MAKALENİN başlığını
oluşturan üç kavram, birbirine geçmiş halkalar misâli bir bütünün parçalarıdır
ve aralarında muazzam bir interaktif ilişki mevcuttur.
Aynı
zamanda bu üç kavram, kitleleri, özellikle de çocukları ve gençleri etkileme
gücü itibariyle son derece stratejik bir konuma sahip olup, bu yönüyle
toplumsal yapı içerisindeki yeri ve önemi tartışma götürmez bir gerçeklik
olarak karşımızda durmaktadır. İşte bu özelliğiyle bu üç kavram, toplumların hayatını
etkilemekte, şekillendirmekte ve değiştirmektedir!
Bu
etkileşim ve değişim sosyal hayattan pedagojiye, konuşma dilinden davranış
kalıplarına, iletişimden bilişsel alanlara (kognitif dünyamıza), zihinsel
faaliyetlerden düşünce dünyasına, dünya görüşünden siyasal tercihlere, beşerî
münasebetlerden yardımlaşma ve dayanışma biçimlerine, yaşam kültüründen eğlence
dünyasına, haz ve zevk felsefesinden estetik ve güzellik anlayışına, tüketim
kültüründen üretim kültürüne, terbiye anlayışından ahlâk anlayışına, evlilik
tercihlerinden aile kurmaya, aile içi ilişkilerden anne-baba tutumlarına, duygu
dünyasının oluşumundan bilinç dünyasının oluşumuna varıncaya kadar her alanda
olmakta ve her alanı yoğun bir şekilde etkilemektedir.
Bütün
bunlar şunu göstermekte ve şunu ispat etmektedir ki; o hâlde bu üç kavram,
toplumlar için son derece hayatî bir önem arz etmektedir. Makalenin başlığında
olduğu gibi bu kavramlar; “sanat, sinema ve televizyondaki dizilerdir”.
Sanatın
önemi
Her
şeyden önce sanat (san’at) olgusunun fıtrî ve ontolojik bir özellik arz
ettiğini vurgulamamız gerekir. Sanat ve estetik kavramları, birbirinden
ayrılmaz iki temel kavramdır. Allah güzeldir, güzel olanı sever. Allah çirkin
olanı sevmez ve çirkinliklerden de hoşlanmaz. Allah’ın ontolojik olarak
yarattığı her mahlûk güzeldir. Çünkü güzel olan bir yaratıcıdan çirkinlikler
sâdır olmaz. İnsanların çirkin olan davranışları ise kendi irâdî tercihleri ile
sonradan oluşan birtakım fiiller, hâller ve sıfatlardır.
“Kâinat”
denilen bu muazzam ve mükemmel âlemi ve bu âlemin içindeki tüm mahlûkatı bir
sanatkâr hassasiyetiyle yaratan en büyük sanatkâr, hiç şüphesizdir ki
Allah’tır. İşte en büyük sanatkâr olan Allah, insanoğlunu yaratırken onun
yaratılış kodlarına (genetik yapısına), başka bir ifâde ile duygusal boyutuna bin
bir çeşit estetik ve duygu potansiyeli yükleyerek ileride onun her dalda icra-i
sanat yapabilmesinin tâbiri caizse önünü açmış ve zeminini oluşturmuştur. Tıpkı
Âdem’i ya da ben-i âdemi, aklını kullanma boyutunda eşyanın (varlığın)
isimlerini sayabilmeyi veya keşifler ve icatlar neticesinde potansiyel olarak
varlığa isim koyabilmeyi öğrenebilme kabiliyetleriyle mücehhez kıldığı gibi...
İnsanoğlunun
yaratılışından bu tarafa kültürün (hars) yapıcısı ve yaratıcısı olan insan, bu
sanatsal vasıflarını ve duygu yoğunluklu potansiyellerini kullanarak zaman
içerisinde nice sanat eserleri husûle getirmiştir.
“Dolayısıyla
bu mânâda sanat, insanoğlunun tarihi kadar eskidir” denilebilir. Zâten
arkeolojik çalışmalar, sanat tarihi, tarih, bilim tarihi ve antropoloji gibi
disiplinler bizim bu tezimizi doğrular mahiyettedir. Bu bakımdan sanatsız
toplum düşünülemez ve sanatsız toplum da olmaz.
O hâlde toplumlar için sanat son derece kıymetlidir ve dahi hayatî bir öneme sahiptir. Herhangi bir sebeple sanatı ve sanatkârı yok saymak, aslında Allah’ın fıtrat kanunlarına savaş açmak gibi netâmeli bir durumu ortaya çıkarır.
İdeolojik grupların eline geçen bu sanat dalları kullanılarak, özellikle gençlik, kendi toplumuna, kendi milletine, kendi değerlerine ve bu değerlerin membaı olan ruh köklerine yabancılaştırılmıştır.
Sinemanın
önemi
Sanatın
bir kolu olan sinema, modern zamanlarda birçok konuda olduğu gibi Batı
dünyasının ürettiği sanat ürünlerindendir. 19’uncu yüzyılın sonlarında başlayan
sinema serüveni, aradan fazla zaman geçmeden ülkemize de sıçrayarak bugünlere
kadar gelmiştir.
Çok
önemli bir sanat kolu olarak icra-i faaliyette bulunan sinema, başta çocuklar
ve gençler olmak üzere sosyo-kültürel açıdan tüm insanları etkileyerek toplumsal
yapının değişmesinde ve dönüşmesinde stratejik bir rol oynamış ve önemli bir
misyon üstlenmiştir. Dünyada bu misyonu en iyi şekilde uygulayan, Hollywood
yapımı filmlerdir.
Hollywood,
algı operasyonlarıyla uzun yıllar dünya kamuoyunu etkilemiş, “Rambo” ve Rambovâri
filmleriyle Amerika’yı yenilmez bir armada ve süper bir güç hâline dönüştürerek
muazzam propagandalar yapmıştır.
Bizde
ise bu süreç içerisinde çok kaliteli filmler üretildiği gibi, son derece
kalitesiz olan ve tematik olarak bu milletin değerleriyle alay eden, onu
aşağılayan ve küçük düşüren filmler de yapılarak maalesef sinema tarihinde yerlerini
almışlardır.
Özellikle
Cumhuriyet tarihinin belirli dönemlerinde yapılan filmlerde işlenen konular, kimlikler
üzerinden dağıtılan roller ve bu rolleri oynayan oyuncular, milletimizin dînî,
ahlâkî ve manevî yönleriyle alay ederek aşağıladılar ve bu millete çok büyük
haksızlık ve kötülük yaptılar.
Bunları
yapanlar, kökleri dışarıda olan veya aşağılık kompleksine düşmüş yeni yetme
Batıcı “aydınlar”, nevzuhur lâik ve seküler Kemalistler, ideolojiye bulaşmış
sol çevreler ve dine mesafeli duran bazı kesimler idi.
Bu
toplumun sosyal yapısı ile ilgili olarak eleştirilecek ve söylenecek çok söz
vardır ama (özellikle ekonomik ve sınıfsal açıdan ağalık ve derebeylik düzenine
bağlı olan feodal yapısı ile şeyhlik ve mollalık düzenine bağlı olan dînî
yapısı hakkında) yapılan filmlerde kasıtlı olarak bunlar abartıldı ve iyi
niyetten uzak bir şekilde genellemeler yapılarak bu milletin değer yargılarıyla
acımasızca alay edildi. Meselâ, imamlara biçtikleri rol son derece incitici,
rencide edici ve aşağılayıcı imajlara sahipti. Yine bazı filmlerde “Recep,
Şaban, Ramazan, Bayram, Emine, Fadime” gibi isimler üzerinden dağıtılan roller,
insanların bilinçaltında bu isimleri mahkûm ediyordu. Filmlerde sürekli olarak
bu isimlere sahip olanlarla alay edilmesi, onların aşağılanması ve onlara “IQ’sü
düşük insan” muamelesi yapılması, ailelerin yeni doğan çocuklarına artık bu
isimleri verme cesaretini ortadan kaldırdı. Zâten amaçlanan buydu ve bu amaca
ulaşıldı.
Ama
işin acı ve ilginç tarafı da şuydu ki; kendi değerlerine ve kendi çocuklarına
yapılan bu haksız ve aşağılayıcı muamelelere rağmen işin farkında olmayan
mazbut ve muhafazakâr aileler, çocuklarıyla hep birlikte oturdular, yıllarca
çekirdek çitleyerek ve gülüşerek, hiç itiraz etmeden, neşe içerisinde bu
filmleri izlediler. Herhâlde sosyal psikolojide bunun adına algı operasyonuyla
“katilini sevdirmek” diyorlar.
Yukarıda
kısaca değindiğim gibi, eskiden oldukça kaliteli Türk filmleri yapılıyordu ve
bu sahada vazifelerini hakkıyla yapmaya çalışan çok değerli yapımcı, yönetmen
ve sanatçılar yetişebiliyordu. Ama şimdi sinemalarda bunları pek göremiyoruz.
Bunların sektörel bazda çok değişik sebepleri olsa da -belki de bunların en önemlilerinden bir tanesi, televizyon dizilerinin yaygın bir şekilde ortaya çıkmasıdır- bana göre asıl sebep, sanat felsefesindeki anlayış ve bakış açılarında meydana gelen değişmelerdir. Eskiden ya “Sanat, sanat içindir” ya da “Sanat, toplum içindir” anlayışı mevcut iken, şimdi her ikisi de değişime uğrayarak “Sanat, para içindir” anlayışı hâkim oldu. Hâl böyle olunca da -istisnaları tenzih ederek söylüyorum- sinema dünyasında ne ahlâk kaldı, ne ilke kaldı, ne de sanat kaldı.
Televizyon
dizilerinin önemi
Televizyon
programlarının ve televizyonlarda yayımlanan her şeyin kitleler üzerindeki
etkileri inkâr edilemez bir gerçekliktir.
Ben,
1960’lı yılların sonlarına doğru ortaokulda okurken, halk arasında şöyle bir
haber dolaşıyordu: “Evlerin içine sinema gelecek ve artık filmler evlerdeki
sinemalardan seyredilecek.”
Biz,
o zamanın şartlarında ve o yaştaki algımızla bunun nasıl olacağını pek idrak
edemiyorduk. Televizyonun adını dahi duymamıştık. Zâten televizyon yayınları
ilk defa Ankara’da lokal olarak 1960’lı yılların sonlarında başlamıştı. Benim
televizyonla tanışmam ise 70’li yılların başlarında, Ankara’da üniversiteyi
okurken olmuştu.
1980’li
yılların ortalarına gelinceye kadar tek kanal yani devlet televizyonu olan TRT
vardı. O da siyah-beyaz yayın yapıyordu. 1980’li yılların ortalarına doğru
Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde çoklu kanala ve renkli yayınlara geçildi.
Zaman içerisinde bu kanallar çoğaldı ve bugünlere gelindi.
Televizyonlarda
uzun süre, eskiden sinemalarda gösterilen filmleri devreye sokuldu. Ama
sonradan televizyon dizilerinin çekimine başlandı. Özellikle de son yıllarda
televizyon dizilerinin sayıları arttı ve bu diziler oldukça yaygınlaştı.
Tıpkı
sinemada olduğu gibi -istisnalar hariç- dizilerde de bu milletin değerleriyle
uyuşmayan ve genel ahlâka aykırı olan birçok yapım özel kanallarda devreye
sokuldu. Hâlen bu durum artarak devam etmektedir.
“RTÜK”
denilen bir kurum vardır ama ne işe yaradığını doğru dürüst hiç kimse bilmiyor
ve bu gibi sorunların çözümünde sadra şifa olmuyor. Sadece yayınlarda adı
geçtiği zaman, moderatörlere “Alkol, sigara sağlığa zararlıdır” dedirtiyor, o
kadar! Bazen de yayını durdurma veya para cezası gibi cezalar veriyor. Maalesef
köklü çözümler yok!
Diğer
yandan dindar ve muhafazakâr görünümlü bazı özel televizyonlar ve zaman zaman
da devlet televizyonu yıllarca Müslümanları mankurtlaştırmak, uyutmak, uyuşturmak,
tembelleştirmek, miskinleştirmek, meyyitleştirmek, “Bir lokma ve bir hırka”
felsefesine razı ederek kaderci bir toplum yaratmak için “veli”, “evliya”,
“Allah dostu” imajlarıyla nice tarikat dizileri ya da tarikat içerikli diziler
yaptılar. Amaçları Allah adıyla milleti aldatmak ve bu toplumun dînî
değerlerini istismar ederek saf insanları kandırıp sömürmekti. Ne yazık ki,
bunda da büyük ölçüde başarılı oldular!
Son
yıllarda bazı özel ve devlet televizyonlarında, kimi zaman günlük siyâsete âlet
edilmiş olsa da tarihî olaylarla ilgili olarak çok güzel diziler yapıldı,
yapılmaya da devam edilmektedir. Bu durum milletimiz adına, özellikle de
çocuklarımız ve gençlerimiz adına olumlu bir gelişmedir. Bu tür dizilerin
artarak yapılmasında büyük faydalar vardır.
Ancak,
bu dizilerin içinde İslâmiyet’in özüyle ve Kur’ân’ın ruhuyla bağdaşmayan;
meselâ gaybdan haber veren, rüyalarla iş bitiren, aklın ve bilimin kanunlarına
göre neredeyse çözülmesi imkânsız olan sorunları himmet ve kerametiyle bir
çırpıda çözen, sultan ve padişahların dahi tâbi olduğu şeyh ve “evliya”
görünümlü tarikat yapıları hâlâ bol bol vardır.
İslâmiyet’in
özüne aykırı olan bu gibi enstantanelerin dizilerden çıkarılarak yerine sahih
İslâm’la alâkalı bölümlerin konulması, özellikle eleştiren ve sorgulayan
bugünkü gençlik için sağlam bir din algısı oluşturma adına büyük faydaları
olacaktır. Aksi takdirde mevcut durum, bu hâliyle faydadan çok zarar
getirecektir.
Sonuç
ve değerlendirme
Konuyla
ilgili olarak yukarıda yapmış olduğum analiz ve değerlendirmelerde genelde
sanatın, özelde de sinema filmleri ve televizyon dizilerinin bir millet için,
bir toplum için ne kadar stratejik bir öneme haiz olduğu herhâlde
anlaşılmıştır. Ayrıca bunların pedagojik, didaktik ve ideolojik olarak
çocukları ve gençleri nasıl etkileyip yönlendirdiğini, onların geleceğe dönük
hayat algılarını, yaşam biçimlerini ve dünya görüşlerini nasıl etkileyip
şekillendirdiğini, bilmiyorum, anlatmaya gerek var mıdır?
Evet,
Müslüman toplumlar tarihsel süreç içerisinde sanatın çeşitli unsurlarıyla
ilgili olarak muazzam eserler vücuda getirmişlerdir, ama özellikle son yüzyılda
sinema ve tiyatro gibi modern sanat dallarına pek itibar etmedikleri için bu
sahalarda geri kalmışlar ve bu sanat dallarını başkalarına kaptırmışlardır. Hâl
böyle olunca, ideolojik grupların eline geçen bu sanat dalları kullanılarak,
özellikle gençlik kendi toplumuna, kendi milletine, kendi değerlerine ve bu
değerlerin membaı olan ruh köklerine yabancılaştırılmıştır.
Ama
“Zararın neresinden dönülürse kârdır” anlayışından hareketle, “Artık önümüze
bakmanın ve aydınlık yarınlar için yeni ufuklara yelken açmanın zamanıdır!”
diyerek vizyonumuzu ve misyonumuzu yenilemeliyiz.
Bu
vesile ile üzerimize düşeni hakkıyla yapmalı ve istikbâlden de her zaman ümitvar
olmalıyız.