Sanal mikâp

Hangi böceğin, hangi kuşun, hangi sürüngenin, hangi çiçeğin, hangi ağacın evrende nasıl bir fonksiyon gördüğünü, dağların, akarsuların, uzaydaki cisimler gibi her varlığın fonksiyonlarını da tam olarak bilemeyebiliriz. Bunların birbiriyle ilişkilerini, bütünün içindeki yerlerini de evrenin tüm sırları çözülmediği sürece bilemeyiz. Dolayısıyla sanmaya devam ederiz.

ÖNCE başlığımızın anlamını arz edelim: “Sanal” kelimesiyle kastettiğimiz, “fiziksel olarak var olan cisim veya ortamların yerine geçen, sanma veya varsayma ile kabul edilen ve fiziksel olmayan cisim veya ortamlar”. “Mikâp” ise, matematikteki “küp” yerine kullanılan ve “kâbe” kelimesiyle aynı kökten gelen kelime. İkisi beraber, “sanallığın küpü” yani “üçüncü dereceden sanallık”...

Böyle bir giriş sebebiyle teknik bir yazı zannedilebilir içerik, hâlbuki hiç de öyle bir konu değil. Her gün ve hatta her an yaşadığımız bir konuya alışılmışın dışında bir boyut katıyoruz...

Sanal mikâp yani sanalın küpü varsa karesi de var demektir. Karesi olanın birinci dereceden de sanallığı vardır. Sanal mikâp yani üçüncü dereceden sanallık demek, şu an sanal toplantılarımız, sanal alışverişlerimiz, sanal arkadaşlıklarımız, sanal eğitimimiz, sanal iş hayatımız dâhil, her alanı kapsayan hayatımızdır. Sanal mikâpta da mutlu oluyoruz, mutlu ediyoruz. Üzüyoruz, üzülüyoruz, yanlışlar, doğrular yapıyoruz. Para kazanıyor, harcıyoruz. Sanal mikâpta da aldatanlar, aldananlar oluyor. Günah ve sevap işleyenler de oluyordur elbette. Tek cümle ile ifade edersek, sanal mikâp, ekrandaki dataya dayanarak duygu, düşünce ve fiil meydana getirmemizdir. Sipariş verdiğimiz ürünü ekranda görüyor, beğeniyor ve almaya karar veriyoruz. Ürün kargoyla geldikten sonra da kullanıyoruz. Süreç o datayla ilerliyor. Peki, “sanal kare”de işler nasıl oluyor?

Sanal karede işler daha basit. En önemli detayı, onun sanal olduğunu bile zannetmeyişimiz. Sanal karenin gerçek olduğuna o kadar ve o kadar çok inanılır ki buna inananlar, farklı bir şey söyleyeni akıl hastanesine bile gönderebiliyorlar. Bugünkü psikoloji, sosyoloji, ekonomi dâhil onlarca bilimsel saha çıkalı şunun şurasında iki asır bile olmadı. Bunlarsız bir hayatı düşünebilir miyiz? Hâlbuki bunlardan önce de birçok medeniyet kurulmuştu ve binlerce yıl yaşayan devletler oldu. Demek ki toplumlar ve devletler o bilim dalları olmadan da var olabiliyormuş. Milliyetçilik, sosyalizm, liberalizm, kapitalizm gibi akımların geçmişleri de çok eski değil. Ne Nasrettin Hoca, ne Mimar Sinan, ne Karacaoğlan, ne de İbrahim Müteferrika dönemlerinde bu akımlar vardı. Hatta size acayip bir şey söyleyeyim, “çocukluk” kavramı bile çok eski bir kavram değildir. Yokluğunu asla kabul edemeyeceğimiz, hem aile, hem de devlet bütçemizin en yüksek miktarını tahsis ettiğimiz eğitimin olmazsa olmazı okulların ortaya çıkışı da en fazla üç asırlık bir meseledir. El sıkışma da ülkemiz için geçmişi yüz yıl bile olmayan bir selâmlaşma biçimidir. Yine o kadar eski olmayan diğer bir şey, domatesin ve çayın Türkiye’ye gelişidir. Sanal kare muhabbetimizi, ABD’nin bazı eyaletlerinde karpuzun tuzla yendiği bilgisini vererek zirveye taşıyalım.

Sadece birkaçını arz edebildiğimiz uygulamalar, sanki hayatın mutlak gerçekleri “san”ılmaktadır. Bugün sanal mikâbı insanlık nasıl öğreniyor ve uyguluyorsa, anlattıklarımız da öyle olmuştur. Köye giden kamyonun önüne karnını doyursun diye ot koyan teyze de, Vizontele’deki “Zeki Müren de bizi görecek mi?” repliği de geçiş hatıralarıdır.

“Sanal 1” dediğimiz kavram ise, olabildiğince fıtrî hâlimizdir ve insan yapımı veya kurgusu olmayan, insanın, Yaratıcısının isteğine uygun yaşadığı hâldir. Abartı olmamakla beraber, bu bile sanaldır. Meselâ, bir kişi hakkında hüsnüzan ederiz; bu ifade, gerçeği bilmediğimizin ve gerçeğini bilmediğimiz durumu veya fiili iyiye yormamızın açıkça kabulüdür. Demek ki gerçeği -tam olarak ne kadar fıtrî bir hayat sürersek sürelim- bilemeyebiliriz. Tabiî ki gerçeği bilemeyişimiz bunlarla da sınırlı değil. Hangi böceğin, hangi kuşun, hangi sürüngenin, hangi çiçeğin, hangi ağacın evrende nasıl bir fonksiyon gördüğünü, dağların, akarsuların, uzaydaki cisimler gibi her varlığın fonksiyonlarını da tam olarak bilemeyebiliriz. Bunların birbiriyle ilişkilerini, bütünün içindeki yerlerini de evrenin tüm sırları çözülmediği sürece bilemeyiz. Dolayısıyla sanmaya devam ederiz.

“Sanal 1”in diğerlerinden en önemli farkı, insan kurgusu olmamasıdır. Biz şu anda sanal kare ve sanal mikâptayken birilerinin kurguladığı bir hayatı yaşamak durumunda kalıyoruz. Haklı olarak akla, “Sanalsız bir hayat mümkün değil mi?” gibi bir soru gelecektir.

Bununla ilgili en doğru bilgiyi Peygamberimiz vermektedir. Hadîste, “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” buyurulmaktadır. Bu mevzu asırlardan beri konuşulan bir konudur. Bunun anlaşılabilmesi için de şöyle bir örnek verilir: “İnsan rüyadayken her şeyi yaşıyor. Üzülüyor, seviniyor, gülüyor, ağlıyor. Hatta acıkıyor, susuyor, seks yapıyor. Rüyasında rüya bile görebiliyor. Uyanıkken yaşadığını rüyadayken de yaşıyor. O hâlde biz şu anda niçin çok daha uzun bir hayatın rüyasını görüyor olmayalım?”

Bu sorunun kesin bir cevabı yok. Yaşarken de sanallıktan kurtulma imkânı var. Ama şahsen o konuda ilerleyebilmiş durumda değilim, başımdan geçeni yazamayacağım. Ama Peygamberimiz bu konuda çok net bir yöntem öğretiyor: “Ölmeden evvel ölünüz.” Niçin? Zira böylece uykudan uyanmış olasınız…

Bununla ilgili teferruat bu yazının kapsamına girmediği için onu işin ehline bırakalım ve sanal mikâp mevzumuzu şu cümlelerle nihayetlendirelim: Sanal bir hayat, kanaatime göre gerçekçi ve doğru bir hayat değil. Hele doğal, fıtrî olmayan yani insanların kurgusu olan bir hayatı yaşamak ne akıllıca, ne de onurlu bir yaşamdır. Bunlardan kurtulmak, bunların farkına varmakla başlıyor. “Sanal mikâp”tan “sanal 1”e farkındalık yolculuğumuz, bizim gerçeklerle ilişkimizi yükseltecek ve kendi kendimizi kandırmayı bırakmamızı sağlayacaktır. Şahsımı en çok mutlu edecek olan ise, ölmeden önce insanların uykularından uyanmaları ve tam, mutlak gerçeğe ulaşmalarıdır. Dilerim, hepimiz en kısa zamanda o gerçeğe ulaşırız…