Kavramların
dili
İKİ kelime ya da iki
kavram: Saray ve külliye...
Son
yıllarda ülkemizde ve üzerinde en çok ve en sık konuşulan ve kullanılan iki
kavramdır “saray” ve “külliye”.
Sanki
Türkiye ikiye bölünmüş; ısrarla yarısı “Saray” diyor, yarısı da “Külliye”.
Belki de bizim ülkemizdeki kadar kelime ve kavramların içi boşaltılıp ideolojik
ve politik emellere âlet edilen başka bir ülke yeryüzünde yoktur sanırım.
“Saray” deseniz bir türlü,
“Külliye” deseniz bir türlü. Zihinlerde hemen ayrıştırılıp
yaftalanıyorsunuz. Maalesef bundan kaçış da pek mümkün görünmüyor! “Yukarı tükürseniz
bıyık, aşağı tükürseniz sakal” misâli...
Ne
yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Çünkü hemen damgalanıp ötekileştiriliyorsunuz.
Yanlış anlaşılmaktan korkuyor ve ürküyorsunuz. İki taraf da sizi presliyor.
Kendinizi tost makinesindeki “tost” gibi hissediyorsunuz. Bu durum tam
bir cinnet ve çıldırmışlık hâlidir.
Bakınız,
kavramlar kullanılış amaçlarına göre nasıl da şekil alıyor. Tıpkı sıvının
içinde bulunduğu kabın şeklini alması gibi…
Bu
meyanda kavramlar aslını, neslini, mahiyetini, muhtevasını, haysiyetini,
şahsiyetini, kimliğini, kişiliğini, özünü, ruhunu yitiriyor. Tâbir-i câizse
ölüyor, ceset oluyor. Ya da “morte (Fr.)”, “mevta (Arp.)” oluyor.
Aynı haysiyetini, şahsiyetini, kimliğini, kişiliğini kaybetmiş insanlar gibi…
Çünkü
gıdaların “GDO”sunda olduğu gibi, kavramların genetik yapılarında da
yapay değişmeler oldu. İnsanoğlu her şeyi bozduğu gibi kavramların da özüyle,
ruhuyla oynayarak bozdu ve onları aslî hüviyetlerinden uzaklaştırdı.
Dil
de canlı bir organizmaya benzer. Siz ona sahip çıkarsanız yaşar; yoksa ölür.
Dildeki kelime ve kavramların da semantik, etimolojik, epistemolojik ya da
lugavî, ıstılâhî, lafzî yanları ve yönleri vardır. Siz bunları dikkate almaz da
hepsine birden ideolojik ve politik gömlekler giydirirseniz hem dilinize, hem
de dil üzerinden insanlara yazık etmiş olursunuz. Onları kutuplaştırarak ayrıştırırsınız.
Sonuçta olan hepimize ve içinde yaşadığımız bu ülkeye olur. Uzun vâdede de hiç
kimse bu işten kârlı çıkamaz.
Târihî
perspektif
İdeolojik
ve politik yaklaşımları bir kenara bırakıp da genelde dünya tarihine, özelde de
Türk- İslâm tarihine baktığımız zaman, insanlık medeniyet tarihinde Doğu’da da,
Batı’da da nice köşklerin, kasırların, sarayların, külliyelerin, şatoların yapıldığını
görürüz.
Bu
köşk, kasır, saray, külliye, şato denilen yapıtların hangi amaçlarla yapıldığı,
mimarî şekilleri, işlevsellikleri, konum, durum, hangi ihtiyaçları karşılamaya
ve hangi hizmetleri görmeye yönelik olarak inşâ edildikleri ya da ettirildiklerine
dair bir sürü bilgi ve belgeyi külliyatlı olarak yazılı, basılı ve görsel
kaynaklarda bulabiliriz.
Ama
şurası bir gerçektir ki, medeniyet kurmuş tüm toplumlarda bu yapıtların
insanlar ya da yöneticiler tarafından mutlaka inşâ edildiğini, ettirildiğini
görmekteyiz. Kaynaklara bakıldığında veya ülkelere seyahat edildiğinde, aradan
yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ ayakta kalan nice saraylara, şatolara
rast geliriz.
İspanya’da
“El-Hamra Sarayı”, İngiltere’de “Buckingham Sarayı”, Türkiye’de “Topkapı
Sarayı” bunların tipik örneklerindendir.
“Saray”
kelimesi aslında Farsçadır. Onuncu yüzyıldan itibaren bu kelimeyi artık Türkler
de kullanmaya başlamıştır. “Köşk, kasır (kasr), külliye” ise Arapçadır. Bunlar
Türkçede zaman zaman saray karşılığında da kullanılmaktadır. Meselâ İstanbul’da
“Hidiv Kasrı”, Ankara’da “Çankaya Köşkü” gibi…
Kaynaklar,
Müslüman Araplarda ilk saray inşâsının Muaviye ile Emevî döneminde başladığını,
Abbasîlerle devam ederek geldiğini belirtmektedir.
Türklerde
ise Göktürkler ile başlayan “otağ” yapma geleneği, ilk Müslüman Türk
devletleri olan Karahanlılar ve Gazneliler ile saray inşâsına dönüşmüş,
Selçuklular ve Osmanlılar derken günümüze kadar gelinmiştir.
Yâni
başka bir deyişle Türklerin ve Müslümanların ya da Türk-İslâm tarihine
bakıldığında, bol bol saray inşâ edildiğini, ettirildiğini görmekteyiz.
Bunun
iki sebebi olabilir: Birincisi, bilim ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte
medeniyetlerin inşâsına paralel olarak görkemli yapıtlar olan sarayların da yapılması
(ki burada işlevsel olarak yönetim hizmetleri de dâhil olmak üzere devleti
idâre edenlerin ve maiyetlerinin çeşitli bürokratik, güvenlik ve insânî
ihtiyaçlarının karşılanması maksadıyla bir idâre merkezi olarak sarayların inşâsı)…
İkincisi;
iktidarı, gücü, serveti elinde bulunduranların kibir ve büyüklenme tutkusuyla
Firavunvâri, Karûnvâri, Hâmânvâri bir anlayışla bu sarayları inşâ ettirmeleridir.
Bütün
bunlara rağmen, bu görkemli yapıtların inşâ ettirilmesinin gerekçeleri bir
yana, asıl olan, bu saraylardaki koltuklarda, mâkâmlarda, tahtlarda oturanların
halkı idâre ederken duygu, düşünce, tutum, davranış, icraat, adâlet,
hakkaniyet, helâl-haram gibi konulardaki yaklaşımlarıdır. Halkına Hazreti Muhammed
(as), Ebubekir, Ömer (ra) gibi mi davranacaklar, yoksa Versailles (Versay)
Sarayı’nda oturan Kraliçe Marie Antoinette gibi mi davranacaklar? İşte işin püf
noktası ve önemli olan tarafı da budur!
“Külliye”
kavramına gelince… Külliye, lugâvî ve ıstılâhî mânâda bütünlük arz eden bir
kavramdır. Türk-İslâm geleneğinde şehirler inşâ edilirken merkezde mescit ya da
câmi, onun etrafında ise eğitim kurumları ve diğer sosyal donatılar inşâ
edilirdi.
Bunun
ilk örneğini Rasûl zamanında Medine’de inşâ edilen Mescid-i Nebevî ve Ehl-i
Suffa teşkil eder. Daha sonraları bu gelenek Müslüman Araplar ve Türklerde
artarak ve büyüyerek devam etmiştir. Bu geleneğin izlerine Selçuklular ve
Osmanlılar döneminde bol miktarda ve her zaman rastlamak mümkündür.
Meselâ
İstanbul’daki Fatih Külliyesi bunlara güzel bir örnektir. Külliyenin merkezinde
câmi ve etrafında da medrese, mektep, kütüphane, bedesten, dârüşşifâ, han,
hamam, imâret, sebil gibi her türlü ihtiyacı karşılayacak sosyal donatılar
bulunurdu.
Bugün
bu yapıların bir arada bulunduğu merkezlere, külliyenin ihtivâ ettiği mânâyı
tam olarak karşılamasa da “kompleks, kampüs, yerleşke” de denilmektedir.
İşte
târihî gerçekler bunlar iken, günümüzdeki kısır siyâsî çekişmelerden dolayı gerek
“saray”, gerekse de “külliye” kavramının ihtivâ ettiği mânâlar ve
târihî müssesevî yapılar arada ezilip gitmektedir.
Yâni, teşbihte hata olmasın ama “filler kavga ederken, olan çimenlere olmaktadır”. İnsanları bu duruma düşürmeye, kim olursa olsun, hiç kimsenin hakkı yoktur. Vesselâm…