Sanat, sinema ve televizyondaki diziler

Müslüman toplumlar tarihsel süreç içerisinde sanatın çeşitli unsurlarıyla ilgili olarak muazzam eserler vücuda getirmişlerdir, ama özellikle son yüzyılda sinema ve tiyatro gibi modern sanat dallarına pek itibar etmedikleri için bu sahalarda geri kalmışlar ve bu sanat dallarını başkalarına kaptırmışlardır.

MAKALENİN başlığını oluşturan üç kavram, birbirine geçmiş halkalar misâli bir bütünün parçalarıdır ve aralarında muazzam bir interaktif ilişki mevcuttur.

Aynı zamanda bu üç kavram, kitleleri, özellikle de çocukları ve gençleri etkileme gücü itibariyle son derece stratejik bir konuma sahip olup, bu yönüyle toplumsal yapı içerisindeki yeri ve önemi tartışma götürmez bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. İşte bu özelliğiyle bu üç kavram, toplumların hayatını etkilemekte, şekillendirmekte ve değiştirmektedir!

Bu etkileşim ve değişim sosyal hayattan pedagojiye, konuşma dilinden davranış kalıplarına, iletişimden bilişsel alanlara (kognitif dünyamıza), zihinsel faaliyetlerden düşünce dünyasına, dünya görüşünden siyasal tercihlere, beşerî münasebetlerden yardımlaşma ve dayanışma biçimlerine, yaşam kültüründen eğlence dünyasına, haz ve zevk felsefesinden estetik ve güzellik anlayışına, tüketim kültüründen üretim kültürüne, terbiye anlayışından ahlâk anlayışına, evlilik tercihlerinden aile kurmaya, aile içi ilişkilerden anne-baba tutumlarına, duygu dünyasının oluşumundan bilinç dünyasının oluşumuna varıncaya kadar her alanda olmakta ve her alanı yoğun bir şekilde etkilemektedir.

Bütün bunlar şunu göstermekte ve şunu ispat etmektedir ki; o hâlde bu üç kavram, toplumlar için son derece hayatî bir önem arz etmektedir. Makalenin başlığında olduğu gibi bu kavramlar; “sanat, sinema ve televizyondaki dizilerdir”.

Sanatın önemi

Her şeyden önce sanat (san’at) olgusunun fıtrî ve ontolojik bir özellik arz ettiğini vurgulamamız gerekir. Sanat ve estetik kavramları, birbirinden ayrılmaz iki temel kavramdır. Allah güzeldir, güzel olanı sever. Allah çirkin olanı sevmez ve çirkinliklerden de hoşlanmaz. Allah’ın ontolojik olarak yarattığı her mahlûk güzeldir. Çünkü güzel olan bir yaratıcıdan çirkinlikler sâdır olmaz. İnsanların çirkin olan davranışları ise kendi irâdî tercihleri ile sonradan oluşan birtakım fiiller, hâller ve sıfatlardır.

“Kâinat” denilen bu muazzam ve mükemmel âlemi ve bu âlemin içindeki tüm mahlûkatı bir sanatkâr hassasiyetiyle yaratan en büyük sanatkâr, hiç şüphesizdir ki Allah’tır. İşte en büyük sanatkâr olan Allah, insanoğlunu yaratırken onun yaratılış kodlarına (genetik yapısına), başka bir ifâde ile duygusal boyutuna bin bir çeşit estetik ve duygu potansiyeli yükleyerek ileride onun her dalda icra-i sanat yapabilmesinin tâbiri caizse önünü açmış ve zeminini oluşturmuştur. Tıpkı Âdem’i ya da ben-i âdemi, aklını kullanma boyutunda eşyanın (varlığın) isimlerini sayabilmeyi veya keşifler ve icatlar neticesinde potansiyel olarak varlığa isim koyabilmeyi öğrenebilme kabiliyetleriyle mücehhez kıldığı gibi...

İnsanoğlunun yaratılışından bu tarafa kültürün (hars) yapıcısı ve yaratıcısı olan insan, bu sanatsal vasıflarını ve duygu yoğunluklu potansiyellerini kullanarak zaman içerisinde nice sanat eserleri husûle getirmiştir.

“Dolayısıyla bu mânâda sanat, insanoğlunun tarihi kadar eskidir” denilebilir. Zâten arkeolojik çalışmalar, sanat tarihi, tarih, bilim tarihi ve antropoloji gibi disiplinler bizim bu tezimizi doğrular mahiyettedir. Bu bakımdan sanatsız toplum düşünülemez ve sanatsız toplum da olmaz.

O hâlde toplumlar için sanat son derece kıymetlidir ve dahi hayatî bir öneme sahiptir. Herhangi bir sebeple sanatı ve sanatkârı yok saymak, aslında Allah’ın fıtrat kanunlarına savaş açmak gibi netâmeli bir durumu ortaya çıkarır.

İdeolojik grupların eline geçen bu sanat dalları kullanılarak, özellikle gençlik, kendi toplumuna, kendi milletine, kendi değerlerine ve bu değerlerin membaı olan ruh köklerine yabancılaştırılmıştır.

Sinemanın önemi

Sanatın bir kolu olan sinema, modern zamanlarda birçok konuda olduğu gibi Batı dünyasının ürettiği sanat ürünlerindendir. 19’uncu yüzyılın sonlarında başlayan sinema serüveni, aradan fazla zaman geçmeden ülkemize de sıçrayarak bugünlere kadar gelmiştir.

Çok önemli bir sanat kolu olarak icra-i faaliyette bulunan sinema, başta çocuklar ve gençler olmak üzere sosyo-kültürel açıdan tüm insanları etkileyerek toplumsal yapının değişmesinde ve dönüşmesinde stratejik bir rol oynamış ve önemli bir misyon üstlenmiştir. Dünyada bu misyonu en iyi şekilde uygulayan, Hollywood yapımı filmlerdir.

Hollywood, algı operasyonlarıyla uzun yıllar dünya kamuoyunu etkilemiş, “Rambo” ve Rambovâri filmleriyle Amerika’yı yenilmez bir armada ve süper bir güç hâline dönüştürerek muazzam propagandalar yapmıştır.

Bizde ise bu süreç içerisinde çok kaliteli filmler üretildiği gibi, son derece kalitesiz olan ve tematik olarak bu milletin değerleriyle alay eden, onu aşağılayan ve küçük düşüren filmler de yapılarak maalesef sinema tarihinde yerlerini almışlardır.

Özellikle Cumhuriyet tarihinin belirli dönemlerinde yapılan filmlerde işlenen konular, kimlikler üzerinden dağıtılan roller ve bu rolleri oynayan oyuncular, milletimizin dînî, ahlâkî ve manevî yönleriyle alay ederek aşağıladılar ve bu millete çok büyük haksızlık ve kötülük yaptılar.

Bunları yapanlar, kökleri dışarıda olan veya aşağılık kompleksine düşmüş yeni yetme Batıcı “aydınlar”, nevzuhur lâik ve seküler Kemalistler, ideolojiye bulaşmış sol çevreler ve dine mesafeli duran bazı kesimler idi.

Bu toplumun sosyal yapısı ile ilgili olarak eleştirilecek ve söylenecek çok söz vardır ama (özellikle ekonomik ve sınıfsal açıdan ağalık ve derebeylik düzenine bağlı olan feodal yapısı ile şeyhlik ve mollalık düzenine bağlı olan dînî yapısı hakkında) yapılan filmlerde kasıtlı olarak bunlar abartıldı ve iyi niyetten uzak bir şekilde genellemeler yapılarak bu milletin değer yargılarıyla acımasızca alay edildi. Meselâ, imamlara biçtikleri rol son derece incitici, rencide edici ve aşağılayıcı imajlara sahipti. Yine bazı filmlerde “Recep, Şaban, Ramazan, Bayram, Emine, Fadime” gibi isimler üzerinden dağıtılan roller, insanların bilinçaltında bu isimleri mahkûm ediyordu. Filmlerde sürekli olarak bu isimlere sahip olanlarla alay edilmesi, onların aşağılanması ve onlara “IQ’sü düşük insan” muamelesi yapılması, ailelerin yeni doğan çocuklarına artık bu isimleri verme cesaretini ortadan kaldırdı. Zâten amaçlanan buydu ve bu amaca ulaşıldı.

Ama işin acı ve ilginç tarafı da şuydu ki; kendi değerlerine ve kendi çocuklarına yapılan bu haksız ve aşağılayıcı muamelelere rağmen işin farkında olmayan mazbut ve muhafazakâr aileler, çocuklarıyla hep birlikte oturdular, yıllarca çekirdek çitleyerek ve gülüşerek, hiç itiraz etmeden, neşe içerisinde bu filmleri izlediler. Herhâlde sosyal psikolojide bunun adına algı operasyonuyla “katilini sevdirmek” diyorlar.

Yukarıda kısaca değindiğim gibi, eskiden oldukça kaliteli Türk filmleri yapılıyordu ve bu sahada vazifelerini hakkıyla yapmaya çalışan çok değerli yapımcı, yönetmen ve sanatçılar yetişebiliyordu. Ama şimdi sinemalarda bunları pek göremiyoruz.

Bunların sektörel bazda çok değişik sebepleri olsa da -belki de bunların en önemlilerinden bir tanesi, televizyon dizilerinin yaygın bir şekilde ortaya çıkmasıdır- bana göre asıl sebep, sanat felsefesindeki anlayış ve bakış açılarında meydana gelen değişmelerdir. Eskiden ya “Sanat, sanat içindir” ya da “Sanat, toplum içindir” anlayışı mevcut iken, şimdi her ikisi de değişime uğrayarak “Sanat, para içindir” anlayışı hâkim oldu. Hâl böyle olunca da -istisnaları tenzih ederek söylüyorum- sinema dünyasında ne ahlâk kaldı, ne ilke kaldı, ne de sanat kaldı.


Televizyon dizilerinin önemi

Televizyon programlarının ve televizyonlarda yayımlanan her şeyin kitleler üzerindeki etkileri inkâr edilemez bir gerçekliktir.

Ben, 1960’lı yılların sonlarına doğru ortaokulda okurken, halk arasında şöyle bir haber dolaşıyordu: “Evlerin içine sinema gelecek ve artık filmler evlerdeki sinemalardan seyredilecek.”

Biz, o zamanın şartlarında ve o yaştaki algımızla bunun nasıl olacağını pek idrak edemiyorduk. Televizyonun adını dahi duymamıştık. Zâten televizyon yayınları ilk defa Ankara’da lokal olarak 1960’lı yılların sonlarında başlamıştı. Benim televizyonla tanışmam ise 70’li yılların başlarında, Ankara’da üniversiteyi okurken olmuştu.

1980’li yılların ortalarına gelinceye kadar tek kanal yani devlet televizyonu olan TRT vardı. O da siyah-beyaz yayın yapıyordu. 1980’li yılların ortalarına doğru Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde çoklu kanala ve renkli yayınlara geçildi. Zaman içerisinde bu kanallar çoğaldı ve bugünlere gelindi.

Televizyonlarda uzun süre, eskiden sinemalarda gösterilen filmleri devreye sokuldu. Ama sonradan televizyon dizilerinin çekimine başlandı. Özellikle de son yıllarda televizyon dizilerinin sayıları arttı ve bu diziler oldukça yaygınlaştı.

Tıpkı sinemada olduğu gibi -istisnalar hariç- dizilerde de bu milletin değerleriyle uyuşmayan ve genel ahlâka aykırı olan birçok yapım özel kanallarda devreye sokuldu. Hâlen bu durum artarak devam etmektedir.

“RTÜK” denilen bir kurum vardır ama ne işe yaradığını doğru dürüst hiç kimse bilmiyor ve bu gibi sorunların çözümünde sadra şifa olmuyor. Sadece yayınlarda adı geçtiği zaman, moderatörlere “Alkol, sigara sağlığa zararlıdır” dedirtiyor, o kadar! Bazen de yayını durdurma veya para cezası gibi cezalar veriyor. Maalesef köklü çözümler yok!

Diğer yandan dindar ve muhafazakâr görünümlü bazı özel televizyonlar ve zaman zaman da devlet televizyonu yıllarca Müslümanları mankurtlaştırmak, uyutmak, uyuşturmak, tembelleştirmek, miskinleştirmek, meyyitleştirmek, “Bir lokma ve bir hırka” felsefesine razı ederek kaderci bir toplum yaratmak için “veli”, “evliya”, “Allah dostu” imajlarıyla nice tarikat dizileri ya da tarikat içerikli diziler yaptılar. Amaçları Allah adıyla milleti aldatmak ve bu toplumun dînî değerlerini istismar ederek saf insanları kandırıp sömürmekti. Ne yazık ki, bunda da büyük ölçüde başarılı oldular!

Son yıllarda bazı özel ve devlet televizyonlarında, kimi zaman günlük siyâsete âlet edilmiş olsa da tarihî olaylarla ilgili olarak çok güzel diziler yapıldı, yapılmaya da devam edilmektedir. Bu durum milletimiz adına, özellikle de çocuklarımız ve gençlerimiz adına olumlu bir gelişmedir. Bu tür dizilerin artarak yapılmasında büyük faydalar vardır.

Ancak, bu dizilerin içinde İslâmiyet’in özüyle ve Kur’ân’ın ruhuyla bağdaşmayan; meselâ gaybdan haber veren, rüyalarla iş bitiren, aklın ve bilimin kanunlarına göre neredeyse çözülmesi imkânsız olan sorunları himmet ve kerametiyle bir çırpıda çözen, sultan ve padişahların dahi tâbi olduğu şeyh ve “evliya” görünümlü tarikat yapıları hâlâ bol bol vardır.

İslâmiyet’in özüne aykırı olan bu gibi enstantanelerin dizilerden çıkarılarak yerine sahih İslâm’la alâkalı bölümlerin konulması, özellikle eleştiren ve sorgulayan bugünkü gençlik için sağlam bir din algısı oluşturma adına büyük faydaları olacaktır. Aksi takdirde mevcut durum, bu hâliyle faydadan çok zarar getirecektir.

Sonuç ve değerlendirme

Konuyla ilgili olarak yukarıda yapmış olduğum analiz ve değerlendirmelerde genelde sanatın, özelde de sinema filmleri ve televizyon dizilerinin bir millet için, bir toplum için ne kadar stratejik bir öneme haiz olduğu herhâlde anlaşılmıştır. Ayrıca bunların pedagojik, didaktik ve ideolojik olarak çocukları ve gençleri nasıl etkileyip yönlendirdiğini, onların geleceğe dönük hayat algılarını, yaşam biçimlerini ve dünya görüşlerini nasıl etkileyip şekillendirdiğini, bilmiyorum, anlatmaya gerek var mıdır?

Evet, Müslüman toplumlar tarihsel süreç içerisinde sanatın çeşitli unsurlarıyla ilgili olarak muazzam eserler vücuda getirmişlerdir, ama özellikle son yüzyılda sinema ve tiyatro gibi modern sanat dallarına pek itibar etmedikleri için bu sahalarda geri kalmışlar ve bu sanat dallarını başkalarına kaptırmışlardır. Hâl böyle olunca, ideolojik grupların eline geçen bu sanat dalları kullanılarak, özellikle gençlik kendi toplumuna, kendi milletine, kendi değerlerine ve bu değerlerin membaı olan ruh köklerine yabancılaştırılmıştır.

Ama “Zararın neresinden dönülürse kârdır” anlayışından hareketle, “Artık önümüze bakmanın ve aydınlık yarınlar için yeni ufuklara yelken açmanın zamanıdır!” diyerek vizyonumuzu ve misyonumuzu yenilemeliyiz.

Bu vesile ile üzerimize düşeni hakkıyla yapmalı ve istikbâlden de her zaman ümitvar olmalıyız.