Sancak mı önemli, sancaktar mı?

Bugün ülkemizin, tüm insanlık vicdanının ve mazlumların sancaktarı olarak en önde gelen kişi, Türkiye adına Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır. Türkiye’nin dâvâsı; Devlet ve millet olarak hepimizin ortak dâvâsıdır. Bizde sancak düşmez. Çünkü düşerse, Mushaf düşer!

GÜNÜMÜZ sancağını taşıyan sancaktarlar kimler?

Sancağı düşürmek için, önce sancaktarı düşürmek gerek. Hedef sancağın kendisi mi, yoksa onda saklı Mushaf-ı Şerif mi?

Sancağımızı düşürmek isteyenler, “Madem sancak düşmüyor, o hâlde onun mânâsını zayıflatalım ve sancaktaki Mushaf’ı unutturalım” diyorlar.

Sancağı sancak yapan, dalgalanan kumaş mı, kumaşa mânâ veren renk ve desen mi? Yoksa uğruna dalgalandığı Mushaf-ı  Şerif mi?

Henüz yeterince zaman geçmedi, ancak Millet Kütüphanesi, mânâ ve fikir dünyamızda yaratacağı etki ile çok uzun yıllar kendisinden bahsettirecek çok yönlü, büyük bir eser...

Tek başına bir sancaktır Millet Kütüphanesi!

20 Şubat 2020 günü Ankara’da, Cumhurbaşkanımızın ifadesiyle “Beştepe Cumhurbaşkanlığı Külliyesi Projesi’ni tamamlayan ve mânâ olarak da taçlandıran son yapı”, “Millet Kütüphanesi” ismiyle göz dolduruyor.

Bazı tartışmalarla “saray” denilerek milletten uzaklaştırılmaya çalışılan bu kamusal alan, “Külliye” olarak adlandırılmıştır. Kendi kültürümüze ait kavramlarla tanımlanan, temsil gücü ve kullanım amaçları ince detaylarla düşünülmüş bir eser olarak uzun yıllar hizmet verecek olan Beştepe Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin başlıca unsurları; Cumhurbaşkanlığı Ana Hizmet Binası, Kongre Merkezi, Cumhurbaşkanlığı Konutu, Millet Camii ve en son açılan Millet Kütüphanesi olarak görülmektedir.

Beni şaşırtan durum şu ki, 20 Şubat 2020 Perşembe günü açılan kütüphaneye, 23 Şubat Pazar günü, henüz insanlar bu mekâna alışmamışken, daha ilk günlerde sakin ve tenha olacağı düşüncesiyle eşim ve oğlum ile gittiğimizde, koskoca kütüphanede yer kalmadığına şâhit olduk.

Bütün masalar öğrencilerle dolmuştu ve sanki uzun zamandır kullanılan bir yermişçesine neredeyse bütün bina aktif durumdaydı.

***

Kütüphanenin en alt katında bulunan iki ayrı salonda açılışa özel iki ayrı sergi hazırlanmış.

Bunlardan biri, “Mucibince Amel Oluna Hatt-ı Hümayun” isimli sergiydi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e mîras kalan ve öneminden dolayı “Hazîne-i Evrak” denilen arşivlerdeki milyonlarca evrak arasından seçilen padişah hatlarından oluşuyordu sergi.

Kanunî Sultan Süleyman’dan son padişah Sultan Vahdeddin’e kadar çeşitli hatt-ı hümayunların yer aldığı sergide, Sultan İkinci Mahmud’un “Allah-ü Veliyyü’t-Tevfik” yazılı hüsn-ü hattı da bulunuyor.


Diğer sergi ise, “Mürekkebin İzi: Yazma Eserler” adlı sergi…

Bu sergiyle Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Ayasofya Müzesi ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri ile İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi ve Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 78 yazma eseri görme imkânı bulunuyor.

Aralarında Türk dilinin ilk sözlüğü ve bir dünya atlası olan Divan-u Lugati’t-Türk, Süryani duâ ve vaaz kitabı, Tevrat ve İncil’in farklı dil ve kültürlerde hazırlanan nüshaları sergileniyor. Sergide, her biri diğerinden özel ve anlamlı bilimsel ve edebî eserler ile kutsal kitapların el yazması ilk dönem örnekleri mevcût. Tıp, astronomi, matematik, mekanik ve robotik bilimine dair hayranlık uyandıran eserler var.

Yine sergide, boyutları ile dikkatleri çeken iki Kur’ân-ı Kerîm de bulunuyor. Sultan Birinci Murad’ın şehâdeti dolayısıyla Memluk Sultanı Berkuk tarafından gönderildiği belirtilen 65 kilogram ağırlığındaki Kur’ân-ı Kerîm ile mercek yardımıyla okunabilen 3 santimetre büyüklüğündeki Sancak Mushaf-ı Şerif de eserler arasında...

Sergide ilk yazılan ve kitaplaştırılan Kur’ân-ı Kerîm örneklerinden tutun da sonraki dönemlerde değeri itibariyle birçok el yazması usûlü ile hatta alınmış çok özel Mushaf örneklerini görebilirsiniz.

***

“Mushaf” kelimesi belki dikkatinizi çekmiş olabilir. Bilen bilir ama bilmeyenler için kısa bir açıklama yapalım…

Mushaf, Arapçada “iki kapak arasında bir araya getirilip bağlanmış sayfalar” yani “kitap hâlinde sayfalar” demek… En kıymetli kitap “Allah’ın Kitabı” olduğundan, “Mushaf” deyince de Allah’ın Kitabı yani Kur’ân-ı Kerîm anlatılmak istenir genellikle.

Pîri Reis’ten bu yana sefere çıkmadan önce her türlü belânın def’i için gemilerin en yüksek direği olan grandi direğine, özel balmumla korunmuş Mushaf-ı Şerifler hazırlanır, her gemide ayrıca kılınan iki rekât namaz sonrası Fâtihalar eşliğinde direğin tepesine çekilirmiş.


***

Yukarıda da ifade ettiğim gibi, Memluk Sultanı’ndan hediye gelen 65 kilogramlık özel Kur’ân-ı Kerîm’in yanında kibrit kutusu kadar olan küçük iki Kur’ân-ı Kerîm de bu sergi eserleri arasında. Küçük olanına dikkatle bakıp bu kadar küçük harflerin el ile nasıl minik sayfalara yazıldığını konuşurken, orada görevli bir uzman hanımefendi, “Sancak Mushafı” konusuna dair detaylı bir izahta bulunarak, az önce değindiğim notu şu etraflı bilgiyle beraber anlattı:

Osmanlı orduları; sefere çıkarken devletin ve ordu alaylarının bayrak ve sancaklarının yanında, bir de Hazreti Muhammed’in (sav) savaşta kullandığı renk olan bir siyah sancak taşırlarmış. Bu sancağın direğinin ucundaki metalden (altın, gümüş, bakır ya da prinç) alem ve mahfazası bulunur, mahfazanın içinde de bu küçük Mushaf-ı Şerif olurmuş.

Ordunun her seferi için ayrı ayrı Mushaf-ı Şerif yazılır ve Saltanat Alayı ile ordusunun başında bulunan padişahların taşıdığı sancaklar; askerî, siyâsî ve dinî sembol olarak sıra sıra bulunurmuş.

Bu detay, benim bu sergiyle yeni öğrendiğim bir husus oldu ve sizinle paylaşmak istedim.

Çünkü Türk askerî geleneğinde her birliğin alay, tugay, tümen ve ordunun ayrı ayrı sancakları vardır ve askerî birlikler için sancak, namustur. Barışta ve savaşta sancak her daim korunur, muhafaza edilir.

Savaş sırasında, cephede ya da törenlerde en önde ve her daim yüksekte olacak şekilde taşınır, göndere asılıdır sancak.

Hattâ resmi devlet törenlerinde sancak geçidi olur ve sancak selâmlanır; sancak geçerken ayağa kalkılır, selâm durulur. Yabancı devlet başkanlarının ziyaretlerinde yapılan karşılama törenlerinde de konuk lider askerimizi selâmlayıp sancağımıza ihtiramla selâm dururlar.

(https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/3.3.47346.pdf Askeri Merasim ve Protokol Talimatnamesi ile çok detaylı kurallara bağlanmıştır.)

***

Muharebe esnasında, savaşta ve cephede sancak, ordunun veya birliğin savaşmaya devam ettiğinin bir göstergesi olarak hep yüksekte tutulur. Sancak taşıyan asker yaralanır ya da ölür ve sancak düşerse, hemen bir başka asker, canı pahasına sancağı tekrar kaldırır. Çünkü sancak düşmüşse, bunu gören asker, savaşın kaybedildiği ve yenildikleri duygusuna kapılabilir.

Bu konuda en duygu dolu örneklerden biri, Çanakkale Savaşları sırasında tüm mensupları şehit olan 57’nci Alay sancağıdır. Bugün dahi TSK, hatırasına saygı gereği 57 numaralı bir alay kurmamış, tamamı şehit olan ve tek bir askeri teslim olmayan ve teslim alınamayan sancağın askerleridirler.

57’nci Alay şehitleri, tüm Çanakkale şehitlerimiz gibi Avustralyalılar tarafından da hâlâ kahramanlık ve cesaret örneği olarak saygıyla anılmaktadırlar.

İşte bu sebeplerle sancak asla yere düşürülmez, düşürülmemelidir!

Sancağın sembolik ve psikolojik önemi vardır. Savaşta ve cephede her birliğin, namusu gibi koruduğu ve zaferle dalgalandırmak istediği sancağı vardır. Devletimizin bayrağı, vatanımızın kutsiyeti ve milletimizin bağımsızlığı için savaşan ordularımızın ve askerlerimizin bağlı bulundukları askerî birliklerin sancakları, o birliklerin namuslarıdır.

Her birlik farklı cephede ve faklı ölçüde savaşmak, kendi sancağını, savaşma gücünün ve inancının bir göstergesi olarak hedeflenen zafer noktasına yere düşürmeden taşımak ve dalgalandırmak zorundadır.

İşte Osmanlı Devleti’nde padişahların ordularının başında gittiği dönemde Osmanlı ordusu, Allah’ın ve Peygamber’inin ordusu kabul edilmekteydi. Bu yüzden ordu sancağında alemin mahfazasında bir Mushaf-ı Şerif bulunur. Ki hep dalgalanan sancak, hiç yere düşmesin…

***

Sancak düşerse, Mushaf-ı Şerif düşmüş sayılır. Ki Allah’ın Kitabı, Dini ve dâvâsı için savaşanların ölmeden bu sancağı yere düşürmesi, asla kabul edilemez bir durumdur.

İşte Mushaf ve sancak ilişkisi budur!


Sancak düşerse, Mushaf düşer!

Tarihî geleneğimize göre bugün de Devletimizin lideri olarak en önemli sancak, Cumhurbaşkanlığı’ndadır. Çünkü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başkomutan ve Devlet Başkanı sıfatı ile “en önemli sancaktarımız” durumundadır.

Modern çağda, her alanda farklı sancaktarlarımız, ayrı ayrı sancaklarla Devletimizin ve milletimizin geleceğinin mücadelesini vermektedir. Öğretmenlerimiz okulda, askerlerimiz cephede, vatandaşımız işinin başında, bilim ve sanat insanlarımız kendi alanlarında sancağı yukarıda tutmakla, temsilî olarak bayrağımızı ve Mushaf’ı yukarıda tutmuş olmaktadır. Hepimiz bir sancak taşırcasına yürümeliyiz! Hepimiz, bulunduğumuz yerdeki sancağı daha yukarı taşımakla sorumluyuz.

Her vatandaşımız, milletimizin her bir evlâdı, bir sancaktar gibidir. Bugün Devletimiz, vatanımız, bayrağımız ve milletimiz ortak değerlerimizdir ve sancağımızın “Mushaf”larıdır. Birlik ve beraberliğimiz, ortak geleceğimize olan inancımız ve millî değerlerimiz, kültürümüz ve ailelerimiz başta olmak üzere, bizi millet yapan tüm duygu ve paydaşlarımız, birer “Mushaf” gibi sancağımızda taşımamız gereken unsurlardır ve kardeşliğimizin güvencesidirler.

Devlet ve millet, lidersiz olmaz. Liderliğin sembol edildiği değerlerin yaşatılması için “Mushaf” yere düşmemelidir.

Bugün ülkemizin, tüm insanlık vicdanının ve mazlumların sancaktarı olarak en önde gelen kişi, Türkiye adına Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Türkiye’nin dâvâsı; Devlet ve millet olarak hepimizin ortak dâvâsıdır. Bizde sancak düşmez. Çünkü düşerse, Mushaf düşer!