Sansür

Medya, sorumsuzluğu bir hak olarak görmeden var olmalıdır. Kanunları, kişilerin hukukunu çiğneme, yok sayma ayrıcalığının olmadığını bilmelidir. Herkes gibi medya mensupları da, sosyal medya kullanıcıları da yapıp ettiklerinden dolayı sorumlu tutulmalarının her şeyden önce ahlâkî bir görev olduğunu kabul etmelidirler.

FRANSIZCA kökenli olan “sansür”, sözlükte “basın yayın faaliyetleri için ön denetleme” demektir. Abdülaziz Han döneminde başlayan ve Abdülhamid Han döneminde alanı ve şiddeti artarak devam eden bir uygulamadır. Kitap veya gazete çıkaracak olan kişi, hazırladığı metni ilgili daireye teslim ederek, oranın onayından sonra basabilirdi. Denetlemeye yetkili olan heyetinse ne zaman cevap vereceğinin bir süresi yoktu. Kitap ve gazete çıkarmak, o dönemin şartlarında oldukça bıktırıcı bir işti.

Çeşitli anlaşmalarla yabancı ülkelerin vatandaşları ve o ülkelerin himayesinde sayılan azınlık toplulukları için bu sansür uygulaması geçerli olmamıştır. Sansür uygulaması daha çok ve özellikle Müslüman çoğunluk için, Türkler için geçerli olmuştur. Bu yüzden Abdülhamid Han döneminde siyâsî içerikli makale/kitap yayınlanamadığı gibi gazete de çıkarılamamıştır. Siyaset dışı konularda çok sayıda kitap ve gazete yayınlanmıştır. Bu yüzden Abdülhamid Han’ın muhalifleri hemen her siyâsî görüşten olacak şekilde artmıştır.

İkinci Meşrutiyet darbesinden sonra, 10 Temmuz 1908’den itibaren sansür uygulaması kaldırılmıştır. İkinci Meşrutiyet dönemi, basın tarihi bakımından oldukça özgür bir dönemdir. Hemen her siyâsî görüşün, partinin, mezhebin, tarikatın serbestçe çıkardığı gazete ve kitap yayınlanmıştır. Basın bu dönemde özgürlüğün tadını almıştır. 

İkinci Meşrutiyet ile birlikte Türkiye’de ilk defa çok partili ve özgür seçimli bir dönem yaşanmıştır. Çünkü basın özgürlüğünün doğal sonucu olarak siyâsî alan da özgürleşmiştir. Değişik görüşleri savunan partiler kurulmuş ve Türkiye tarihinde ilk defa serbest, özgür ve çok partili seçimler Aralık 1908’de yapılmıştır.

Bab-ı Âli Baskını’ndan sonra bu özgürlük iklimi,yavaş yavaş değişmiştir. Savaş şartları bahanesiyle 1914-1918 arasında İTC’nin tek partili iktidarı döneminde yine sıkı bir sansür uygulaması yaşanmıştır. Sansür uygulaması, İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından işgaliyle son bulmuş ise de kısa bir süre sonra bu kez işgalciler basını sansür etmeye başlamıştır. İşgalcileri eleştiren kitapların ve haberlerin yayınlanması engellenmiştir.

Türkiye’nin iki ayrı hükümetle idare edildiği Millî Mücadele döneminde Anadolu’da sansür uygulaması yapılmış, Ankara’ya taşınmış olan Meclis’i ve onun hükümetini eleştiren gazetelerin yayınlanması engellenmiştir. 

Millî Mücadele’nin başarıya ulaşmasının ardından, İzmir’de alelacele kurulan askerî bir mahkeme kararı ile Islahat gazetesi sahibi, muhalif gazeteci Sabitzate Emin Süreyya Bey, Konak Meydanı’nda idam edilmiştir. Daha korkunç olanı ise Peyam-ı Sabah gazetesinin sahibi muhalif gazeteci Ali Kemal Bey, İstanbul’dan Kocaeli’ne kaçırılarak orada linç edilmiştir. Bu iki olay, sonraki yıllarda muhalif basının maruz kalacağı şiddeti göstermesi bakımından ibretlik iki olaydır.

Cumhuriyet mutlakıyetinde ise “sansür” kelimesinin kullanılması yasaklanmıştır. Gazete sahipleri ve kitap yazarları sudan bahanelerle idam edilmiştir. Hükümetin izin vermediği hiçbir gazete çıkamamıştır. Mart 1925’te uygulamaya konulan Takrir-i Sükûn yasası ile muhalif basın temelli susturulmuş, sahipleri “vatan haini” denilerek idam edilmiş ya da ağır hapis cezalarına çarptırılmıştır. Bu yasa ile Türkiye’de basın, “bir partinin basını, bir kişinin basını” hâline getirilmiştir. O partinin yani CHP’nin ve onun Genel Başkanı Kemal Paşa’nın arkasında durmayanlara, basın alanında asla yaşama şansı verilmemiştir. 

Takrir-i Sükûn 1929’da kaldırılmış ise de uygulaması fiilen devam etmiştir. Liberal görüşlü Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesi, bu yasa ile 1925’te kapatılmış, sekiz yıl sonra içkili bir mecliste Kemal Paşa’nın, ilerlemiş yaştaki Ahmet Emin Yalman’a “Çık şu masanın üzerine, yüksek sesle bana karşı yanlış yaptığını itiraf et, gazetene izin vereyim” teklifini Yalman’ın yerine getirmesi üzerine gazetesine izin verilmiştir. Bu örnek olayda görüldüğü gibi, gazetelerin çıkması da, kapatılması da hukuka bağlı değildir. Keyfî olarak bir kişinin “Kapattım” demesiyle kapatılmışlar, “İzin verdim” demesiyle çıkarılmıştır.

Ceza Kanunu’na eklenen 141, 142 ve 163’üncü maddeler ile 5816 sayılı kanun, İslâmcılık ve komünistlik propagandası yapıldığı, Atatürk’ün manevî hatırasına hakaret edildiği iddiası ile binlerce insana, yüzlerce gazeteye ve kitaba çeşitli cezalar verilmesine aracı olmuştur. Yerli yersiz her konuda arşivi olan Adalet Bakanlığı’nın maalesef bu konuda bir arşivi yoktur. Oysa bu konudaki arşiv bilgileri, Cumhuriyet döneminde basın alanında nasıl zulümler yapıldığının açık ve somut örnekleridir.

Demokrat Parti döneminde (1950-1960) çıkarılan İspat Hakkı Kanunu ile yeni bir sansür örneğinin yaşandığı iddiasının isabeti tartışmalıdır. Çünkü parti basını olarak yayın yapanlar, rakiplerini yargıdaki dostları ile engellemeye çalışmışlardır. Halkın seçtiği iktidarı her zaman aşağılamayı varlık nedeni bilmişlerdir. Bu yaptıkları için ödül beklerken soruşturmaya uğrayınca “Sansür var” diye feryat etmişlerdir. Bunun yanı sıra son yüzyılda hiç eksik olmayan askerî darbeler ve sıkı yönetim idareleri zamanında sansür adı kullanılmadan sansür dönemine rahmet okutacak zulümler muhalif basına yapılmaya devam etmiştir.

***

2000’li yıllar ile birlikte dünya sadece yeni bir yüzyıla girmekle kalmadı. “Dijital çağ” denilen bir dönem başlamış oldu. Bu dönemin en önemli özelliği, sosyal medyanın ortaya çıkması ve hızla yayılmasıdır. Medya alanında gazete ve televizyonun tekeli kırıldı. Ancak güçlü sermayenin elindeki medyada yeri olanların sesinin duyulması dönemi kapandı. Hiçbir gazete ve TV’de yeri olmayan sıradan insanlar, sosyal medya sayesinde gündem tayin etmeye başlamıştır. Teslim edilmelidir ki bu sosyal medya, geleneksel medya için kâbus olduğu gibi, siyâsî iktidarlar için de baş ağrısı olmaya başlamıştır.

Sosyal medya o kadar hızla yayılmıştır ki yargıda ve poliste yeni bölümler kurulmuştur. Bunun yanında çeşitli ülkelerde “sosyal medya suçları” için yeni yasalar çıkarılmıştır. Almanya’da 2017’de çıkarılan ve 2022’de değiştirilen yasaya göre yalan haber, nefret söylemi, hakaret, tehdit, başkalarını suça teşvik, ırkçı vurgular, taciz içerikli paylaşımlar, terör örgütlerini öven paylaşımlar suç sayılmış, bir ile beş yıl arasında çeşitli hapis cezaları öngörülmüştür. Benzeri yasa 2020’de Fransa’da, 2020’de İngiltere ve diğer ülkelerde çıkarılmıştır. Hapis ve para cezaları ülkeden ülkeye biraz fazla ya da az olacak şekilde düzenlenmiştir. 

Sosyal medya suçlarının tanımında da, yasanın kapsamında da hemen her ülkede muhalefet ile iktidar karşı karşıya gelmiştir. İktidarlar genellikle sosyal medyanın bir sorumsuzluk alanı, nefret söylemi, terör propagandası, taciz söylemlerinin, tehdit ve hakaretlerin uluorta tekrarlandığı bir alan olduğu nedeniyle bir kısıtlamanın ve cezalandırmanın kaçınılmaz olduğunu savunurken, muhalefet ise sosyal medyanın, dolayısı ile haberleşme özgürlüğünün kısıtlanmaya, ortadan kaldırılmaya çalışıldığını savunmuştur.

Hatırlanmalıdır ki, aynı muhalefet Facebook ve Twitter gibi sosyal medya şirketleri için Türkiye’de ofis açma zorunluluğu getirilince yine “Sosyal medya kapatılacak” diye bir vaveyla koparmıştır. Adı geçen şirketler nazlanarak ve gecikmeyle de olsa Türkiye’de ofis açmışlardır. Muhalefetin çıkardığı şamata ise yalancı çoban hikâyesini akıllara getirmiştir. Oysa sosyal medya muhalefet kadar, tek tek vatandaşlar kadar doğrudan iktidar üyeleri için de kaçınılmaz bir alandır. Hiçbir TV ve gazetenin sosyal medya kadar takipçisi yoktur.

İktidar çevreleri ise sosyal medya düzenleme yasasını “Dezenformasyonla Mücadele Yasası” diye adlandırmıştır. Adında bile bir yabancılık vardır. 

Dezenformasyon, “kasten yanlış bilgi vermek” demektir. En kısa yoldan bunun Türkçe karşılığı “yalancılık” demektir. Böyle bir kanun için neden yabancı bir kelime tercih edilmiştir?

Nihayet kanun, 18 Ekim 2022 tarihi itibarı ile yürürlüğe girmiştir. En çok merak edilen husus, yalancılıkla nasıl mücadele edileceğidir? Yalan ve uydurma haber ile halkı aldatmak suç ise, vay geldi Türkiye’nin başına. Bu kanundan dolayı Türkiye’de ceza almayacak insan sayısı oldukça azdır. 

Muhalefet çıkardığı şamata ile yalancılığı tekelinde tuttuğunu mu göstermek istemiştir? Eğer öyle ise yarınlar için, gelecek için iyimser olmaya neden kalmamıştır.

Bu kanunun tartışmaları hızlandıran bir içeriği de vardır. “Halk arasında endişe, korku, panik yaymak, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlık için gerçeğe aykırı bilgi vermek, kamu barışını bozmak” gibi ifadelerin kullanıldığı cümleler herkes için, herkesin aleyhine kullanılabilir. Bugün muhalefet bu tür ifadelerden ve gerçeğe hasım tutumundan dolayı korku nöbetleri yaşamaktadır. Buna karşılık iktidarın yanında duran çevreler ise kanunu heyecanla alkışlamaktadır. Oysa bir iktidar değişmesi hâlinde bu kanundan zarar görecekler değişecektir.

İktidar ile muhalefetin mücadelesi, herkesin kendi tarafının yalanlarına bir ayrıcalık tanıma isteği etrafında olmamalıdır. Evet, yalancılık suçtur. Bundan dolayı da Ceza Kanunu’nda yeri olmalıdır. Ancak yalancılığın yaygınlaşmasına elverişli bir toplum yapısı böyle kanunlar ile nasıl düzelecektir? Yalancılık her şeyden önce bir ahlâk sorunudur. Her kesimin faydasına icat edilen yalanlar vardır. Herkes kendi kesimi için icat edilen yalanları terk etmelidir. Açık toplum, yalancılığın panzehridir. 

Teslim edilmelidir ki, medya olmadan açık toplum da olmayacaktır. Medya, sorumsuzluğu bir hak olarak görmeden var olmalıdır. Kanunları, kişilerin hukukunu çiğneme, yok sayma ayrıcalığının olmadığını bilmelidir. Herkes gibi medya mensupları da, sosyal medya kullanıcıları da yapıp ettiklerinden dolayı sorumlu tutulmalarının her şeyden önce ahlâkî bir görev olduğunu kabul etmelidirler. Sosyal medya, iktidara gelmek veya iktidarı yıpratmak için her çeşit yalanın yarıştırıldığı bir alan olmamalıdır. Adına ister otokontrol denilsin, ister başka bir ifade kullanılsın, medya ile meşgul olanların, başkalarından bekledikleri ahlâkî sorumluluğun kendileri için de kaçınılmaz olduğunu akılda tutmaları en çok kendilerinin faydasınadır.