Sanat ne içindir?

Sanat, manalı bir içerikle, bir mesajla donatıldıysa, manevi duyguları canlandırır, ruha haz verir. O zaman boş bir cam-ı kadeh değil, içi dolu bade olur. Ruh katılırsa, sözler serin esintiler taşıyan nağmelere, tatlı terennümlere dönüşür. Hatta ve hatta ruha hitabı kuvvetlendikçe lezzetin de ötesinde “şifa” olur.

SANAT, bir eseri yetenek kullanarak en bediî şekilde meydana getirmektir. Sanat, önce göze ve kulağa hitap eder, ama salt göz ve kulağa hitap için yapıldıysa sanat olmaz, işçilik/zanaat olur. Gözün güzeli görmesi için gönül gereklidir. Dolayısıyla sanat, sadece görsel ve işitsel olarak boş ve manasız olarak intişar edilemez, mana ve ruhtan azade ise sanat olamaz. Çünkü sanatın, göze ve kulağa hitap ederken asıl gayesi ruhu doyurmaktır ki hitap yeri aslında gözden öte gönüldür. 

Gönül /ruh manevi bir mefhum olduğu için, cismaniden ziyade manevi olandan haz duyar. Yani gözü geçip gönle dokunmayan sadece behimi lezzet taşır ki bu da ruhlarda makes bulmadığı için gönle hitap edemez. Sevmek ve beğeni için gönlün onayı gerekir. İşte ruhu doyuran, madde ötesinden veri sunan sanattır. 

Mesela edebî bir eser ruhumuza manevi esintiler taşımıyorsa boş bir lafız olur. Nağmeler, dinleyenin derununa hitap etmiyorsa, bununla birlikte linguistik özelliği de yoksa birtakım gürültü olur; tınılar gönül pınarından taşıp gönüllere akmıyorsa dudaklarda söylenir, kulaklarda işi bitirilir, işitir ve unutursun. Unutmasan da boş ve gereksiz bir nitelikle yer tutar hafızanda, sonra yine unutkanlık çöplüğüne atılır. Güzel bir nağme, içinde deruni özellikler taşıyorsa, sınırlar ötesinde farklı dilden konuşanları dahi etkisi altına alır, daha kalıcı olur.

Hülasa, “Sanat, sanat için” sözü külliyen hezeyandır. Zira “Ben yaparım, hüsnü kabul görse de olur, görmese de” mantığı ile yapılırsa abesle iştigal olur. Çünkü sanatın asıl gayesi ve dahi manası, hem estetik, hem de özel olmasındadır. Bunlardan yoksun ise, kaba işçilikten öteye geçemeyen bir imalat olur. 

Sanat, manalı bir içerikle, bir mesajla donatıldıysa manevi duyguları canlandırır, ruha haz verir. O zaman boş bir cam-ı kadeh değil, içi dolu bade olur. Ruh katılırsa, sözler serin esintiler taşıyan nağmelere, tatlı terennümlere dönüşür. Hatta ve hatta ruha hitabı kuvvetlendikçe lezzetin de ötesinde “şifa” olur. 

Sanat cismani bir güzellik için yapılıyorsa saltanatı da anlık olur; kış güneşinin hükmü olmayan zayıf ışığı kadar hükmü olmaz.  

Sanat bir amaç için, gaye-i hizmet için yapılıyor, kalp, hissiyat ve akıl katılarak yapılıyorsa, işte onun lezzeti daimî olur. Buzun üzerine yazılan, güneşte eriyen yazı gibi değil, taşa kazınır gibi “varlığı” âleme kazınır, kolay kolay unutulamaz. 

Hülasa, en büyük sanatçılar, manevî bağı kuvvetli olanlardır. Hatta “Yaratan” ile bağı ne kadar kuvvetli ise ruhların ellerini tutması da o kadar kolay olur. Dolayısıyla köpük gibi görünüp kaybolmaz, belki çağlar ötesine ulaşır. 

Öyleyse sanat diye tutunduğumuz şeyleri bir kez daha gözden geçirip sanatın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini düşünerek, değer biçilmesi gerektiğine dikkat etmek gerekir. Sanat diye yapılan nahoş ürünleri ve ahlaka mugayir versiyonları yermekten içtinap etmeden, ruhumuzdan parçalar koparmalarına müsamaha göstermeden tepki vermek ve gerçek sanata ise hak ettiği payeyi vermek, takdir ederek şevk vermek gerek. 

Talebin eseri ve sunumu şekillendireceğini bilerek, seçici olduğumuza dair izlenim vererek sanatçının kalitesini arttırmak gerek. Üreteni talep eden yönlendiriyorsa, bunun gücünü bilerek kalite beklemek gerek. “Sanat, sanat için” diyerek çeşitli absürt dayatmaları kabul etmeden, gerçek sanata ve sanatçıya yol açmak gerek.

Hülasa sanat, sanat için değil, insanlığa hizmet içindir.