Şapkayı önümüze koyup düşünelim

Şimdi şapkayı önümüze koyup düşünelim. 1960’ların, 70’lerin, hatta 80’lerin Türkiye’si ile bugünkü Türkiye arasında çok büyük farklar var. Birbirinin zıddı fikirlere sahip olanlar arasında karşılıklı saygıdan, sevgiden, davetten, ziyaretten bahsetmek bugün mümkün müdür?

NECİP Fazıl, 1962 Haziran ayının 25’inde Aziz Nesin’e kitabını imzalamak için kalemi eline alır, ilk sayfasına şu üç satırı yazar:

“Aziz, Nesin?

Necip Fazıl

25/6/62”.

Hoş, nükteli, aynı zamanda dostluk ve eleştiri barındıran bir imza notu. İmlayı ustalıkla kullanmaktan ibaret bir şaka olarak göremeyiz. Anlıyoruz ki aralarında bir ilişki var. Kitap imzalamaktan öte bir yakınlıktan bahsetmek mümkün.

Aziz Nesin’in Necip Fazıl’a yazdığı bir mektup, bu konuda daha fazla ayrıntı verir. Bu mektup, yalnızca edebiyat tarihçileri açısından değil, aynı zamanda Aziz Nesin ve Necip Fazıl’ın okurları ve sevenleri açısından da önemlidir.

Fikren birbirlerine zıt olsalar da saygılı davrandıkları belli.

Adını taşıyan vakfın antetli kâğıdına, 5 Aralık 1980 tarihinde, eski yazıyla yazmış Aziz Nesin.

“Üstad,

Çoktan beri ziyaretinize gelmek istiyorum. Ancak ben, sizden çok uzakta oturuyorum. Çatalca’da kimsesiz çocuklar için kurduğum vakıfta yaşamaktayım. Yine de bir gün ziyaretinize geleceğim.

Kültür Bakanlığı büyük ödülünü kazandığınız için sizi candan kutlarım. Bu ödülü almakla Kültür Bakanlığını onurlandırdınız.

Size gelecektim, ama üç gün sonra Almanya’ya gidiyorum; bir ay sonra döneceğim.

Altı yıldan beri ‘Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı’ adı ile bir yıllık çıkarmaktayım. Size son sayısını gönderiyorum, tetkik etmeniz için. İnşaallah yüzüncü yaşınızda da sizi tebrik etme bana kısmet olur. Ben sizden dokuz yaş küçüğüm.

Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı için, yetmişbeşinci yaşınıza dair bir yazı vermenizi rica ediyorum. Bu yazıyı eski Türkçe yazabilirsiniz. Size daha kolay gelirse. Yazmağa zamanınız yoksa bu mektubu size getiren hanıma söyleyerek yazdırabilirsiniz. Ama ben sizin yazınızı tercih ederim.

Yazı istediğiniz uzunlukta olabilir. Her ne isterseniz yazınız. Mesela yetmişbeşinci yaşınız dolayısıyla bir muhasebe, geçmişle muhasebe… Yahud hatıralarınızdan bir bölümü anlatabilirsiniz. Şiirinizde yahud tiyatro yazarlığınızdaki merhaleleri de açıklayabilirsiniz, ya da büsbütün başka şeyler…

Yazınızla birlikte bir de fotoğrafınızı rica ediyorum.

Bu yıllığın neşri gecikmişti. Bu münasebetle mümkün olduğu kadar çabuk gönderirseniz beni sevindireceksiniz.

Ziyaretinize geleceğim.

Yolunuz düşerse bir gün sizi vakfa da misafir etmekten şeref duyarım.

Neslihan Hanımefendiye lütfen saygılarımı bildiriniz.

Her zaman dostluklar…

Aziz Nesin”.

Bu mektubu, Osmanlıca veya eski Türkçe denilen eski harflerle yazması kimilerine şaşırtıcı gelebilir. Gelmesin. 12 Eylül Darbesi’nin kudretli generali Kenan Evren de bütün notlarını eski yazıyla tutardı. Kamera ile kayda alınınca sorulduğunda, eski harflerin daha rahat olduğunu söylemiş, “Kolay geliyor” cevabını vermişti. Gülmeyi de ihmâl etmeden…

Mektuptaki önemli hususlara dikkat çekelim.

- “Üstad” diye hitap etmesi,

- Necip Fazıl’ı ziyaret etme arzusu,

- Ödülü almasıyla Kültür Bakanlığını onurlandırdığını söylemesi,

- Yıllık için yazı istemesi ve “Her ne isterseniz” diyerek geniş bir serbestlik tanıması, yazının istediği uzunlukta olabileceğini açıklaması,

- Eski Türkçe yazabileceğini bildirmesi,

- Ziyaret isteğini birkaç yerde tekrar ederek toplam dört defa bahsetmesi,

- Necip Fazıl’ı vakfa davet etmesi,

- Mektubu postayla değil, bir hanımla göndermesi,

- Yıllık için talep ettiği yazıyı, isterse mektubu getiren hanıma dikte ettirebileceğini belirtmesi,

- “İnşaallah yüzüncü yaşınızda da sizi tebrik etme bana kısmet olur” diyerek uzun ömür dilemesi,

- Neslihan Hanımefendiye saygılarını iletmesi, dostluğa vurgu yapması…

Bu önemli noktaların bize gösterdiği zannımca şudur: Arada sadece saygıdan bahsetmek yetersiz olur. Durumu tam anlatmaz. Saygıdan öte geçip sevgiye de rahatlıkla temas edebiliriz.

Farklı dünya görüşüne, farklı hayat tarzına sahip olsalar bile Aziz Nesin ve Necip Fazıl arasında böyle bir ilişkinin varlığı, yalnızca edebiyat adına değil, ülke adına da önemle üzerinde durulması gereken bir noktadır.

*

Buraya kadar mutabık isek, ikinci perdeye geçebiliriz.

Bu perde, günümüzde geçmektedir.

Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Karabağ meselesi kabak tadını vermekten ileri gidip zehir tadı verir hâle gelince, çok şükür çözüme kavuştu.

İşgalci Ermeniler Karabağ’ı usulünce terk etmeye başladılar. Arabaları konvoy oluşturdu. Azerbaycan askerleri ve polisleri yoldakilere ekmek, su gibi ikramlarda bulundular.

Yıllar önce Karabağlı Türklerin evini barkını terk edişi ise çok feci manzaralara sahne olmuştu.

Acılar seneler boyunca hiç dinmedi. İşgal sürdükçe devam etti. Sonunda silah gücüyle alındı ve savaşın bitiminde anlaşma imzalandı. Ermenistan, Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğunu kabul etti, imzayı bastı. Bu, bütün dünyanın bildiği ve kabul ettiği bir gerçekti. Rusya’dan Avrupa’ya, Asya’dan Afrika’ya kadar herkesin…

Nitekim Putin, bu imzayı ve kabullenişi Ermenistan’a hatırlatmak zorunda kaldı yakın zaman önce.

Anlaşmalara rağmen oraya yığınak yapmak, orada uyduruk bir devlet ilân etmek gibi çocukça işlere giriştiler ama o deneme 24 saat bile sürmedi. Yine hevesleri kursaklarında kaldı.

Azerbaycan Türklerine ait toprakları terk ederken geride bıraktıkları evleri yaktıklarını, ağaçları kestiklerini, kuyuları pislediklerini de gördük. Mayın döşemeleri ise apayrı bir rezillik. Aslında bütün dünya gördü. Ya da görmeliydi. Biz farkında olduğumuz için herkes gördü sanıyoruz. Yeterince gösterilemediği, yeterince belgelenemediğini düşünüyor çok kişi.

Karabağ’ı terk eden işgalciler için ağıtlar yakanlar oldu. Hem de içimizden çıktı bu cins kafalar. Bunun bir soykırım olduğunu bile iddia ettiler. Çok şaşırtıcı ama gerçek! O kafalara buradan güzel bir cevap geldi.

Mehmet Serhat Bıçak’ın yazısından birkaç cümle alalım: 

“Meğer ülkemizde ne çok Taşnak ajitasyon uzmanı varmış. Karabağ’dan çıkarılan Ermeniler yeni bir soykırımla karşı karşıyalarmış.

Allah belânızı versin sizin!

Gebelerin karınlarındaki bebeleri çıkarıp katleden işgalciler gasp ettikleri yeri terk ediyorlar, o kadar!

Hem de usulünce, muntazam şekilde...”

Konvoy hâlinde terk edişi, soykırım diye niteleyenlerden biri de Aziz Nesin’in gelini imiş. Adı da Hilal’miş. Tövbe estağfirullah. Açık kanallarda hakkında yazılanlara şöyle bir bakan, az çok bilgi sahibi olur.

Kimmiş, ne yermiş ne içermiş diye merak edip baktığımızda, Fransa’ya yerleştiğini öğreniyoruz ilkin. Türkleri değil Ermenileri sevdiğini, onlar için Ermenice ağıt yaktığını da. (Ha uşağum, bu ne biçim Hilal? Adına bak, işine bak!)

Sonrasında pek de şaşırtıcı olmayan bilgilerle karşılaşıyoruz. Mayhoş mesajların üçüne göz atsak yeter.

Sivil kentlere füze yağdıran Ermenistan devletine toz kondurmayan hümanist solcu bir arkadaşımız. Kafası güzel.

Hilal Nesin, uzun yıllardır ihtiyaç sahibi aileler için yardım etkinlikleri düzenleyen Tamer Dursun ve eşiyle ilgili bir iddia ortaya attı ve çifti “dolandırıcı” ilân ederek “Yardım paralarını cebe atıyorlar” iddiasında bulundu. Buna karşılık söz konusu kişilerin hesapları bağımsız bir dernek tarafından incelendi (inceleme öncesi iddia sahiplerinin de ellerindeki belgeleri soruldu ama kimse ortaya bir belge koyamadı) ve sonuçta bırakın cebe para atmayı, çiftin ceplerinden bir sürü para (yaklaşık 4 bin avro) verdikleri ortaya çıktı. Dernek bir basın açıklamasıyla bunu duyurdu. Ve sonuçta Hilal Nesin, adını bir “iftiracı” olarak tarihin sayfalarına yazdırmış oldu. Yazık oldu.

Bir haber sitesinde, bir ölüm listesindeki iki kadından biriymiş, Fransa’da saklanıyormuş, falan da filan...

Ölüm listesine alanlar da kimin nesi, haber metninde yoktu ama kafalar aynı, al birini vur ötekine.

*

Şimdi şapkayı önümüze koyup düşünelim.

1960’ların, 70’lerin, hatta 80’lerin Türkiye’si ile bugünkü Türkiye arasında çok büyük farklar var.

Birbirinin zıddı fikirlere sahip olanlar arasında karşılıklı saygıdan, sevgiden, davetten, ziyaretten bahsetmek bugün mümkün müdür?

Gönül rahatlığıyla olumlu cevap vermek zor.