Sandal ve şelâle

Ev sahibi göç kamyonuyla kapıya dayanıp “Çıkın!” diyorken, kiracı “Duvara hangi tabloyu assam?” diye düşünüyor. Her ayak, kalbinin seçtiği yöne gider. Her hareket, bir seçimin sonucu… Kiracılık da, ev sahibi de unutulmuş, belli!

HERKES yaylarını hedefi kadar geriyor. Okun düşeceği yeri önceden hayâl ediyor. “Ok nereye saplanmalı?” diye hesap kitap yapıyor. Kelebek, bizim bir günümüzü koca bir ömür olarak yaşıyor. Bahar, yaza kapı aralayıp gideceğinin farkında. Yemyeşil yapraklar sararacaklarını biliyorlar. Herkes neyse de, ben nereye doğrulttum okun yönünü?

Gerçekten cevap veremiyorum bu soruya. Karar en başından mı verilmeliydi? Ama “En başından” diyerek ne demek istemişti ki kitabın yazarı? Duygular, istekler, tutkular, nefretler bile kalemin yazdığına doğru akıp gitmekteyken, ben hangi yöne germeliydim yayımı?

Neyse, o büyük gün geldiğinde bugünlerin küçük olduğu anlaşılacaktır, değil mi?

Ortak aklı mutlak aklın yönettiğini düşünmüş müydüm daha önce? Evet, birkaç kez düşünmüş ama pek üzerinde durmamıştım. Markete giriyordum o sırada; gözüm raflara takılınca dalmış, unutmuştum.

Kitabımı okuyayım şuracıkta, bir bank ve biraz gölge yeter bana! Yaklaşan şelâlenin farkındadır küçük sandalın üstündeki adam. Ama akıntı çok güçlüdür ve hızla şelâleye doğru sürüklenmektedir. Atlasa olmaz, sandalda kalsa olmaz… Bir ağacın dalı nehre uzanmıştır. Tek çareye tutunmuştur adam, gerisi Allah Kerim…

Gökdelenler boy verirken, dünyanın zevkini çıkaranlarla zakkum kökü yiyenler aynı caddede yürüyorlar. Sözlerin ardında kimse yok; çocuklar sevgisiz ve öfkeli… Nereye baksam şelâleyi görüyorum. Sandalın içinde sekiz milyarla beraber akıp gidiyoruz. Kürek çekenler var; onlar da şelâleyi gördükleri için kıyıya yaklaşma çabasındalar. Manzaraya kapılıp eğlenenler var, ânın tadını doyasıya çıkarıyorlar. O sandalın içinde olduğumu bilmek ve susmak ne zor! “Lâ havle velâ kuvvete illa billah” çektiğimi bir ben bilirim, bir Allah. İnsan bu sırrını kardeşine bile açamıyor.

Ev sahibi göç kamyonuyla kapıya dayanıp “Çıkın!” diyorken, kiracı “Duvara hangi tabloyu assam?” diye düşünüyor. Her ayak, kalbinin seçtiği yöne gider. Her hareket, bir seçimin sonucu… Kiracılık da, ev sahibi de unutulmuş, belli!

Kitapta yazılanlarda aklım, ama şimdi bir düğün salonundayım. Müzik son ses seviyesinde... Herkes oynuyor… Takı töreni, pasta kesimi ve cicim ayları bile bitmeden mutlu beraberlik, mahkeme koridorlarında bitiyor. Genellikle öyle oluyor işte! O aşk dolu bakışlar ve romantik müzikler, sonunda hakarete ve mal paylaşımına dönüşmüyor mu? Zavallı çocuk, “Mutlu bir yuvada doğdum” diye agucuk gugucuk yapadursun… Yazar ne demek istemişti o cümlesinde? Kusura bakmayın ama aklım hâlâ kitapta! 

Adam sandaldan nasıl kurtuldu acaba? Peki, dala tutunduktan sonra neler oldu?

Bu sorunun cevabını düşünürken, bir çay bahçesinde dinlenmeye koyuldum. Nargile sefâsı sürenlerden fırsat kalırsa bir bardak çay içecektim. Ama…

Aslanlar ve ceylanlardan ibaret bir belgeselde başrol almış gibiyim. Ya parçalamak var ya da paramparça olmak… Evde huzur bulurum inşallah! Trafik yok, para harcamak yok… İnsanın evi gibisi yok! Kapıyı açtım, tam oturdum derken…

Üst kata yeni birileri taşınmış. Matkap sesi beynimi deliyor sanki. İyi de, ben hangi kuytu köşede dinleneceğim? Bu arada sandal çok yol kat etti. Şelâlenin döküldüğüne dair ses de duyuluyor. Kimsede telâş yok mu benim gibi? Boş ver evi barkı! O dal çıkar mı karşıma, ben de tutunur muyum? Yine bir cevapsız arama var ruhumda.

Dursam, düşünüversem azıcık, belki de cevaplar serilecek önüme. Ama fırsat bulamıyorum durmaya.

“Doğ güneş! Bat güneş! Yine doğ ve yine bat güneş! Uyu ve uyan hırslarınla beraber, kininle, öfkenle, gözyaşınla, beklentinle, şımarıklığınla, çaresizliğinle, zalimliğinle ya da masumiyetinle hep uyu ve uyan! Ama sandaldasın… Ne yaparsan yap, o sandaldasın!”

İç sesim bana hep bu sözü haykırıyor. Deliler gibi dönüyorum, tam iyilik yapmaya karar verince bir dilenci yalvarıyor arabanın camına tıklayıp. “Versem mi, vermesem mi?” diye düşünürken yeşil ışık yanıyor. “Unut gitsin, zaten cüzdanı açacak zaman yoktu” diyorken ezan okunuyor, işler uzadıkça uzuyor. “Bu sefer kılmalıyım” derken aylar, yıllar geçmiş. Hâlâ işler bitmek bilmiyor. Bir koşu abdest alsam? Hedef belirlemiş miydim “On yıl sonra nerede olmak istersiniz?” sorusuna cevaben? Ha bu soruyu da ayrıca, ayaküstü beni yolda alıkoyan bir pazarlamacı sordu. Kısa yoldan, yorulmadan kendi işimin sahibi olabilirmişim(!)… Ama ilk sorusu dikkatimi çekti bir anda: “On yıl sonra nerede ve nasıl hayâl ediyorsunuz kendinizi?”

Onun bu sorusunu tekrar sordum kendime. Namaza başlamış olmak isterdim ama coşkuyla ve tadil-i erkâna uyarak tabiî... Hırslarımdan kurtulup yetinebilmeyi isterdim. Dünyanın yakasını bırakmayı da… Oku en uzağa fırlatmayı hedef alırdım. Saçımdaki beyazı boya ile kapatıp unutmak yerine, onun ne demek istediğine kulak verirdim. O sandalda olduğumu hiç unutmaz, yazarın ne demek istediğini anlardım. O dala sevdiğim herkesin tutunması için çabalar dururdum. Ben, olacaksam da böyle zengin olurdum!