Sanat ve edebiyatın varoluş süreci

Yazma edimiyle beraber tek kendileri hayatı kavramak ve içinde bulundukları sıkıntılardan kurtulmakla kalmamışlar, dokunduklarını da etkilemişlerdir. Her an ileriyi görüp bu hasletleri kendinde taşıyan sanatçılar, ruhları teskin ederken öğretir, geliştirir ve tamamlarlar. Çevrelerine ışık saçarlar.

İNSANLIK, var olduğu andan itibaren hayatın anlamını sorgulamaya başlamıştır. Sorgulama sonunda toplum olarak mutlu olmanın yolunun erdemli olmaktan geçtiğini fark etmiş, keşfettiği bilgiyi de gelecek nesillere dil ve anlatımın gücüyle iletmiştir.

Varoluş serüvenimizi açıklamak için türlü teoriler ortaya atılmıştır, atılmaya da devam edecektir. İster öznel, ister nesnel, ister doğabilimsel, ister felsefî, ister gerçekçi, ister romantik yaklaşalım, varlığımıza bir anlam yüklemek zorundayız. Kısacık zaman tünelinde burası bir duraksa eğer, zamanı da iyi değerlendirmeliyiz. O nedenle hayatı sorgulamak da çok değerlidir. Yeryüzünde medeniyet izlerini takip ederken anlıyoruz ki, bu sorular ve arayışlar bizi bu seviyeye getirmiştir.

Yazılı kültüre geçilmeden evvel başlamıştır hayata dair sorgulamalar ve anlamlandırma çabaları. Her toplum, soruları kendine has tavırlarla zenginleştirmiş, yeni nesle aktarmış ve aktarma biçimi olarak dil yetisini kullanmıştır. Dil zenginleşip gelişirken, hayata dair sorulan soruların da içeriği ve anlamı zenginleşip işlevi artmıştır. Dil, insanları diğer canlılardan ayıran en temel özelliktir. İnsan türüne özgü olan dil, insanlık geliştikçe gelişimini sürdürmüş, kültürel aktarımda en önemli unsur olmuştur. Kültür, varlığını dile borçludur. Bireyden topluma doğru evrilirken, küçük topluluklar hâlindeki yaşamdan çıkıp kabile ve millet hâlini alırken taşıdıkları bilgi birikimlerini, toplumsal hâfızalarına aldıkları ürünleri ve tecrübelerini dil vâsıtasıyla aktarım yoluna gitmişlerdir. Eğitimin önemini çok iyi kavrayan toplumlar, yeryüzüne kalıcı eserler bırakabilmişlerdir.

Dilin kullanımı ve sanatın ortaya çıkışı

Sosyal bir varlık olan insan, toplumsal gelişim sürecinde sözlü kültür aktarımını kullanırken, bu süreçte anlatılar birer eğitim aracı olarak kullanılmıştır. Aktarılan bilgiler hep toplumu iyiye, doğruya ve erdemli olmaya doğru yöneltmiş, zamanla toplum önderleri ve yaşanan olaylar da anlatılara eklenmiştir. Sonunda efsanevî ve mitolojik unsurlar da eklenerek, yaratıldığı toplum hâfızasına aktarılmıştır. Oluşturulan ürünler millî karakter kazanıp, her milletin doğasına özgü destanlar oluşmaya başlamıştır.

Eski toplumlarda, destanlar ve şiirsel anlatımlar kol kola yürümüştür. Hâfızada kalması için belli bir ahenkle söylenmesi gereken cümleler, zamanla ölçüye kavuşmuş, zenginleşmiş, mısra hâlini almıştır. Yaşam denen olgunun, canlı varlığı misafir eden dünyanın belli bir ahengi ve devinimi vardır. Bu ahengi hisseden insanlar, doğal uyumu yakalayıp doğanın seslerine kulak vermişler, sözlerine ve dil edimine de ahengi katabilmişlerdir. Sesleri taklitle başlayan sözcükler, sadece somut kavramları değil, soyut kavramları da iletebilmeyi başarmıştır.

İlerleyen, köklü bir geçmişe kavuşan toplumlar, soyut düşüncenin önemini kavramaya başlayıp varlık, yokluk, ruh, madde, öz, ahlâk, yaşamsal döngü gibi kavramları irdelemeye başlamışlar, giderek toplumsal değerleri öne çıkarmışlardır. Felsefeciler bu misyonu yüklenirken, en büyük değer olarak sanatı ortaya çıkarmışlar, üzerinde çok çalışmışlar, hem eser üretmiş, hem kuramlar ortaya koymuşlardır. Sanatsal faaliyetler ve felsefî yaklaşımlarla mutlu olmanın yolları ortaya konulmaya başlanmış, erdemli olmanın gerekleri anlaşılmıştır.

Kendini ifade etmenin en güzel yolunun edebiyattan geçtiği anlaşılınca, insanların yolları bir bir aydınlanmaya başlamış, ruhlar kısır döngülerden çıkmış, hapsoldukları yalnızlık rıhtımından kurtulmuş, sonsuz ufuklara yelken açmaya başlanmıştır. Bu sayede basit hikâyeler, anlatılar, uzun destanlar, şiirler ve en sonunda özgün eserler ortaya çıkmıştır. Her eserin ortaya çıkmadan evvel derin bir çığlığı, hayata dair bir kaygısı olmuştur. Sanatçı, sesini kimsenin duymadığını anladığında, derin girdaplardan çıkmanın yolunu üretmekte, yeryüzüne silinmez izler kazımakta bulmuştur.

Sanat eserlerinin oluşumu, kültür birikimi ve farklı aşamaların netîcesinde varlık göstermeye başlamıştır. Her eser, var olmadan evvel sahibinin içsel yolculuğu ve hayat tecrübelerinden mayalanarak, yaşadığı kültürün de izlerini taşıyarak vücûda gelir. Bazen sahibini zorlar, türlü sıkıntılara sokar; bu, âdeta yeniden doğuştur. Her yeniden doğuş, türlü sancıların eseridir. Belki aylar, belki yıllar süren ritmik nabız vuruşları sahibini rahatsız etmeye başlar, ritim dayanılmaz hıza ulaştığında, vakti geldiğini hisseder. Yol verir artık, salıverir bastırdığı duyguları. Eser oluşmaya başladığında da gururla bakar ona…

Bu ahenk, bu nabız vuruşları hayatın içinden gelir; bazen bir tecrübeden, bazen bir acı, bazen bir keder, bazen de yastan... Ne olursa olsun, her duygu besler insanı. Ama sonunda yürek dayanamaz bu vuruşlara; doyar, patlayıp öz suyunu akıtmak ister engin denizlere. Zira sığamaz artık küçük göl birikintilerine. Yetinmez asla sığ nehirlerle, iç denizlerle. Engin okyanuslarda yüzmek ister artık. Hayattan alır nabız vuruşlarını. Etraftaki sesleri dinlemeye başlar. Eşyaya anlam yükler, sadece fayda değil; zevk almaya başlar doğadan.

Sanatçı, tüm bunları yapabilmek için yaşama uyum sağlar. Yarattığı eserin vücûda gelmesine borçlu olduğu yegâne şey, hayatın içindeki ritimdir. Hayatın kendisi de ritimden ibarettir. Bu ritmi yakalayabilenler, başaranlardır elbet. Yaşam ahenkle, belli bir nizam içinde sürüp giderken, buna uyum sağlayanlar daha mutludurlar kuşkusuz. Yüce Yaratıcı bu nizamı sürdürmek için belli fizik kurallarını yürürlüğe koymuştur. Bunları keşfettikçe, insanlık daha da şevk duymuştur ilerlemeden yana. Hem ürettikleriyle, hem yaşamsal ve sanatsal faaliyetleriyle “Hayatın içinde ben de varım” diyerek dünyada söz sahibi olmaya başlamıştır. 

İnsanlık ne zaman ahengi yitirip duyguyu ikinci plâna itmişse, kaos ortaya çıkmaya başlamıştır. Ne zaman ki tekrar ahengi ve düzenli nabız vuruşlarını yakalarsa, dünyanın nizamına da o zaman katkı sunmaya başlar!

Sanatla hayatı aramak

Her sanat gibi müzik de doğadan beslenir. Doğadan alır müzisyen notaları. Yaratılıştan itibaren doğayı taklitle başlayan ahenkli “tam tamlar”, giderek nesilden nesle aktarılan notalara dönüşür. Ahenkli dizelerle birleşen notalar, her şeyin en güzelini ve mutlu olmanın yollarını araştıran insanlara haz verir. İnsanın gönlü hep iyiyi ve güzeli arzu eder; naif olan, ona haz veren ne varsa, elde etmek ister. Bazen ürettiği, ortaya koyduğu nesnelerin faydasından çok estetiği önem taşımaya başlar; sanatsal faaliyetlerle hayatını zenginleştirmek ister.

Resim de yaşama değer katan bir sanat dalıdır. En ilkel insan toplulukları bile doğayı ve vahşi hayvanları taklitle başlamış, yaptıkları basit çizimlere bile duyguyu katabilmişlerdir. Ortaya koydukları çizimlerde belli bir kompozisyon oluşturmuşlar, bazen bir av, bazen de bir ritüeli resmetmişlerdir. İlk çağlarda mağara duvarlarına çizilen resimlerin yerini zamanla modern sanat eserleri almıştır.

Resim sanatının şu an geldiği seviye şaşırtıcı, bir o kadar da mükemmeldir. Gelişen toplumlar her zaman haz duyduğu sanatı nesillere aktarır, hep bir adım ötesini ister. Yetinir mi? Elbette yetinmez! Anlatı sanatı olan edebiyatı en üst seviyeye çıkarır; destan, masal, hikâye derken kültür birikimi gelişir, belli bir olgunluğa erişir.

Halk edebiyatının canlılığı

Bazen de insanlık, klâsikleşen sanata tepki vermeye başlar, yeni arayışlar içinde kalır. Bazı akımlar yeniden doğarken, bazısı ömrünü tamamlar. Sonuçta mutlu olmanın en iyi yolunun sanatla ilgilenmek olduğu herkes tarafından kabul görür. İnsanları en çok mutlu eden sanat olan edebiyat da doğmaya başlar, gelişir, yepyeni türlerle okurun ilgisini hep sıcak tutar.

Nesillere kültür aktarımının gereği olarak konular, eğitsel ve öğretici özellikler içerirler. Sözlü kültürlerde bu eserleri ortaya koyan, anlatıcı olan kişiler, genellikle toplum önderi kabul edilir ve çok saygı görürler. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türk toplumunda da sözlü kültürde hikâye anlatıcılığının özel bir yeri vardır. Günümüze kadar gelebilen, halk edebiyatına dair en büyük mîras, halk hikâyeleridir.

Kaynağını destan, masal ve efsane gibi anlatılardan almış, içine fıkra, atasözü, bilmece, şiirler de serpiştirilmiş bir kültür zenginliğimizdir halk hikâyeleri. Ne yazık ki geç fark edilmiş, derlemeleri geç yapılmış, temsilcileri yavaş yavaş kaybolmuştur. İlk Türk toplumlarında hikâye anlatıcıları “ozanlar”dır. Av veya dinî törenlerde ozanlar, baksılar, kamlar ve şamanlar, hem şairliği, hem hekimliği/büyü işleri yapıp, hem de şölenlerde kopuz eşliğinde çalıp söylemiş, anlatmışlardır. Zamanla toplumlar değişip inanç farklılıkları ve kültürel dönüşümleriyle roller farklılaşsa da halk ozanlığı ve hikâye anlatıcılığı, varlığını korumuştur.

Giderek toplumsal hâfıza yeterli gelmemeye başlamış; yazıyı keşfeden insanlık, hâfızayı kalıcı hâle getirmiş ve aktarılan bilgileri bazen bir taş tablete, bazen papirüse, bazen levhalara, bazen ahşaba, sonunda kâğıda ve en sonunda da teknolojik belleklere kaydetmiştir.

Bu arada sözlü edebiyat ürünleri en güzel çağlarını yaşar ve gelişir. Artık nesilden nesle aktarılan destanlar, masallar, hikâyeler, koşmalar, şiirler yazılı kültüre geçirilir. Henüz aklın ve bilimin insan hayatında yer edinememiş olduğu devirlerde, toplumları derinden etkileyen çok önemli olaylar, hastalıklar, göçler, kıtlıklar, doğal afetler, büyük savaşlar destanların konusu olmuş, zamanla olağanüstü ögeler ve kahramanlar da yerleşmiş, efsane ve doğaüstü anlatılara dönüşmüştür. Yazılı kültüre geçilince derlenen anlatılar günümüze kadar ulaşabilmiştir.

Son birkaç yüzyılda sanatlar içinde edebiyatın yeri anlaşılınca, anonim olan eserlerin değeri hep göz önünde tutularak bireysel eserlere yönelmeye başlanmıştır.

Yazmak

Yazmak… İçindeki duyguları kaleme dökmek, sonsuz bir deryanın içine dalmak… Tüm bunlar, bireyi ve toplumu zenginleştirir. Akıl ve yürek süzgecinden geçirdiği, topluma yön verdiği, estetik ve kendine özgü değerler manzûmesi ile süslediği eserler kalıcı nitelik taşır. Asırlar boyunca okunur. Eli kalem tutan, yüreği kaygı taşıyan, hayatın anlamını çözmeye çalışan, kalemle değil de âdeta yüreğiyle yazanlar, dünyayı bir nebze olsun değiştirmeye muvaffak olmuşlardır.

Yazma edimiyle beraber tek kendileri hayatı kavramak ve içinde bulundukları sıkıntılardan kurtulmakla kalmamışlar, dokunduklarını da etkilemişlerdir. Her an ileriyi görüp bu hasletleri kendinde taşıyan sanatçılar, ruhları teskin ederken öğretir, geliştirir ve tamamlarlar. Çevrelerine ışık saçarlar. Peki, nasıl bu kadar etkileyebilirler? Kimsenin anlatamadıklarına, kimsenin anlam veremediklerine değer katarak, varoluşun anlamını kavrayarak, anlatarak, göstererek ve üreterek...

Ortaya çıkardıkları sanat eserleriyle, sundukları ve ürettikleriyle herkesin farklı bir bakış açısıyla içinde kaybolacakları büyülü bir dünya var ederler. Bu büyülü dünyaya girenler, çoğunlukla kendilerine yönelir, dikkatlerini, kendilerini tanımaya yoğunlaştırırlar. Kendilerini tanıdıkça hayatı tanır ve gelecek nesillere aktarırlar bilgi birikimlerini. Giderek toplumsal çatışma değil, uzlaşmanın yolu açılır. Topluma en kolay ulaşacak ve kabul görüp anlaşılacak eserler de şüphesiz edebiyat ürünleridir. Toplumu etkiler, en önemli etki olarak da insanları mutlu ederler. 

Evrenin, nizâmın, yaşam döngüsünün, yürek vuruşlarının, estetiğin içinden süzülüp gelmiş, kaynağını bu ahenkten ve nabız vuruşundan almış eserlerin dünyada kalıcı iz bırakabilmesi için özgün olmaları gerekir. Her duygunun doruğa ulaşıp teskin olduğu bir an vardır; önemli olan, kendi emeğinin ürünü olsun, kendi tarlasının mahsulü olsun… Şüphesiz ki ortaya konulan eseri seyredenler, sanatçı imzasını atmadan, onun olduğunu anlamalı; eser sahibinin nabız vuruşlarını hissedip eserindeki ahengi anlayarak yüreğinde ona ritim tutabilmelidir.