Sanatın erdemi

Eğer bizden birileri toplumun türküsünü, şarkısını yazamaz ise, bizim çocuklarımız başkalarının türküsünü çağırır, şarkısını okur. Değişimin nabzını siz kontrol etmezseniz, değişimin iradesi sizin elinizde olmaz ise, başkaları gelir, sizi değiştirir ve misyon olarak da sizin iktidarınızı sizin elinizden alır.

YAZARLAR, çizerler, şairler ve sanatın her alanında olanlar zaman zaman sanat olayını farklı boyutlardan mutlaka düşünmüşlerdir ve düşünüyorlardır. Bu düşüncelerin sonucunda ulaşılan bir olgu, bir kanaat de kaçınılmazdır. Kimileri bu sanat olayına küresel bakarken kimileri sadece boyutlu, bazıları da düzlemsel olarak bakar. Boyutlu bakışlarda yapılan tasnifler, küresel bakışlara göre kanaatlerin daha kısa zamanda netleşmesine yol açar. Sanata din fenomeni olarak bakmak ile sadece İslâm fenomeni olarak bakmak gibi -ki bu ikisi aynı şey değildir-.

Din Allah’ın dini olmasına rağmen, sanat çağrışımları milletlerin yaşamlarında şekillenmiştir. Kimi milletler sanat fenomenine zamkla yapışıkken, kimi toplumlarda sanat fenomeni mandalla tutturulmuş gibidir. Bizim yaşadığımız coğrafyada sanat fenomeni iştiyakla kucaklanmamıştır; öyle ki, ona yönelenler kendilerini baskı altında hissetmişlerdir. Her nasıl ve nedense sanatın birçok alanına baskılar uygulanmış, vahyin dışında yasaklar konulmuştur. Yaratıcının sınırlandırmadığı, özel kodlarla tasnif etmediği sanat alanı birtakım yasaklarla daraltılarak günah boyutuna taşınmıştır. Hâl böyle olunca insanlar İlâhî metinlerin dışında yazılanlara aşırı bağlılıklarından dolayı sanat fenomenine oldukça uzak durmuşlardır. Hâlbuki sanat, insanla beraber insana bahşedilmiş, ihsan edilmiş, ikram edilmiş yaratma yetkisinde bir emanettir. Burada yaratma, Allah’ın yaratmasının dışında, aklen kabiliyetlerini var etmesi, onları hayata geçirmesi anlamındadır. Sanat olayı yoktan var etmek değil, var olan kabiliyetler doğrultusunda vardan var etme yetisidir.

Hayatın kaynağı eylemselliktir. Bu, varoluşun, “Ben buradayım” deyişin bir çağrısı ve meydan okumasıdır. Yaratılan her şey bir hareket kabiliyeti içindedir. Yani kımıl kımıldır. Görme ve işitme frekanslarının dışında kaldıkları için onlar hareketsiz değillerdir ve onlar, insanlardan çok daha özgür ve özgünce sanatlarını icra ediyorlardır. Zira her şey “bir akış” içindedir. İnsan bu akış içinde davranışlarıyla kendini sanat eksenli ifade eden bir varlıktır. Her bir davranış içsel ve dışsal olarak bir varoluştur. Ama bazen insanın davranışlarının mahiyetleri, nitelikleri değişebilir. Meselâ bu eylemler “amel” diye isimlendirilip başına da “salih” diye bir sıfat konulursa, bu faaliyet bir anlam, bir nitelik, bir idrak ve bir bilinç boyutu kazanır.  “Salih amel”, alelâde bir eylem boyutundan çıkarak bir haysiyet kazanır; mahiyet itibariyle de şuur ve idrakin ötesinde bir incelik, bir naiflik, bir hassasiyet, bir özgünlük, bir başkalık kazanır ki bunun adı “insan sanatıdır”. Bu müthiş bir sanattır; “Düşünen Adam Heykeli”, “Sakarya Türküsü”, “Naat”, “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” veya “Münir Nurettin Selçuk”, “Kaplumbağa Terbiyecisi”, “Dokuzuncu Senfoni” ve benzeri çeşitli alanlarda birincil sanatlardan bazılarıdır. Benzerlerini yapmaya kalkışmak taklit olur ve iticilik kazandırır. Bütün bunlar insan eylemlerinin sonucu olsa da bunların tamamı amelin çok ötesinde bir değer, bir yetenektir. Bu, yaratılışın bir yansıması yani sanattır. Bunların ahlakiliği ise sanatın erdemdir.

Birçok Batılı filozof etik ve estetik arasında güçlü bağlar kurmuştur. Estetik, sanatın ana alanı olarak güzelle meşgul olunan işlerin tamamını kapsar. Bu işlerin tamamının bir de etik yani ahlâkî boyutu var. Bunun amacı ise sanatı ahlâk dışılıklardan arındırmaktır. Çünkü insan, her hâliyle ve her alanda arınmaya ihtiyaç duyabilmektedir. Bizim kültürümüzde çok eskiye gidilince bu güzellikler daha net görülebilirken, sonraki yıllarda ise sanat alanında daralmaların olduğu açıkça görülmektedir.

İnsan etkileşim içinde olduğundan, sanatın her hâli onun ilgisini çeker. Tek bir dağın güzelliği vardır ama sıradağlar bir sanattır. Tek başına insan bir şeydir ama birçok insan daha birçok şeydir. Yaratılış her şekilde bir sanattır. Her heybetli kayanın kendine mahsus sergilediği görselliği vardır ve bu duruş onun sanatıdır. Yani tabiatta var olan her şeyin davranışlarının toplu adı sanattır. Suyun akıcı olması, rüzgârın savurucu olması, ateşin yakıcı olması, aşkın tutkuyu oluşturması, sevginin özlem oluşturması, çiçeklerin renklenmesi, güllerin kokusu, kuşların ötüşü, yağmurun yağışı, arının bal yapışı, örümceğin ağ yapışı, ipek böceğinin koza örüşü en güçlü sanattır. Bunlar böyle sabitlenmiştir, böyle mühürlenmiştir ve böyle kararlaştırılmıştır ve bunların insan gibi arınmaya ihtiyaçları da yoktur.

Coğrafyaların ayrı ayrı sanatları vardır. İnsan ise bu coğrafyaların sanatlarından esinlenmiş daha büyük bir sanat eseridir. Çünkü insanın kendine has bir coğrafyası vardır. Sıkça kullanılan “tabiatı farklı bir insan” deyimi, aslında sanatın çokluğunu da ima eder. İnsanın sanat merkezini diğer sanat merkezlerinden ayıran, tabiatıyla beraber erdemi ve ahlâkıdır. Çünkü insanın sanatı bu şekilde kodlanmıştır. Öyle ki, insan davranışlarını kendi yaratan ve onlardan sorumlu olduğu için, bu davranışların toplamına “sanatının ahlâkı” denilebilir. İnsanın özgünlüğü içindeki fıtratın yansımasıdır. İnsan bu konuda serbesttir. Hayra da, şerre de gitmeye muktedirdir. Davranışlarını aklı ve yüreği ile yaratırken sanat boyutunu daha çok yeteneği yaratır. Gel ki akıl, birçok bakımdan yüreğin bir fonksiyonu olarak işlevlere sahiptir. Hâl böyle olunca, insan davranışlarının yaratıcısı olunca, insan, yaratma kudretine de haiz olduğunu fehmeder, benimser, kabul eder ve sanatın kaynağına ulaşır. İnsan bu şekilde hürriyetini kullanarak, yeteneklerini sergileyerek kulluk bilinciyle de Allah’a daima teşekkür eder. “İnsan, insan oluncaya kadar ne aşamalardan geçti” öğretisi bize sanatın evrelerinin kapıların açar.

Su, toprak, çamur, pişirilmiş balçık ve ruh… Ve bütün bunlar “hava” içinde olduğundandır ki, “su, toprak, hava ve ateş”, sanatın ana kavramları olarak her kapıya anahtar olmuşlardır. Sanat devam ediyor, “Pişirilmiş balçığa şekil verdik” ve “Ruh üfledik”… Şekil vermek ve üflemek, sanatın en önemli iki figürü olarak tüm insanlık tarihinde yerini almışken, İslâm toplumlarında bu iki sanat ögesinin boğazı zaman zaman çokça sıkılmıştır. İnsana üflenen ruh, ona eşyaya hâkim olma kudretine ulaştıran kapıları açmıştır. Bunu tam olarak çözemeyen insan, ahlâk ve erdem ile sanatın bağını kuramaz; vahiyden esinlenmeden sanata doğru yaklaşırsa, o sanat, son derece yalın kalır ve kalıcılığı da olmaz.

Nedir sanat?

Sanat, insanın bir defa yaptığı davranış değildir. Sürekli olan bir akışın adıdır sanat. Hayatında bir defa iyilik yapan biri nasıl ki hep iyilik yapan değilse, ömründe bir defa bir sanatsallık sergileyen de sanatçı değildir. İyiliği devam ettirirse o, onun sanatı olur. Ayrıca hayatında bir defa simit çalmış biri de hırsız olarak nitelendirilemez. Bazen insanın sanatında noksanlıklar mümkündür. Yani insandan sürekli yansıyan, onun sanatıdır. Nasıl ki iyi huy, kötü huy, iyi ahlâk ve kötü ahlâk var ise iyi sanat ve kötü sanat da vardır. Sanatta en yüce makam, erdem ve izzetin aranması ve orada otağ kurabilmesidir. Süfli sanat, mümin bakışında rezil bir sanattır. Zira sanat, yerine göre teknolojinin kullanılmasıdır. Bunu kötü hasletleri olanlar da kullanabilir ve kullanmaktadırlar da. Bu teknikleri erdem sahipleri kullanırsa hayranlık uyandıran sanat eserleri sergilenmiş olur. Meselâ Davut Peygamber’in zırh yapması veya Süleyman Peygamber’in yaşamı yüce bir sanat iken, Samiri’nin sanatı süfli bir sanattır. Ama o süfli sanat içinde müziğin insan ruhunu nasıl etkilediği gerçeğinin de göz ardı edilmemesi gerekir. Zira günümüzde bu tür sanatların insanlara nasıl bir süflilik yaşattıkları da oldukça aşikârdır.

Müslüman toplumlarda çok uzun yıllar “zanaat” ile “sanat” karıştırılmış, sanatın fen ve teknik olduğu sanılmıştır. Hatta “Servet-i Fünun” edebiyat akımı “Fenlerin Serveti” olarak bile yorumlanmıştır. Hâlbuki o, bir sanat akımıydı, edebiyat akımıydı. Sanat, başlı başına üzerinde incelikle durulması gereken ve insanın yaratılmasıyla doğrudan ilgilidir. Zira o, insanlar için yeryüzünü ilmek ilmek, milim milim, nakış nakış sanatıyla bezemiştir. Bu toplumlarda sanat daha çok mekanik boyutta kalmış, gönül dünyasında ise oldukça kısıtlı yer bulabilmiştir. Bunun nedenleri, bir tür anlayışın toplumu baskılaması, günah kavramıyla korkutması, o alanları tehlikeli göstererek insanların sanattan uzaklaşması olarak sıralanabilir. Çünkü o baskılayıcı zihniyete göre bunlar insanı yaratıcı konumuna yükseltiyordu. Bu ise onlara göre şirke düşmek demekti. Sırf bu anlayıştan dolayı hanemizde dedemin ve babaannemin bir resmi bulunmamaktadır.

İnsan çoğu zaman fazilet ile vazifeyi karıştırıyor; zanaat ile sanatı karıştırdığı gibi. Erdemin eş anlamlısı “fazilet”. Kişinin üzerine düşeni yapması vazife, daha fazlasını farklı boyutlarda yapması ise fazilettir. Yani insan vazifelerinin üzerine bir şeyler koymalıdır. Namaz kılmak erdem değil, vazifedir. Namazla beraber farklı iyilikler yapabilmek fazilet yani erdemdir. Yani fazilet, artı değerler bütünüdür. Artı değerlere sahip olamayan insan muttaki de olamaz. Ancak takva bu sıradanlığı bozabilir. Zira takva, göze batmaktır, göz alıcı olmaktır, görünür olmaktır, şahıs olmaktır, insanlar arasında seçkin olmaktır. Erdem tam da böyle bir şeydir. Sanatta erdemi fazilet alırsak, aklımıza onlarca örnek şahsiyet gelir. Örneğin Hasan Bin Sabit kasideler okuyarak düşmanın moralini bozarken, Mehter grupları da orduya motivasyon veriyordu. Bizde Mehmet Akif’in rolü neyse, Pakistan’da Muhammed İkbal’in rolü aynıdır. Her ikisi de aynı sanatın farklı coğrafyalardaki mimarlarıdır. Ve toplumların inşâsında önemli rollere sahip olanlara “faziletli insanlar” deniliyor. Her toplumun bu tür sanatçıları var. Örneğin İspanya’da Frederiko Lorgan gibi…

Dünyada sanatçıların olağan üstü durumları vardır. Örneğin Türkiye’de kimse Karl Marx’ı okuyarak komünist olmadı ama Nazım Hikmet’i, Ahmet Arif’i okuyarak oldu. Necip Fazıl’ı, Arif Nihat Asya’yı okuyarak İslâmcı bir gençlik oluşurken, Nihal Atsız’ı okuyarak da Türkçü bir gençlik oluşmuştur. Bunlar ihmâl edilecek ve hafife alınacak durumlar değillerdir. Bunların hayatımızdaki yeri asla değersiz bulunamaz. Örneğin Kütahyalı ressam Ahmet Yakupoğlu, dünyada “su” ressamı olarak tanımlanan, eserlerine bakmaya doyulamayan mümtaz bir şahsiyetti. Bir söyleşimizde üzerindeki baskılardan dolayı eşinin onu terk ettiğini anlatmıştı.

Ediplerin, sanatçıların, sanatın hayatımızda önemli fonksiyonları vardır. Onun için, hem erdem hayatımızda, hem de ahlâk hayatımızda sanatı ihmâl edersek, bu durum, daha çok kabalaşacağımız anlamına gelir. Hepimiz durup ince şeyleri anlamaya vakit ayırmalıyız. Örneğin Resul’ün kokan köpek leşine rağmen onun dişlerini görebilmesi… Özenle, dikkatle, nezaketle yaşayan bir sanat inceliğine örnektir bu.

İnsanın sanatçı olabilmesi için illâ şiir yazması, kaside okuması veya farklı etkinlik yapması gerekmez. Çünkü sanat yaşam içinde bir tür yaratıcılık, yeni şeyler inşâ etme eylemidir. Düşünmeyen insan yanılmaz. Yapmaya çalışmayan insan yorulmaz. Yanılan; düşünen, üreten ve yaratan insandır. Edip Cansever bir şiirinde Nur-i Osmaniye Camiî’nin avlusunda kör bir kadının kuşlara yem atarken ağladığını yazıyor. Sahi, bu hiç aklınıza geldi mi? Ya da kör bir insanın nasıl ağladığını düşündünüz veya gözlediniz mi? İşte sanatçı ruhu böyle bir şey! Birçok detayı büyük meraklarıyla görebilen…

Sezai Karakoç bir şiirinin bir mısraında der ki, “Bu ırmağın ortası yoksa seni mi hatırlayacağız?”. İlk bakışta farklı anlaşılsa da “ırmak” kelimesinin ortasındaki “m” harfi çıkarılınca büyük bir anlam beliriyor. Erdem işte tam da burada! Yani sanatın erdemi kelâma incelik katmak, nefese incelik katmak, zanaata incelik katmak ve davranışlara incelik katmaktır.

Sanat, Allah’ın var ettiklerinin insanda tecellisinden başka bir şey değil. Dar bir vadide rüzgârın sesinden etkilenmeyenlerin vay hâline! İnsan aslında iyi bir taklitçidir. Tabiatta ne varsa onun icadını yapabilmektedir ki bu, sanatın farklı bir boyutudur. Bundan dolayı insanın yaratıcı ruhu, yoktan var eden, Allah’ın insanlığa ikram ettiği bir vasıftır. İnsanın yaratıcılığı, Allah’ın yaratıcılığından hareketle ortaya koymuş olduğu eserlerin bir başka güzelliğidir ki sanat, bunların da ortak adıdır.

Eğer bizden birileri toplumun türküsünü, şarkısını yazamaz ise, bizim çocuklarımız başkalarının türküsünü çağırır, şarkısını okur. Sinema bize haram ise, bizim çocuklarımız o haramı sevap gibi her gün zevkle işler. “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez”. Değişimin nabzını siz kontrol etmezseniz, değişimin iradesi sizin elinizde olmaz ise, değişim mukadderdir, değişilir; başkaları gelir, sizi değiştirir ve misyon olarak da sizin iktidarınızı sizin elinizden alır. Kendi sazımızı çalmak haram kılınmış ise, başkaları sazlarını dilediği gibi çalarlar. Bundan dolayı sanat pencereleri açık tutulmalıdır. Sanatın ahlâkına dikkat edilerek, onların toplum üzerinde dinamik olmasına katkı sağlanmalıdır.

Neredeyse düğünlerde dahi kendi sanatımız yok. Sanat ile ahlâkın ince çizgisine dikkat edilerek, önce kendimizi, ailemizi, Allah’ın yarattığı o büyük güzelliklerden mahrum etmemeliyiz. Allah işaret verir, insan yapar. Allah’ın işaretlerini iyi okumak gerek. Mehmet Akif diyor ki, “İnsanın mahiyeti söylemek değildir; söylediğinin arkasında durmaktır”.