Şanssızlık

Gayret ve tevekkül olmadan, başa gelenleri şanssızlık diye adlandırmak, iyileşmenin önünde devasa bir maniadır. Çünkü hatanın ve eksiğin yönünü tayin edemeyenler, gedikleri kapatabilecek imkân ve gücü bulamazlar. Kalp kırıp, hak yiyip, ibadeti tembelliğe feda edip işlerin tastamam olmasını beklemek, İlâhî adaleti yok saymaktır.

TEKRAR eden deneyimlerden ve gözlemlerden dayanak alarak yazıyorum bu yazıyı.

İsimsiz atıflar, tespit edilen sebep-sonuç gerçekliğini zedeleyemez sanırım. Gerçek hayattan uyarlanmış yaşam kesitlerine dair saptamalarım boyunca bir miktar “İnciten incinir”, “Hak yiyenin hakkı zayi olur” ve benzeri genel kanaatlere başvurulacaktır. Ama daha ziyade, İlâhî adaletin günlük yaşamdaki tesirlerini mercek altına almak ve denk geldiğim kişisel eylem yansımalarını ayıklayarak sunmak muradındayım. Böylece “şanssızlık” diye bir kavramın anlamca var olmadığını ispat edebilme ümidi taşıyorum. Çünkü aslında olan, insana ait yansımalar nesnesiz sıfatlarla süslenmekte, istenmeyen sonuçlar ve başa gelen nahoş hâller kişinin doğurgan tabiatından ayrı değerlendirilmektedir. 

Bir insan yaşamı boyunca olumlu-olumsuz durumların toplamını “Ben şanssız bir insanım” diye nitelediğinde kendini akladığı gibi, Yaradan’ın adaletine de dil uzatmış oluyor. “Ben şanssızım” demek, “Her şeyi doğru yapmama rağmen sonuçlar doğru olmuyor” demektir. Her menfi sonuç da insanın yanlış bir yolda ilerlediği anlamına gelmez pekâlâ.

Fakat eylemlerin nihayetinde karşılaşılan durumların hoşa gitmeyen bir kıymette oluşu, şanssızlık gibi afakî saptamalardan çok daha derin anlamlara sahiptir. Bunların bir kısmı kişinin kendi üretimiyken, bir kısmı da “şerrin içinde gizlenen hayır”lardandır ve ilk anda hayrın çıplak gözle izlenmesi çok mümkün değildir. Bunun için hakikatli bir tefekkür ve “ama”sız bir tevekkül hâli gerekmektedir.

Şanssızlık hem pratik kullanımlı, hem elâstikî mahiyette bir ürün olduğundan, her şart ve duruma uydurulabiliyor. Sık sık ufak kazalar yapan bir insan kendini dikkatsiz görmektense şanssız görmeyi yeğliyor. Tabiî sık sık ufak kazalar yapmanın sebep örgüsünde çok daha başka başlıklar da olabilir. Bunlardan en yaygın olanı “besmelesizlik”tir. Çünkü hareketin başlangıcı “Bismillah” değilse Rabbin merhametiyle o iş istenen sonuca varacak dahi olsa, süreç boyunca başa gelen aksilikler ve tökezlemeler işe şeytanın direkt müdahil olabilmesinden ileri gelir. Çünkü “besmelesizlik” şeytan davetidir. “Bu işe sen de katıl” demektir.

Besmelesiz başlanan bir işe şeytanın gönülsüz oluşu ya da tembellik edişi pek rastlanmamıştır. Abdestsizlik de işlerin sürekli engebeli yollara ve tümseklere denk gelişinde önemli bir etken. Fakat tüm bunları eksiksiz tekrar edenlerde de bazen işlerin sıklıkla ters yönde gidişi engellenemez bir hâl alabiliyor. İşte tam burada kişinin savunma mekanizması devreye giriyor!

Artık kendini ölçme ve değerlendirme sistemini devre dışı bırakıp, bütün bu aksaklıkların müsebbibi olarak “şanssızlık” kavramı kabul görüyor.

Şöyle düşünmeli: Gün doğmadan uyanıp besmeleyle ve secdeyle güne başlayanın bereketiyle, güneş doğduktan sonra ve besmelesiz hayata karışanın günlük bereket çizelgesi aynı ölçüde olabilir mi?

Peki, gün doğmadan kalkıp abdest ve namazla işe koyulan bir kişinin de bütün işleri aksıyor ve belli bir istikamette yol alması gereken bütün vaziyetler ısrarla ters yönde gidiyorsa, burada kabahati kimde aramalı?

Eğer bu duruma “şanssızlık” diyorsak, İlâhî adalete olan itimadımızda gedikler var demektir. Çünkü işlerin ısrarla ters gidişinde insanın etkisi göründüğünden de fazla. Bütün ibadet ve duaları eksiksiz yerine getirdiği hâlde bir insanın işi ters gidiyorsa, kırdığı kalplerin muhasebesini de yapmak durumunda.

Meselâ komşunun hakkına rücu etmiş mi, itinayla incelemek lâzım. Kendine hiçbir zararı dokunmayacağı hâlde bir karıncayı bile isteye ezmiş mi, araştırmalı. İşini yaparken helâli en mühim kıstas olarak mı belirlemiş, yoksa helâl-haram çizgisi artık silikleşmiş ve saptanamaz bir hâl mi almış? Her şey bir yana, anne-baba gönlü kırmış mı? Bir insan anne-baba kalbini yorar da işleri rast gider mi?

Onca ibadeti ve iyiliği yanında hasetle yol alanlar vardır. Kendini terazide tartar da hep iyi tarafı ağır basar. Hâlbuki hasetli bir nazar ile insanın bütün gayretleri sıfırlanabilir. Beş vakit namazla Rabbine sığınıp helâl peşinde alın teri döken nice insan vardır ki öfkeli mizaçlarıyla yordukları, kırdıkları kalpleri fark etmezler. Kimi halim selim tabiatlı, besmelesiz adım atmayan nice insan da anne-baba duası almamanın eksikliğini başa gelen bunca menfi duruma yormaz.

Yolun ve yoldaki taşın bile üzerimizde hakkı olduğu inceliğinde hayatı yaşamayanlarca “şanssızlık” gibi isyankâr bir anlam peyda edilmiştir. Hiç kimse şanssız değildir. Herkesin nasibi ve rızkı bellidir. Fakat gayretlerin iyisini tartıp sonuçların beterini karşılaştıranlar yaya kalırlar. Başa gelen onca istenmeyen durum içinde Rabbin bir hayır gizlediğine inananların ve onca salih amel gayreti içinde eksik ve kusurlarını onarmaya çalışanların şans ile münasebetleri olmaz. Onlar ters giden işlerde Rabbin murat ettiği bir hayır olduğunu görmeden de sezerler.

Ayrıca ibadet, taat ve kulluk adına yaptıkları, yapmaya çalıştıkları ne varsa aralarda neleri eksik bıraktıklarının peşinde daha fazla düşünür, düzeltme yolunda daha fazla emek harcarlar.   

İşler sürekli ve ısrarla ters gidiyorsa, önce güne nasıl başlandığı kıstas alınmalı. Gün doğmadan, besmeleyle ve secdeyle hayata karışmalı. Öfke, haset, kin ve kibirden arınmak için sürekli gayrette ve duada olmalı. Anne-babanın gönlünü almalı, komşunun, akrabanın hakkını teslim etmeli. Yolda yürürken taşa, ağaca, tabiata saygıyla yol almalı ve karşılaştığımız herkesin sırtında bir yük olduğu bilinciyle/anlayışla ve sevgiyle muamele etmeli.

İşin ve emeğin helâl olanına bel bağlamalı. Ama “Helâldir” diye de savsaklamamalı. Hangi işe el atsa insan, besmeleyle başlamalı ve işin hakkını verecek bütün gayretleri sıralamalı. Sonra yine işler ters gidiyorsa nazarı yoklamalı. Belki de ters görünenler en hayırlı adreslere varış yollarıdır. Belki bütün aksaklıklar daha iyisine ulaşmada aşılması gereken engellerdir.

Gayret ve tevekkül olmadan, başa gelenleri şanssızlık diye adlandırmak, iyileşmenin önünde devasa bir maniadır. Çünkü hatanın ve eksiğin yönünü tayin edemeyenler, gedikleri kapatabilecek imkân ve gücü bulamazlar. Kalp kırıp, hak yiyip, ibadeti tembelliğe feda edip işlerin tastamam olmasını beklemek, İlâhî adaleti yok saymaktır.

Hakeza, başa gelen aksilikleri şanssızlık diye sınıflandırmak da Rabbin adalet tecellisini beğenmemektir. Şanssızlık diye bir şey yok. Ya senin onca hayırlı amelin arasında kalp ezen eylemlerin var ya da onca terslik içine senin dünya gözüyle göremediğin nice hayır gizlenmiş. Ama şanssızlık yok!