SANAT ve kültür yozlaşması
hakkında yazmam gerektiğine karar verdiğimde, bir hafta boyunca, hiç âdetim
olmadığı hâlde TV kanallarındaki dizileri izlemem gerektiğini düşündüm. İnsan,
bilgisi olmadığı konuda yazamaz, söz söyleyemez, fikir beyan edemez.
Her
dizinin bir saate yakın özeti verildiği için bütün dizilerin içeriğini
anlayabildim. Ve hayretler içinde kaldım. Gayr-i meşrû ve ahlâksız ilişkiler bu
kadar mı ilgi görüyor bu ülkede, bu diziler böyle reytingler alıyor? Kimin eli
kimin cebinde, belli değil!
Birinde,
kadının kız kardeşi, kocasını kadının elinden alıyor… Diğerinde pervasızca
yasak ilişkiler yaşayan ve nikâhlı kocasına çocuğunun babası olmadığını
söyleyebilen arsız kadın… Çıkar ilişkileri, ihanet, para, şan şöhret düşkünlüğü…
Marka ve gösteriş özentisi ile her türlü gayr-i meşrû yola tevessül eden kadın
ve erkekler… Din, vicdan, ahlâk, millî duygular yerle bir olmuş!
Yaşım
66, çocukluk ve gençliğimde izlediğim Yeşilçam filmleri ne kadar da mâsum
kalıyormuş bu dizilerin filmlerin yanında. Masalsı zengin oğlan-fakir kız (ya
da tersi) delice birbirini sevdiği hâlde, şartlar uygun olmadığından içe
gömülen, unutmak için mücadele verilen sevdâlar vardı. Genellikle kavuşulamayan
sonlarıyla ilk gençlik yıllarımda bana ve benim gibi birçok genç kıza hayâller
kurduran filmlerdi bunlar.
Çocukluk
yıllarımızda Teksas ve Tommiks gibi çizgi romanları ders kitaplarımızın arasına
saklayarak okurduk. Daha sonraları resimli romanlar, cep fotoromanları, Ses,
Hayat, Yelpaze gibi dergiler ne kadar da mâsumlarmış.
Mahallemizin
erkek çocukları ile saatlerce oyun oynardık. Cinsiyet konusunda o kadar az şey
bilirdik ki kardeşlik duyguları ile mâsumâne arkadaşlıklarımız vardı. Bir anımı
sizlerle paylaşmak isterim bu durumu daha iyi anlatabilmek adına…
Sanırım
10-12 yaşlarımdaydım. Evlerimiz ağaçlar arasında, çok güzel bir mahalledeydik.
Kızlı erkekli arkadaşlarımızla oyunlar oynardık. En çok da saklambaç oynardık. Yine
bir tatil günü saklambaç oynarken, benden bir yaş kadar büyük olan komşumuzun
oğlu Yusuf ile aynı yerde saklanmıştık. Bazı huylarına sinir olduğumdan, onun
ebe olması için yakalanmasını istiyordum. Ebe olan arkadaşım yakalasın diye
sesler çıkarıyordum. Yalvarıyordu “Ne olur sus, yapma!” diye. Ben de vazgeçtim.
Arkadaşlarımızdan Hüsnü yakalanınca, Yusuf teşekkür için âniden bir hamle
yaparak yanağımdan öptü. Tam o sırada babacığımın karşıdan bize baktığını ve
sinirden suratının kıpkırmızı kesildiğini fark ettim. Gök gürültüsü gibi bir
sesle “Çabuk eve!” diye bağırdı.
Ben
önde, babacığım arkada, kapıdan girer girmez kulağıma öyle bir yapıştı ki
kopartacağını zannettim. Yanağıma inen tokat ile gözlerimde şimşekler çaktı.
Neden kızdığını, neden vurduğunu soramadım bile. Ve yıllar sonra genç kızlığa
adım attığım zaman anlayabildim sebebini.
Artık
Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkant romanları okumaya başlamış, o zaman gönül
işlerini anlamaya başlamıştım. Zaten erkek gibi bir kız olduğumdan, öyle “Sen
anne ol, ben baba”, “Sen doktor ol, ben hasta” diye pazarlık yapılan evcilik, doktorculuk
oyunlarından nefret etmiş, hiç oynamamışımdır. Çelik çomak, misket, ceviz, yakar
top, kuka oynardım erkekler ve benim gibi olan kızlarla. Ağaç tepelerinde kaç
kıyafet yırtıp dayak yediğimin sayısını hatırlamıyorum. O zamanlar, öyle kat
kat kıyafetlerimiz yoktu çünkü. Genç kız oluncaya kadar bu böyle sürüp gitti.
Televizyon
yoktu o zamanlar. Bazı evlerde olan radyo tek eğlencemizdi. Küçükken çocuk
saati, daha büyüyünce, arkası yarın, radyo tiyatrosu, fasıllar ve babacığımın
tâbiri ile haber ajansı dinlerdik. Yaz aylarında mahallemizdeki yazlık sinemada
önceleri Ayşecik, Ömercik, Sezercik filmleri izlenirdi. Hayâl dünyası çok geniş
olan ben bile cinselliğin farkında değildim.
Ortaokul
yıllarımda okul gazetesinde ve benim yaşıma çok uygun olmayan Yelpaze
dergisinde yazılar yazmaya başladım. Yazılarımdan bazıları; Pars, Tilkinin Kurnazlığı,
Papağan Yakup, Mohini ve Azadi (Ankara Hayvanat Bahçesi’nde yaşayan filler)
idi. Yelpaze dergisine yazdığım “Pars” adlı hikâyem ile mansiyona lâyık
görülmüştüm. Yani aşk meşk yoktu hiç dünyamda. Ne zaman ki büyüklerin izlediği
filmleri izlemeye başladım, o zaman babamdan yediğim tokadın mânâsını
anlayabildim.
Şimdi
beş torun sahibi bir babaanneyim. Küçücük beyinlerin bu ahlâksız yayınlarla
nasıl iğfal edildiğini, bu dizileri izleyince anladım. Öyle şeyler biliyor,
öyle şeyler düşünüyor ve söylüyorlar ki hayretler içinde kalıyorum. O diziler,
filmler, videolar âlim yapmış çocuklarımızı, maşallah! Her şeyi o kadar iyi
biliyorlar ki, ben kara cahil kalıyorum karşılarında. Anne babalar o kadar
meşgûller ki farkında değiller çocuklarının neler izleyip nerelere
gittiklerinden, kimlerle beraber olduklarından.
Daha
liseye yeni başlayan bir çocuğun para hırsı, pahalı araba, cep telefonu ve kıyafette
sınır tanımaması ürkütücü geliyor bana. Hırs konusunda bu ölçüsüzlük korkutuyor.
İlkokula giden kız çocukları saçlarını rengârenk boyatıyor, ortaokuldakiler
makyaj yapıyorlar. Tırnaklar uzun ve ojeli... Erkek çocukların oynadıkları
dijital oyunlar akıllara zarar. Kan, şiddet, savaş… Kolay ve kısa yoldan nasıl
zengin olunacağının yolunu gösteren oyunları oynuyorlar. Peki, her dedikleri
yapılan, her istedikleri alınan, yokluk ve zorluk yaşamamış bu yavruların mı
suç, yoksa vurdumduymaz ebeveynlerin mi?
Okul
dışında bütün saatleri televizyon veya bilgisayar/telefon başında geçiyor çocukların
ve gençlerin. “Yaz tatilinde bir yerlerde çalışsın” diyen büyükanne ve büyükbabalara
ters ters bakan anne ve babalar var. Okullar tatil olur olmaz yazlıklara gidip
gayesiz, plânsız, deniz-güneş-kum sefası sürmek kanun (!) günümüzde.
Artık
evlerde kahvaltı yapan, yemek yiyen kalmadı. Pahalı restoranlar dolup dolup
taşıyor. Kişi başı 150-200 lira ödenen lokantalar varmış, yeni öğrendim. Bir de
bu konuya girersem, bu yazının sonu gelmez. Bu da başka bir sefere kalsın…
Bu savurganlık, bu aymazlık, bu yozlaşma için bizleri cezalandırmasın Rabbim!