Sanat sömürgeciliği

Modernizmin asıl ve gerçek anlamı şudur ki, geçmişin tüm birikimlerini günün gelişim süreciyle birleştirmek ve her iki zaman dilimine ait üstün formları günün anlayışına uygun bir şekle büründürmektir. Yoksa tamamen geçmişi yok sayan bir modernizm anlayışının, temelsiz bir yapının mukavemetsiz duruşu gibi çabuk ve etkisiz bir yıkılma sürecine gireceği aşikârdır.

HER düşünce bir oluş, her oluş bir kavram...

***

Sanatın bilimle eş zamanlı oluşum süreci

Neolitik Çağ’ın son demlerinde insanoğlu tekerlekle tanıştı. Bu tanışıklık, bugünün minimal elektronik tasarımlarından devâsa kullanım aygıtlarına kadar gelen bir süreci kademe kademe meydana getirdi. Milât öncesi 3000’lere tarihlenen koşum arabalarına dair kalıntılar, günümüz otomobillerinin prototipi olarak oldukça eski devirlere dayanıyor. Sümerlerin çivi yazısıyla başlayan ve yakın dönemlerde Mısır hiyeroglifleriyle devam eden kültürel iletişim sisteminin de temeli yine Milât öncesi 3000’lere tarihleniyor. Bu iki nokta atışı çağdaşlaşma hareketi, günümüzde bilimin ilk gerçek adımları olduğu kadar, sanatın evrim geçirmesinde de önemli bir revizyon olarak düşünülebilir.

İnsanlığın toplayıcılık ve avcılıkla yaşamını idame ettirdiği, mevsimsel hareketlerin de bugünküne göre çok daha kalın çizgilerle birbirinden ayrıldığı ilkel devirler, mağaralardaki fresklerle, sanatın selâm duruşunu sembolize eder. Görünen ve ihtiyaç duyulan tabiat varlıklarının primitif çizimlerini, bugün sanatsal bir perspektifte ele alıyor, ikonografik açılımlarla değer katıyoruz.

Basit ve kısa bir özet bile sanatın gelişiminde bir yükselişin çağlar boyu ritmik olarak devam ettiği hissini hemen akıllara nakşediyor. Ve aynı zamanda bu yükselişin bilimsel buluşlar ve medeniyetlerin yaşam pratiklerindeki değişimlerle de yeni bir kimliğe taşındığı fikrini destekliyor.

Sanatın yaşam ve geçim pratiklerindeki izdüşümü

Orta Asya Türk topluluklarında sanatın öz karakteri, göçebe yaşamın yankılarıyla oldukça uyumludur. Hattâ Türk sanatını şekillendiren motif ve üslûplar, bu göçebe ve hareketli yaşam stilinin yoğun baskınlığı altında şekillenmiştir. Kurgan (korugan) adı verilen mezar yapılarından günümüze akseden halı dokuma örneklerinde “hayvan üslûbu” adı verilen süslemenin baskınlığı, bize yine bu ideayı destekleyecek niteliktedir.

Hayvanlarla iç içe yaşayan ve savaşçı bir toplum olarak ön plâna çıkan Orta Asya Türkleri, dokumaların bordürlerinde de bu vahşi yaşam ritüellerini nakşetmişlerdir.

Türk sanatının belli başlı devirlerde zirve örneklerle karşımıza çıkması ise, saltanatın en ihtişamlı dönemlerine denk gelir. Selçuklularda özellikle de İslâmî motiflerin ve anlatımların taş ve mermer üzerine nakış işler gibi ince bir tavırla uygulanışı, aynı nispette hükümranlığın gücü ve anlayışıyla doğru orantılıdır.

Kilise yaşamının toplumdaki yıpratıcı ve zorlayıcı baskısının hâkim olduğu Orta Çağ Avrupası’nda da aynı şekilde sanatta belirgin izleri okumak zor değil. Ağır kütlelerin mimarî karakteri inşâ ettiği Orta Çağ Avrupası’nda buna tepki olarak ortaya koyulan Gotik sanatının da bir o kadar baskıcı etkisi, dönemin anlayış ve yaşam biçiminin bir uzantısından başkası değildir. Her ne kadar Gotik mimarî üslûbu yenilikçi bir akım olarak benimsenmiş olsa da göğe doğru uzanan minareler ve sivri sütunlarla insanı, bir idarenin tekelinde olduğu fikrine inandırır durur. 

Sanat, çağlar boyunca bir karşı çıkış veya bir dayatma, bir ideolojiyi bilinçaltına zerk etme telâşıyla da icra edilmiştir. Bazen kendinden önceki bir sanat ekolüne savaş açarken, bazen medeniyetlerin ve Kilise’nin erkini halka kabullendirmek amacını beslemiş, bazen de toplumların millî ve dinî bir beraberlik içinde olabileceği müjdesini insan rûhuna iliklemiştir. Bazen tamamen kişisel duyumların ve onları anlatma isteğinin bir devamı olarak ortaya konulan eserler, bazen de yenilik ve gelişime olan özlemin bir yansıması olarak karşımıza çıkmıştır.

Bunca farklı anlatım ve algı arasında bile bir husus öyle açıktır ki… İnsan, sanatı şekillendirirken zamanın, dönemin ve egemenliğin etkilerinde beslenen hayatı algılama biçiminin gölgesinde kalmıştır! Kaçınılmaz bir etkinin meydana getirdiği bu eserler, kimi zaman eşsiz güzelliklerle müşterisinde büyük heyecanlar uyandırırken, kimi zaman da yaşanılan dönemin ağırlığını anlatmada oldukça yeterli olmuştur.

Sanatın kategorisi

Sanat dallarında verilen eşsiz örnekler, uçsuz bucaksız sınırlarda alabildiğine genişler. Öyle geniş hudutlarda öyle farklı form ve duyumlarda sanat eserleri verilmiştir ki kategorize edilmesi en zor olguların başında olmasına rağmen sıklıkla belli bir kalıba oturtulmuş ve çeşitli ad ya da sıfatlarla sınırlandırılmıştır.

Belli bir anlatımı insanın duyu organlarına ileten eserlerde empresyonizm, ekspresyonizm, modernizm, klâsisizm, neo-klâsisizm ve daha pek çok kategori karşımıza çıkar.

Salvador Dali tablolarında baskın kategori, “gerçek-dışıcılık” ya da “gerçeküstücülük” olarak telâffuz edilir. Bir başka deyişle sürrealist resimlerin şâhı Dali’dir. Monet, “İzlenim” ön adıyla sanat tarihine eklenen “Gün Doğumu” tablosuyla izlenimcilik akımının icracısıdır. Empresyonizmin mucididir.

Bu genel algılar insanın, sanatı illâ bir kategoride algılama arzusundan ileri geliyor. Hâlbuki sanatın izleyicisi, alıcısı ve algılayıcısı olan insanın öznel yargısı, bu genel kavramların çok daha ötesinde şekilleniyor.

Örneğin eski çağlarda doğadan stilize edilen bitki ve hayvan formları birinde sürrealist bir kanaat yaratabilirken, bir diğerini empresyonizmin Monet’ten daha baskın olduğu yargısına itebilir. Bunlar tamamen sanatın özgür ifade edilebilen tabiatından ve aynı şekilde hiçbir kalıba oturtulamayacak olan algılama biçiminden doğan bir serbestliktir.

Elbette sanatın da belli oranlarda bir matematiği, mantık silsilesi ve hattâ kimyası mevcûttur. Duruma göre dinî sınırları veya zorlayıcı, didaktik bir anlatımı da olacaktır. Fakat bir eseri ne kadar sınırlarla anlam daralmasına tâbi tutarsanız tutun, alıcısında ve izleyicisinde oluşacak hissi sınırlandırmanız mümkün değildir.

Biri çıkar da şimdi Dali’nin eserlerinde baskın karakterin primitif sanattaki anlatım biçimi olduğunu iddia ederse, buna karşı çıkmak oldukça yersiz ve gereksiz kalır. Aynı şekilde Avrupa kilise süslemelerindeki didaktik ve zorba (kişisel algımdır) anlatımın bir başkasında hümanist ve nezaketli olarak nitelendirilebilecek olması gibi...

Meselâ Doğu ve özellikle de İslâm sanatı incelikli ve dâhiyanedir (kişisel algımdır), fakat bir başkasının Batı sanatını üstün tutmasına da söyleyebileceklerim, ondaki algıyı yönlendirmeme izin vermez.

Varmak istediğim hedefi açık ettiğimi varsayarak tezim şudur ki; sanat, kategori ve sınırlandırma kabul etmeyecek kadar hür alanlarda icra edilir. Sanatın etken ve edilgen nesnelerinde de, anlatan ve anlayan öznelerinde de bu sınırlar alabildiğine geniştir.

Mesaj ve şifre ihtivâ eden bir görsel sanat alışkanlığı oldukça eski tutumlardan biri... İmgelerle bir anlatımı ortaya koymak, hemen her inanç sisteminin sanattaki ayak izleri olarak karşımıza çıkar. Mühr-ü Süleyman’ın mimarî süslemede kullanımı, inancın imgesel bir anlatım şeklidir. Aynı şekilde Buda’nın dudağı, svastika formları ve benzer her bir imge, toplumların inançlarını ve felsefelerini sanatla birleştirdiği örneklerdir.

Bunlar elbette belli bir çözümlemeye tâbi tutulacak ve ister istemez işaret ettiği alanla ilgili kategorize edilecektir.

Bu belirgin örnekler, sanatkâra bir dayatma olmaktan çok, kültürel birikimlerin ister istemez sanata bulaşan kısımlarıdır ve bu, tüm eserlerin belli bir kalıpta algılanabileceği umdesini açıklamaz. İslâm sanatının tabiattaki yaprağı sanata dâhil ediş biçimi de yine belli bir inanç ve kültür düzeyinin uzantısıdır. Gerçek formundan farklı ama onu izleyicisine anlatacak kadar da net olan bu stilize motifler, Yaratan’a saygıyı ifade eder. Geometrik motiflerin tekrar ederek meydana getirdiği o sonsuzluk duygusu da İslâm inancındaki sonsuzluğun bir tercümesi gibidir. Fakat bunlar yine de öğrenilen algılardır.

Öğrenilmiş ve araştırılmış bir algı, elbette sanat eserini tariflemede gerekli olacaktır. Fakat bu yine de bilgi katkısı olmadan sadece duygu ve kişisel bakış açısında şekillenen “yorum” kadar ehemmiyetli değildir. Sanat, ek bir anlatım olmadan da ortak duyguları verebilir; fakat genellikle ilk izlenim kişiden kişiye, toplumdan topluma ayrıklık ve bazen de aykırılık taşır.

Sanat, bir düşünce ve düşüncenin üretimi olan oluş ve kavram döngülerini beraberinde getirir. İnsanın düşünce yapısını şekillendiren her bir olgu, meydana getirdiği eserde de okunur. Bu okumalar da yine okuyanın düşüncesini şekillendiren olgularla sentezlenir. Böylece eserin varoluş sürecinden okunuş sürecine kadar süregelen değişimde bazen uçurumlar peyda olabilir. Bazen eserin sahibi ile muhatabının duygu durumları örtüşebilir. Fakat ister arada uçurumlar olsun, isterse birebir aynı virgüller kullanılsın, bunu sınırlandırmak her zaman mümkün olmayacaktır.

Geleneksel sanat mı, modern sanat mı?

Çağlar ve medeniyetler farklı farklı kulvarlarda gelişim ve başkalaşım süreçlerine maruz kalırlar. Bu değişimle birlikte her nesil bir öncekiyle ortak paydaları beraberinde getirirken, kendine has birtakım yenilikleri de o toplumun kültür ve uygarlık tarihine ekleye ekleye büyütür. Böylece var olan sanat anlayışı da plânlanmamış bir değişimle, bazen daha iyiye, bazen de eskiyi aratan bir niteliğe bürünür.

Tüm bunlar, medeniyetlerin bilinçli hareketleriyle olabilirse de genellikle kendiliğinden ve dış müdahale kabul etmeksizin meydana gelir.

Sözün kısası

Sanatın bir kategoride ve belli normlar çerçevesinde icra edilmesi, kendiliğinden olduğunda kabul görebilen, dayatma hâlini aldığında anlamını yitiren bir durum. Öyle ki, bugün modern sanat dayatmaları mimarîden müziğe, resimden şiire çok zorlayıcı ve yönlendirici bir hâl almış durumda.

Edebî eserlerde de aynı baskı ve dayatma mevcût. Bu dayatmanın kimler tarafından yapıldığı hususu ise daha dikkat çekici.

En eşsiz eserlerimizi verdiğimiz Dîvân edebiyatı, bugün anlaşılabilirliğini ve değer verilen mevkiini kaybetmiş durumda. Bunun bir kısmı, değişen uygarlık ve yaşam biçiminin istemsiz etkisi olarak kabul görebilir. Fakat bir kısmı da modern sanat dayatmasının kaybettirdiği değerler adı altında incelenmeye ve düşünülmeye muhtaçtır.

Aruz vezinli şiirlerdeki ağırlık ve zorluk, günümüz modern şiirinde yerini basitliğe ve pratikliğe bırakmıştır. Bir sanat dalında pratiklik icat edildiğinde, o eserlerde aranan değer ve eşsizlik, yerini sıradanlığa ve kendini tüketen bir sanat anlayışına bırakır.

Bugün aruz vezninin kullanılması gerekliliğini savunacak değilim. Fakat hece ölçüsü ve tam uyaklı bir şiirin şairinde olması gerekli meziyetler, alt alta sıralanan kelimelerden müteşekkil şiirlerin şairi için geçerli değil. Hâl böyleyken, bu şiirin şairi olmak ve seri üretime geçmek de oldukça kolay.

Modern resim sanatında da aynı pratikleşme karşımıza çıkıyor. Bir objeyi olduğu gibi resmeden klâsik anlayış, modernizmle birlikte yerini beli belirsiz fırça dokunuşlarına bıraktı. Böyle olunca, fırçayla tuvali karalayan herkesin adı da “ressam” oldu. Hattâ fırça ve dokunuşlara gerek duymadan, boyaların bir alana akıtılması sûretiyle pek çok pahalı tablo meydana getirildi.

“Modern sanat” adı altında çok kaliteli olmakla birlikte serbest şiirler ve hülyâlı tablolar ya da hiçbir mâkâm ve kurala bağlı olmaksızın çok etkili nağmeler de var elbette. Fakat geleneksel sanatı tamamen yok sayıp modern anlayışı dikte etmeye çalışmak, sanatın kategorik olamayacak kadar geniş sınırlarını bir kalıba oturtmaktır. Geleneksel anlayışı olduğu gibi inkâr etmek, ayrıca var olan kültür, inanç, yaşam ve medeniyet birikimlerini sıfırdan, temelsiz bir zemine oturtmak, bu zeminde sağa sola yalpalanan eserler vermeye mahkûm olmaktır.

Modernizmin asıl ve gerçek anlamı şudur ki, geçmişin tüm birikimlerini günün gelişim süreciyle birleştirmek ve her iki zaman dilimine ait üstün formları günün anlayışına uygun bir şekle büründürmektir. Yoksa tamamen geçmişi yok sayan bir modernizm anlayışının, temelsiz bir yapının mukavemetsiz duruşu gibi çabuk ve etkisiz bir yıkılma sürecine gireceği aşikârdır.