Sanal ruhlar

Direncimiz iyice düşmüş durumda. Tek çâre, en iyi ve en zayıf olduğumuz iki alanda da acemiliğin/acemi ruhun bilgiden çok uzak türküler çığırdığını fark edebilmek. Tek çâre, söz konusu farkındalık için bir gayretin izini sürmek. Tek çâre, söz konusu gayreti bir besteye dönüştürebilmek. Bahta ne düşerse…

İNSANLARIN mukabele ve yansıtmayı bu kadar profesyonelleştirdiği, daha ilerisi, hepimizi buna uymaya zorlayan yakın dönem hayatımızda acemi kaldığımız ne kadar husus kaldı? Doğrusu bunu cevaplamaya vaktimiz/takatimiz kalmadı denecek seviyede.

Zira “profesyonel” aygıt ve araçlar ile yönlendirmelere tâbi olarak yaşadığımız çok aşikâr. Peki, bu araç ve yönlendirmelerin kaynağı teknoloji mi? Bir kısmıyla evet, ama temelinde bambaşka bir sorun yer alıyor aslında. Belki kaygan bir zeminin sürüklediği sorunlar silsilesi

Kendimizi sosyal görünen ancak özünde asosyalliği barındıran, her anlamda özlemekten, hissetmekten ve susamaktan uzak bir mânâ dünyasına çekmek, artık başkasının eliyle değil, bizzat kendi elimizle gerçekleşiyor. Biraz daha yol alırsak, takip alışkanlığını arttırdığımız söz konusu çizginin hem kendi ruhumuzu, hem mânânın ruhunu çektiği olumsuz nokta kolaylıkla görülebilir hâle geliyor.

Ruh bakımından bu tam olarak mümkün mü? Elbette değil ama küskün bir ruhu onarmanın gayretini çok evvel yitirdiğimizden ve emellerimiz ile kurgucu mutluluğumuzdan ödün vermek istemeyeceğimizden mütevellit, kendimize “sanal ruhlar” edinmeye ve böylece hayatta kalmaya çalıştığımızı görmek hiç de zor değil.

(Taşıma su ve değirmen hikâyesini hatırlatsın mı bu? Hayır, bu hatırlatma çok iyimser kalır. O bile değil. Zira o tabloda en azından su da, değirmen de ve değirmeni döndürme fikri de oldukça sahici.)

Dolayısıyla sanal bir ruh ile yaşarken tam olarak şarj edilmiş bir pil mârifetiyle hayattayız. Bu da doğal olarak bizi bir sonraki vakte yetiştirene kadar yeni sanal ruhlar edinmek yahut pili şarj edecek yeni enerji kaynakları bulmakla meşgul hâle getiriyor.

Neydi tâbir? “Yenilenebilir enerji kaynakları”…

Oysa bizimki evden işe, işten eve gidene kadar tükeniyor ve yenilenmiyor. Boşalan kap, bir döngü hâlinde tekrarlı şekilde -geçici malzemelerle- dolduruluyor sadece. Ama yenilenmiyor. Biz bunlarla uğraşırken, hatırını pek sormadığımız, sorduğumuzda ise zoraki bir tebessüm ile zarar verdiğimiz ve sadece kendi ikliminde yaşayabilen ruhumuz ise kabullenmek istemeyeceği bir tabloda mahkûm olmak yerine mahzun penceresinden, olanca iştihamızı kabartmakla memnun olduğumuz hazin senaryomuzu izlemekten başka bir şey yapamıyor. Ne hazin!

Ne diyelim? Güç kimin elindeyse, o konuşuyor.

Hâl böyle iken gerçek söz sahipleri ne yapsın? Hâliyle küsüyor, susuyor ve hâline şükür ile bulduğu en uygun yere oturma seviyesine indirgiyor kendisini.

İnsanların mukabele ve yansıtmayı bu kadar profesyonelleştirdiği, daha ilerisi, hepimizi buna uymaya zorlayan yakın dönem hayatımızda acemi kaldığımız ne kadar husus kaldı? Doğrusu bunu cevaplamaya vaktimiz/takatimiz kalmadı denecek seviyede.

Zira suyun bulandığı yer ile suyun bulunduğu yer birbirine çok yakın. Bir diğer ifadeyle, bizim içmeyi arzu ettiklerimiz ile ruhumuzun arzu ettikleri birbirinden çok farklı.

(Son iki cümleyi birleştirir isek, daha acı bir gerçek bizi “yakalar”. Durum şu ki, suyu bulandıran veya içer gibi yapan biz iken suyun bulunduğu ve berraklaştığı yerde sırasını bekleyen ruhumuz.)  

Nihâyette bizim isteğimiz, raf ömrü kısa hayâllerimizin birer heyulaya dönüştüğü günü kaçınılmaz bir son olarak beklemekten ve yine bu süreçte sayılarını her gün arttırdığımız sanal ruhlarla kendimize yeni muhitler oluşturmaktan ibaret.

(Muhit, ihata edilmiş bir alana işaret ediyor. Kuşatılmış yahut sınırları belli edilmiş olması ise sonucu değiştirmiyor. Bu bir yönüyle, günlerce dışarı çıkmadığımız vakit dışarı çıkma isteğinin kalmamasına benziyor. Yine bir meyvenin iklim değişikliği nedeniyle aynı bölgede artık yetişmemesi, yetişse bile tadının kaçmış olmasına benziyor.)

Ruhumuzun istediği ise kendi ikliminde, kendi deminde var olarak yaşam alanını genişletmek… Bu alanda elini emanet edildiği câna, selâmını almak/vermek istediği cânâna ve yine hayat emâresi taşıyan her şeye uzatabilmek…

İnsanların mukabele ve yansıtmayı bu kadar profesyonelleştirdiği, daha ilerisi, hepimizi buna uymaya zorlayan yakın dönem hayatımızda acemi kaldığımız ne kadar husus kaldı? Doğrusu bunu cevaplamaya vaktimiz/takatimiz kalmadı denecek seviyede.

Zira direncimiz iyice düşmüş durumda. Tek çâre, en iyi ve en zayıf olduğumuz iki alanda da acemiliğin/acemi ruhun bilgiden çok uzak türküler çığırdığını fark edebilmek. Tek çâre, söz konusu farkındalık için bir gayretin izini sürmek. Tek çâre, söz konusu gayreti bir besteye dönüştürebilmek. Bahta ne düşerse…