon Bonaparte’nin 1798’de Mısır’ı işgal etmesiyle vuku bulmuştur. 1815 Viyana Kongresi’nde siyaset literatürüne dâhil edilen ve Rum/Mora İsyanı’ndan itibaren yaygınlaşan Şark Meselesi (La Question d’Orient) kavramı, yıkılışına kadar geçen sürede Osmanlı Devleti ile Batılı devletler arasındaki münasebetleri tanımlamak için kullanılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nda son sahnesi icra edilen Şark Meselesi, Osmanlı topraklarının paylaşımıyla neticelenmiştir. İstiklâl Harbi’mizin başarıya ulaşması üzerine Batılı güçler bir kez daha metotlarını güncelleyerek Şark Meselesi kavramını Ortadoğu, hatta Büyük Ortadoğu kavramlarıyla (Filistin, Lübnan, Suriye, petrol, Kıbrıs, Ege adaları, Afganistan ve diğerleri) günümüze taşımışlardır. İkinci Dünya Savaşı’na kadar Yakındoğu olarak adlandırılan Doğu Akdeniz toprakları, bu savaştan sonra “Ortadoğu” olarak adlandırılmaya başlamıştır.

On dokuzuncu asırda Osmanlı-Batı münasebetlerindeki çoğu siyasal gelişmeyi Şark Meselesi ekseninde değerlendirmek komplo teorisi olmaz. Kimilerine göre “meşum asır”, kimilerine göre “imparatorluğun en uzun yüzyılı”dır on dokuzuncu asır. Şark Meselesi de o baş döndüren asrın dinî, siyâsî ve iktisadî gerçeklerinin tezahürüdür.

Şark Meselesi’nin on dokuzuncu asrın sonlarından itibaren Ermeni Sorunu olarak plânlanıp sahnelenmesi gibi, yirminci yüzyıl başlarından itibaren Filistin Meselesi’nin icadı da yine Batılı güçler vasıtasıyla vücut bulmuş bir olgudur. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki topraklarından çıkarılması esnasında uygulanan stratejilerin günümüzde Ortadoğu’da uygulanan taktiklerle büyük benzerlik göstermesi bu yüzden şaşırtıcı değildir.

On dokuzuncu asırda Batı’nın Osmanlı Asya’sındaki coğrafyanın sakinlerini “zengin kaynaklar üzerinde oturan fakir bekçiler” olarak görmesi, meseleye dinî ve siyasal boyutu kadar önemli olan ekonomik bir boyut da kazandırmıştır. Petrolün insanlık tarihi için vazgeçilmez bir unsur olduğunun anlaşılması, doğal kaynak avcısı Batı’nın Doğu’ya yayılması noktasında sonu gelmez bir küresel rekabete sahne olmuştur.

Şark Meselesi’nin modern boyutu olan Ortadoğu projesi de daha sonraki dönemlerde “Büyük Ortadoğu” ve “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu” mottosuyla yine Batılı güçler tarafından İslâm coğrafyasında uygulanmak üzere kurgulanmıştır. Müslüman devletlerin siyâsî rejimlerindeki antidemokratik yapıların zorla da olsa değiştirilmesi, bu fikrin görünür hedefi olarak sunulmuştur. Batı zihniyeti, sömürgeleştirmenin gerekliliğini ve fırsatlarını, on dokuzuncu asırda olduğu kadar yirminci ve yirmi birinci asırda da büyük balığın hakkı olarak görmeye devam etmektedir. Bu manzarada ABD, bu çağın Roma’sı misyonuyla “iyiliksever hegemonya”sının  insanlığa huzur getireceğine herkesi ikna etmek istiyor. Elbette kendisine lâyık gördüğü bu Roma misyonu rolünü icra edebilmek için bazı vasıtalar gerekliydi. Bu bağlamda “Büyük Ortadoğu” kavramının Yeni Muhafazakârlar (Neo-Con) ve onlara destek olan Hıristiyan Evangelistler tarafından icat edilmiş olduğu sır değildir.

Mukaddes mesaj sahibi olduklarını iddia eden bu grupların temel söylemi, İsrail’in İslâm ve komünizme karşı demokrasinin ve medeniyetin kalesi olduğudur. Daha ötesi, bu gruplar bütün Yahudilerin Ortadoğu’da toplanmasını, Yahudileri Hıristiyan yapacak olan Mesih’in gelmesinin şartı olarak görmekteler.

Grace Hallsell’in yazdığı “Tanrıyı Kıyamete Zorlamak” adlı eserdeki çarpıcı ifadeler, aslında Büyük Ortadoğu plânının dinî ve efsanevî temellerinin Hıristiyan Batı’nın hatırı sayılır bir kısmında adeta Kızılelma olarak idealize edildiğini göstermektedir. Esere göre, “Evangelistler, kıyametten önce Ortadoğu’da Hazreti İsa maiyetindeki iyiler ile karşılarındaki kötüler arasında Armagedon Savaşı’nın meydana geleceğine inanmaktadırlar”. Onlara göre, “İsrail Devleti’nin kurulmasıyla Kıyamet Savaşı’nın şartları oluşmuştur; ancak bundan evvel İsrail işgale uğrayacak, ABD İsrail’e yardım edecek, Yahudiler Üçüncü Tapınaklarını inşâ etmek için Mescid-i Aksa’yı yıkacak, bunun üzerine İslâm dünyası İsrail ile Kıyamet Savaşı’na tutuşacak, bu savaş Mesih’in gelişini gerekli kılacak, Mesih savaşın hemen başında dünyaya gelerek gerçek inananları gökyüzüne çıkaracak, onlar Kıyamet Savaşı’nı cennetteki yurtlarından seyredecekler, bu savaştan sağ çıkan Yahudiler Hıristiyan olacaklar”.



Zeytin Dağı ve Şark Meselesi

Yahudi inanışına göre Kudüs’teki Zeytin Dağı, ahir zamanda Yahve’nin ayaklarını koyacağı yer olacak; Mesih, Zeytin Dağı’ndan Kudüs’e girecek, kıyamet ve haşir Zeytin Dağı’nda başlayacak, İsrafil kıyametin başladığını ilân etmek için suru buradan çalacaktır.

Burada hem Kudüs, hem de üç semavî dinin toplumsal yaşamı ile özdeşleşmiş olan Zeytin Dağı’na birkaç cümle ile temas edelim…

Zeytin Dağı, Kudüs’teki en önemli dağdır. Bu efsanevî tepe Eski Kudüs’ün doğu tarafında yer almaktadır. Arap ve Türk anlatılarında Tur Dağı olarak adlandırılan bu dağ ile Eski Kudüs şehrini Kidron Vadisi ayırmaktadır. Romalı Titus ve Selahaddin-i Eyyubî, Kudüs’ü ele geçirmeye geldiklerinde şehre girmeden evvel şehri buradan seyretmişlerdir.

İslâm, Hıristiyan ve Yahudi kaynaklarında Zeytin Dağı hakkında çok sayıda menkıbe mevcuttur. Bazı tefsirciler Kur’ân’daki Tin Sûresi’nde zeytin üzerine edilen yeminin konusunun Zeytin Dağı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Zeytin Dağı’nda Müslümanlara ait camiler, mezarlıklar ve türbelerin yanı sıra Rabiatü’l-Adeviye’nin kabri de yer almaktadır. Hazreti Zekeriya ile Hazreti Yahya’nın mezarlarının Zeytin Dağı’nın eteklerinde olduğu kabul edilmektedir.

Hazreti İsa’nın yaşamındaki birçok sahne de Zeytin Dağı ve çevresinde geçmiştir. Hıristiyan inancına göre Hazreti İsa, Zeytin Dağı’nda ibadet ve dua ile meşgul olduğu sırada Allah tarafından elçilikle görevlendirilmiştir. Yahudilerin eziyetlerinden ve tuzaklarından bıkan Hazreti İsa, Zeytin Dağı’na giderek oradan şehre beddua etmiş, gökyüzüne Zeytin Dağı’ndan yükselmiştir. Hazreti Meryem’in, anne ve babasına ait olduğu kabul edilen mezarının bulunduğu bahçe de Zeytin Dağı’nın eteklerindedir.

Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesi ile Kudüs, bir Hıristiyan şehrine dönüşmüştür. İmparator Konstantin, Kudüs’e girmeleri yasaklanan Yahudilere, şehre bir günlüğüne gelip yas tutmaları için 312 yılında izin vermiştir. O zamana kadar mabet tepesine yaklaşamayan Yahudiler, oraya en yakın yer olan Zeytin Dağı’nı ziyaret ederek oradan harabesi kalmış mabedi seyretmişlerdir.

Hıristiyanlar için de Kudüs’ün önem kazanması, dördüncü asrın ortalarında hac ibadetinin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. O zamana kadar küçük bir kasaba olarak kalan Kudüs’ü Hıristiyanlar dinî açıdan ehemmiyetli görmemişlerdir. Zira onlar için yeryüzündeki Kudüs, yerini Hazreti İsa’nın vaazlarında söz ettiği “Tanrının Krallığı”ndaki semavî Kudüs’e bırakmıştır.

Roma’nın Hıristiyan olmasıyla Hazreti İsa’nın son demlerini yaşadığı Kudüs, Hıristiyanlar için önemli bir mekâna dönüşmüştür. Bizans imparatorları şehrin imarına çalışmışlardır. Dördüncü ve yedinci asırlar arasında Bizans İmparatorluğu’nun önemli şehirlerinden biri olan Kudüs, Müslümanların şehri fethetmesine kadar bir Hıristiyan şehri olarak kalmıştır. Kudüs, Müslümanların ilk kıblesi olması ve Hazreti Peygamber’in Miraç yolculuğuna çıktığı mekân olarak kabul edilen Mescid-i Aksa’ya ev sahipliği yapmasıyla İslâm tarihinde büyük önem taşımaktadır.

Evangelist mistisizminin kehanetsel kavramsallaştırmalarıyla günümüzde oldukça geniş Hıristiyan kitleler tarafından muteber bir kaynak hâline gelen yukarıdaki düşünceler, inanç sistemlerinin toplumların davranış biçimini dizayn etmede en canlı unsur olduğunu teyit etmektedir. İsrail Filistin Müslümanlarına saldırdıkça ABD idaresinin İsrail’e daha fazla destek çıkması, Evangelistlerin fikir penceresinden bakıldığında anlam kazanıyor. Zira “mutlu sona bir adım daha yaklaşılmış oluyor ve Yahudiler, Mesih’in gelişi için gerekli olan görevlerini icra etmiş oluyorlar”.

Evangelistlerin bu koşulsuz desteğinin farkında olan Yahudiler ise “Şimdi güçlü dostlara ihtiyacımız var, gerisini Mesih gelince düşünürüz” düşüncesindeler. Zira işledikleri insanlık suçuna rağmen, dünyadaki kitlesel protestolar karşısında hiçbir güce hesap vermeyeceğini ifade eden İsrail yönetiminin, “Hele savaşı bitirelim, gerekli hesabı veririz” ifadelerindeki rahatlık ve umursamazlık adeta yukarıda bahsedilen “kutsal görev”lerinin bilinci içerisinde olduklarının ifadesidir.

ABD’deki en büyük İsrail yanlısı örgüt olan Hıristiyan Siyonist “Christians United for Israelin kurucusu ve başkanı John Hagee’nin 7 Ekim’de başlayan Filistin-İsrail çatışmalarının ilk günlerindeki bir konuşmasında sarf ettiği dehşet verici şu sözler de yukarıda ifade edilenlere benzer şekilde, meselenin sadece siyasal ve iktisadî olmaktan çok dinî ve felsefî olduğunu gözler önüne seriyor: “İsrail, Tanrı’nın seçilmiş topluluğudur. Kıyamete yakın Mesih ne Washington’a, ne Berlin’e inecek. Mesih Kudüs’e inecek. İsrail’e ne yaparsanız Tanrı da size onu yapacak. İsrail’e yardımı keserseniz Tanrı da Amerika’ya yardımı kesecek.”

İsrail, ABD Yahudileri ve Hıristiyan Evangelistler arasındaki bu felsefî ve siyâsî bağ, dünya tarihinde görülmemiş bir insanlık felâketine yol açmıştır. Sadece “maddeten medenî” olan Batı’nın yarı mistik emperyalist hedeflerine kararlılık ve fütursuzca yürümesi artık medeniyetler çatışmasının çoktan aşıldığını, meselenin başka bir boyuta taşındığını düşündürüyor.

Ezcümle, 11 Eylül saldırılarını takiben ABD, El-Kaide’yi olayın faili olarak ilân ederek 7 Ekim 2001’de Başkan George Bush’un terörizmle savaş ifadesiyle Afganistan Savaşı’nı başlatmıştı. Başkan Bush, “Bugün Afganistan’a odaklandık ama savaş daha kapsamlı olacaktır” diyerek asıl hedef olan Irak’ın işgalinin bahanesini üretmiş, ardından da Irak’ı işgale başlamıştı. İlginç bir benzerlik olarak yine 7 Ekim tarihinde, bu defa son Filistin-İsrail çatışmaları patlak verdi. 2001 saldırılarının ABD dış politika vizyonunda meydana getirdiği bu köklü değişikliğin nedensellik kurgusundaki büyük benzerliğin aynı şeytanî düşüncenin ürünü olduğundan hareketle, İsrail/Filistin konusunun daha geniş coğrafî ve toplumsal alanlara tesir edecek uzun vadeli bir küresel mesele olmaya devam edeceği aşikâr.

(Aralık 2023’te kaleme alınan bu yazının yayımlanacağı tarihte yanılmış olmamız ümidiyle…)