ÖNCE başlığımızın
anlamını arz edelim: “Sanal” kelimesiyle kastettiğimiz, “fiziksel olarak var
olan cisim veya ortamların yerine geçen, sanma veya varsayma ile kabul edilen
ve fiziksel olmayan cisim veya ortamlar”. “Mikâp” ise, matematikteki “küp”
yerine kullanılan ve “kâbe” kelimesiyle aynı kökten gelen kelime. İkisi
beraber, “sanallığın küpü” yani “üçüncü dereceden sanallık”...
Böyle
bir giriş sebebiyle teknik bir yazı zannedilebilir içerik, hâlbuki hiç de öyle
bir konu değil. Her gün ve hatta her an yaşadığımız bir konuya alışılmışın
dışında bir boyut katıyoruz...
Sanal
mikâp yani sanalın küpü varsa karesi de var demektir. Karesi olanın birinci
dereceden de sanallığı vardır. Sanal mikâp yani üçüncü dereceden sanallık demek,
şu an sanal toplantılarımız, sanal alışverişlerimiz, sanal arkadaşlıklarımız,
sanal eğitimimiz, sanal iş hayatımız dâhil, her alanı kapsayan hayatımızdır.
Sanal mikâpta da mutlu oluyoruz, mutlu ediyoruz. Üzüyoruz, üzülüyoruz,
yanlışlar, doğrular yapıyoruz. Para kazanıyor, harcıyoruz. Sanal mikâpta da
aldatanlar, aldananlar oluyor. Günah ve sevap işleyenler de oluyordur elbette.
Tek cümle ile ifade edersek, sanal mikâp, ekrandaki dataya dayanarak duygu,
düşünce ve fiil meydana getirmemizdir. Sipariş verdiğimiz ürünü ekranda
görüyor, beğeniyor ve almaya karar veriyoruz. Ürün kargoyla geldikten sonra da
kullanıyoruz. Süreç o datayla ilerliyor. Peki, “sanal kare”de işler nasıl
oluyor?
Sanal
karede işler daha basit. En önemli detayı, onun sanal olduğunu bile
zannetmeyişimiz. Sanal karenin gerçek olduğuna o kadar ve o kadar çok inanılır
ki buna inananlar, farklı bir şey söyleyeni akıl hastanesine bile
gönderebiliyorlar. Bugünkü psikoloji, sosyoloji, ekonomi dâhil onlarca bilimsel
saha çıkalı şunun şurasında iki asır bile olmadı. Bunlarsız bir hayatı
düşünebilir miyiz? Hâlbuki bunlardan önce de birçok medeniyet kurulmuştu ve
binlerce yıl yaşayan devletler oldu. Demek ki toplumlar ve devletler o bilim
dalları olmadan da var olabiliyormuş. Milliyetçilik, sosyalizm, liberalizm,
kapitalizm gibi akımların geçmişleri de çok eski değil. Ne Nasrettin Hoca, ne
Mimar Sinan, ne Karacaoğlan, ne de İbrahim Müteferrika dönemlerinde bu akımlar
vardı. Hatta size acayip bir şey söyleyeyim, “çocukluk” kavramı bile çok eski
bir kavram değildir. Yokluğunu asla kabul edemeyeceğimiz, hem aile, hem de
devlet bütçemizin en yüksek miktarını tahsis ettiğimiz eğitimin olmazsa olmazı
okulların ortaya çıkışı da en fazla üç asırlık bir meseledir. El sıkışma da
ülkemiz için geçmişi yüz yıl bile olmayan bir selâmlaşma biçimidir. Yine o
kadar eski olmayan diğer bir şey, domatesin ve çayın Türkiye’ye gelişidir. Sanal
kare muhabbetimizi, ABD’nin bazı eyaletlerinde karpuzun tuzla yendiği bilgisini
vererek zirveye taşıyalım.
Sadece
birkaçını arz edebildiğimiz uygulamalar, sanki hayatın mutlak gerçekleri “san”ılmaktadır.
Bugün sanal mikâbı insanlık nasıl öğreniyor ve uyguluyorsa, anlattıklarımız da
öyle olmuştur. Köye giden kamyonun önüne karnını doyursun diye ot koyan teyze
de, Vizontele’deki “Zeki Müren de bizi görecek mi?” repliği de geçiş
hatıralarıdır.
“Sanal
1” dediğimiz kavram ise, olabildiğince fıtrî hâlimizdir ve insan yapımı veya
kurgusu olmayan, insanın, Yaratıcısının isteğine uygun yaşadığı hâldir. Abartı
olmamakla beraber, bu bile sanaldır. Meselâ, bir kişi hakkında hüsnüzan ederiz;
bu ifade, gerçeği bilmediğimizin ve gerçeğini bilmediğimiz durumu veya fiili
iyiye yormamızın açıkça kabulüdür. Demek ki gerçeği -tam olarak ne kadar fıtrî
bir hayat sürersek sürelim- bilemeyebiliriz. Tabiî ki gerçeği bilemeyişimiz
bunlarla da sınırlı değil. Hangi böceğin, hangi kuşun, hangi sürüngenin, hangi
çiçeğin, hangi ağacın evrende nasıl bir fonksiyon gördüğünü, dağların,
akarsuların, uzaydaki cisimler gibi her varlığın fonksiyonlarını da tam olarak
bilemeyebiliriz. Bunların birbiriyle ilişkilerini, bütünün içindeki yerlerini
de evrenin tüm sırları çözülmediği sürece bilemeyiz. Dolayısıyla sanmaya devam
ederiz.
“Sanal
1”in diğerlerinden en önemli farkı, insan kurgusu olmamasıdır. Biz şu anda
sanal kare ve sanal mikâptayken birilerinin kurguladığı bir hayatı yaşamak
durumunda kalıyoruz. Haklı olarak akla, “Sanalsız bir hayat mümkün değil mi?”
gibi bir soru gelecektir.
Bununla
ilgili en doğru bilgiyi Peygamberimiz vermektedir. Hadîste, “İnsanlar
uykudadır, ölünce uyanırlar” buyurulmaktadır. Bu mevzu asırlardan beri
konuşulan bir konudur. Bunun anlaşılabilmesi için de şöyle bir örnek verilir: “İnsan
rüyadayken her şeyi yaşıyor. Üzülüyor, seviniyor, gülüyor, ağlıyor. Hatta
acıkıyor, susuyor, seks yapıyor. Rüyasında rüya bile görebiliyor. Uyanıkken
yaşadığını rüyadayken de yaşıyor. O hâlde biz şu anda niçin çok daha uzun bir
hayatın rüyasını görüyor olmayalım?”
Bu
sorunun kesin bir cevabı yok. Yaşarken de sanallıktan kurtulma imkânı var. Ama
şahsen o konuda ilerleyebilmiş durumda değilim, başımdan geçeni yazamayacağım.
Ama Peygamberimiz bu konuda çok net bir yöntem öğretiyor: “Ölmeden evvel
ölünüz.” Niçin? Zira böylece uykudan uyanmış olasınız…
Bununla
ilgili teferruat bu yazının kapsamına girmediği için onu işin ehline bırakalım
ve sanal mikâp mevzumuzu şu cümlelerle nihayetlendirelim: Sanal bir hayat,
kanaatime göre gerçekçi ve doğru bir hayat değil. Hele doğal, fıtrî olmayan
yani insanların kurgusu olan bir hayatı yaşamak ne akıllıca, ne de onurlu bir
yaşamdır. Bunlardan kurtulmak, bunların farkına varmakla başlıyor. “Sanal
mikâp”tan “sanal 1”e farkındalık yolculuğumuz, bizim gerçeklerle ilişkimizi
yükseltecek ve kendi kendimizi kandırmayı bırakmamızı sağlayacaktır. Şahsımı en
çok mutlu edecek olan ise, ölmeden önce insanların uykularından uyanmaları ve
tam, mutlak gerçeğe ulaşmalarıdır. Dilerim, hepimiz en kısa zamanda o gerçeğe
ulaşırız…