Sandık

Evin ortasında bütün sırlarıyla bıraktı öylece sandığı. Kilit vurdu geçmişinin kapılarına. Karşı dağların zirvesinde gün batımını izleyerek kimsesizliğine yol aldı yeniden…

BİR filmin galasında patlayan deklanşörler gibi zihnindeki düşünceler yanıp sönüyordu. Mezar başlarında gizemli bir romandan devşirme karakterlerin suskunluğu görünüyordu. Hışırdayan kuru bir yapraktan farksızdı pederi. Rüzgârı kesilmiş, son nefesini köhne bir evde tek başına vermişti. Kızgındı, kırgındı, efkârlıydı Hasan…

Servilere doğru kaldırdı başını. Silik hatıralar arasında güzel bulduğu birkaç kareyi gözleri önüne getirdi. Kalabalıktan sıyrılarak eve doğru yol aldı.

Bakımsızlıktan taşları dökülmüş evin bahçesini yabanî otlar bürümüştü. Kumdan kaleler kadar zayıf ve renksizdi zihninde çocukluğundan kalan ev. Gıcırdayan tahta merdivenleri ağır adımlarla çıktı. Son merdivene geldiğinde başını çevirip divanda oturan dedesini görmeyi hayâl etti ilk. Kireci kavlamış tozlu duvarlarda parmaklarını gezdirdi sonra. Kendinden, çocukluğundan bir iz aradı. Faili meçhul bir yazgının hamalıydı...

Ahşap tırabzanlarla çevrili geniş balkondan karşı dağları izledi. Tırpan salladığı tarlalar, yürüdüğü yollar, suladığı bostanlar rüya gibi gelip geçmişti. Bir sigara daha yaktı. Ait olduğu topraklardan sürgün olmak reva mıydı? Sinesinde yanan türkünün adı illâ “gurbet” mi olmalıydı?

Göz gezdirdi odalara. Rengi solmuş çekyatlar, pejmürde halılar, masa üzerinde birkaç bozuk para vardı. Ve paslanmış çerçevelerde bir hüzün senfonisi gibi duran fotoğraflar… Dedesine baktı önce; merhamet ışığıyla yıkanmış yüzünü okşadı. Rahmet dileyip yerine koydu fotoğrafı. Sonra ninesine baktı. Yavru bir ceylanın kalbi gibi titredi dudakları… Dokuz yaşındaydı daha, bir sabah, “Ninen öldü” dediler. Üşüyen çocukluğu biraz daha açıkta kaldı.

On bir yaşına kadar dedesiyle büyüyen Hasan, ilkokuldan sonra demir yataklarla dolu okul koğuşlarında büyüdü.

Ninesinin fotoğrafını da öpüp, dedesinin yanına koyduktan sonra babasının fotoğrafına baktı. Hayata küskünlüğü fotoğrafta dahi bıyıklarının arkasından okunuyordu. Oğluna şöyle candan bir kere sarılmamış, bir kere elinden tutup okula götürmemiş, bir kere olsun cebine harçlık koymamıştı. Derin bir iç geçirdi. Düne ait her şey ne kadar da uzaktı şimdi.

Kendi ayakları üzerinde durup başarılı bir insan olan Hasan, yıllar sonra babasının cenazesi için köyüne gelmişti.  

Komşular ve akrabalar evi doldurmaya başlamıştı. İmam gelip Kur’ân okudu. Herkes “İyi adamdı, göçtü gitti” derken, Hasan’ın ağzından bir kelime dahi çıkmıyordu. Çırası yeni tutuşmuş sobanın yanına dizleri üstünde oturdu. Herkes bir gazel anlatıyordu: “Hasan, rahmetli ninen sana gül gibi bakardı, kimseye laf söyletmezdi”, “A oğlum, dedeciğin okuyasın diye az mı koşturdu arkandan”, “Baban sorumsuzdu ama çok yokluk gördü, garip”…

Her ay bütün masraflarını kapattığını söylemeye dili varmadı. Evlat olarak vazifesini tabiî ki yapacaktı. Bir o kalmıştı, o da gitti… Kırgınlığını bir yana bırakıp içinden ağlıyordu şimdi…

Derken, akşam olmak üzereydi. Hasan’ın kalacak bir yeri ve bekleyecek zamanı yoktu. Hemen geri dönmeyi plânlamıştı. Komşu teyzelerden ve yakın akrabalardan birkaçı yardımcı olmak istedi. El birliğiyle evi temizlemeyi, eşyaları ayırmayı ve evi temizce bırakmayı teklif ettiler. Sağlam denilebilecek pek bir eşya yoktu. “Her şey atılsın” dedi Hasan, “Pire içinde kalmıştır yorganlar, temizlemekle uğraşılmaz”.

Bir araç geldi evin önüne. Bütün hatıralar bir bir yüklendi çöplüğün derinliklerine. Oysa canlı gibiydi her şey. Feryat ediyordu. Oracıktaydı babasıyla dedesinin bitmek bilmeyen kavgaları. El sallıyordu havada uçuşan bardaklar, kırılan sehpalar. Dede yadigârı bozuk radyoyu, gaz lâmbasını ve durmuş bir saati sıkıştırdı kolunun altına. Götürdü, koydu kendi arabasının bagajına.

Askıdaki kırışık gömlekleri, pantolonları bir çuvala doldurdular. Ölümün ne acı bir şey olduğunu eşyalar toplandıkça gördü. Nerdeyse bomboş kalmıştı ev. Kadınlar ahşap oymalı bir sandığı tutup sofaya getirdiler. “İçinde ne var, açmadık, ne yapalım?” diye sordular Hasan’a. “Belki bir gömü vardır” diyen genç yeğenlerinin ciddiyetsiz gülüşmelerine tebessümle karşılık verdi. “Tamam, açın haydi!” dedi. Kırmızı kadifeden bir elbise vardı en üstte. Komşu teyzelerden biri tanıdı hemen elbiseyi. “Hasan, annenin sandığı bu! Bu elbise annenindi” dedi. Orada bulunan herkesin “anne” demenin Hasan için ne güç, ne dayanılmaz bir mesele olduğunu bilirdi. Hasan üşüdüğü gecelerde hiç anne diye yastığına sarılmaz, ağlamazdı; bu hissi tanımazdı. Onun yerine soğuk kalmayı tercih ederdi. Kalbi bir an ısınırsa tutamazdı yoksa kendini.

Cenaze sisi kaplayan eve sandıktan bir anne kokusu yayılmıştı. Naftalin hiç böyle güzel kokmamıştı o güne dek. Hasan herhangi bir hisse kapılmamak için kendi işine dönmüş, meraklı kadınlar ise bir bir çıkarmaya başlamıştı eşyaları: “Hasan, bak, bu senin beşiğinin örtüsüydü”, “Bak bak, bu da senin zıbınların, annen hepsini saklamış”…

Çeyizler, yemeniler, el işleri… El değmemiş inci gibiydi hepsi. Hasan mutfakta kokuşmuş sebzeleri atıp buzdolabını çıkarmaya çalışırken kadınların bir an sessizleştiğini fark etti. Yüzünü gayr-i ihtiyarî onlara doğru çevirdi. Bir fotoğraf vardı ellerinde. “Çok güzel gelindi” dedi bir teyze. Buzdolabı kayıverdi o an Hasan’ın elinden. O “güzel gelin” dedikleri, annesiydi. Bir kez dahi yüzünü görmemişti, fotoğrafı olduğunu dahi bilmiyordu. “Bir buçuk yaşına kadar emzirdi seni” diyenlere de çok kulak asmıyordu. Terk edilmenin burukluğunu hafifletecek bir sebep değildi bunlar kendince. Yaklaştı, göz ucuyla baktı fotoğrafa. Siyah beyaz bir karede, saçları alnının bitiminde ortadan ikiye ayrılmış, beyaz yemenili, gözleri mahmur, yüzü aydınlık bir kadın… Ne diyeceğini bilemedi. Boşluğa yuvarlandı sesi. Bir alev çığlığı düştü kalbine derinden.

Evin ortasında bütün sırlarıyla bıraktı öylece sandığı. Kilit vurdu geçmişinin kapılarına. Karşı dağların zirvesinde gün batımını izleyerek kimsesizliğine yol aldı yeniden…