Sanal dünyanın küçük hükümlüleri

Çocuğumuzla kuracağımız iletişim, itaat değil, muhabbet esaslı olmalı. Sohbetle gönül köprüleri kurmalıyız. Aksi takdirde öğrenme, araştırma, keşfetme çağlarında yalnızlaşan ve psikolojik çöküşleri fark edilmeyen yavrularımızı bizden çalmaya amade birçok unsur hâlihazırda bekliyor olacaktır.

NE vakit yönümü geçmişe çevirsem, çocukluğum gelir yâdıma, içimde bir kuş sürüsü havalanır, konar dallarıma.

Çocukların yaşam ve oyun alanını yutmayan bloklar inşâ edilmediği dönemlerde bizim en güvenli oyun alanımız sokaklardı. İçimizde havalanan kuşlar o zamanlardan yadigârdır.

Bezden bebek, kâğıttan uçurtma, karpuz kabuğundan araba tasarlar, elektrik borusundan külah atardık. Oyunlarımız doğaçlama, materyallerimiz doğadandı.

Siyah beyaz eğitimin son nesliydik. İki renktik fakat çok nettik; hiçbir çocuk diğerinden farklı değildi, marka nedir bilmezdik. Monoton eğitim hayatımızın tek adrenali, Pazar akşamına sıkıştırdığımız ödevlerdi.

Odun ateşiyle ısınan evlerimizin is kokan odalarında, sımsıcak sohbetlere eşlik eden fon müziği, sobanın üzerinde fokurdayan çaydanlığın sesidir; eğer yanına karnı geniş, uzun ve dar boyunlu güğüm de konulmuşsa, o günün günlerden Pazar olduğunun delâletidir.

Yeni haftaya tertemiz girmenin telaşı ile evdeki çocukların hepsinin yıkandığı, tırnak ve saç kontrolünden geçtiği klasik Pazar ritüeli... “Yıkanmak” derken, öyle köpüklü küvetlerde yüzen ördeklerle, göz yakmayan şampuanlarla değil tabiî, çamaşır yıkadığını zanneden annemizin kafamızı çitilediği, belirli aralıklarla başımıza sabunu, maşrapayı indirdiği hatırı sayılır bir gelenek…

Banyodan çıkar çıkmaz sobanın yanına koşar, saçlarımızdan damlayan suyun “cıss” eden sesine kulak verir, kuzinenin üzerinde raks eden kabarcıkların buharlaşarak yok oluşunu gözlemlerdik.

Sokak oyunlarına doymayan, salçalı ekmekle doyan çocuklardık. Karınca yoluna yaprak bırakır, üzerine çıkan karıncaları yuvasına taşırdık. Ölen bir kuş görsek hemen gömer, bildiğimiz bütün duaları okurduk.

Her mahallede top oynayan çocuklara tahammülü olmayan, yakaladığı topu vermeyen, evinin bodrumunu top mezarlığına çeviren teyzeler vardı. Kim bilir, o günün huysuz teyzeleri, bugün bilgisayar başından kalkmayan torunlarına bizi anlatıyor, belki de bizim çocukluğumuza gıptayla bakıyorlardır.

Bizim çocukluğumuzun sendromları, annelerimizin mükemmel çocuk yetiştirme kaygısı veya ellerinin altında arama motoru yoktu. Hareketli çocukları sakinleştiren, yemek yemeyen çocuğa şuursuzca yemek yediren sanal bakıcıları da yoktu.

“Bizim çocukluğumuz” dedik, yaklaşık günümüzden kırk yıl öncesine yolculuk yaptık. Doğalın yapay, gerçeğin sanal olmadığı, hiçbir arşivde bulamayacağımız eski bir filmi seyre daldık. Peki, ya bizim çocuklarımız?

Modern zamanların çocuklarımıza armağan ettiği ışıltılı oyunlar ve oyuncaklar bizi de etkisi altına almış olmalı ki teknososyal yoğunluğumuzdan çocuklarımıza vakit ayıramıyoruz. Onları masal okuyan, ninni söyleyen, görsel ya da işitsel bilinçaltını etkileyen sanal bakıcılara teslim ediyor, dijital dünyanın demir parmaklıkları ardına hapsedip yalnızlığa mahkûm ediyoruz.

Düşmeyi garip bir yaratıktan kaçarken öğreniyor, sanaldaki rakibini öldürdüğünde mutlu oluyor, oyunda level atlayamadığı için üzülen merhameti, öfkeyi ve benzeri birçok duyguyu kalplerinde hissedemiyorlar. Fiziksel, zihinsel, psikolojik ve sosyal yeterlilikleri olumsuz yönde etkilenen çocuklar, tek iletişim ve eğlence kaynağı olan telefonları ya da tabletleri ellerinden alındığı vakit dünyanın sonunun geldiğini düşünüyorlar.

Günbegün büyüyen, sınırları genişleyen dijital araçlar bir yandan çok şey kazandırırken, diğer yandan çocuklarımızın çocukluğunu çalıyorlar. Kelime ve kavram bilgisini yitiren çocuklarımızın zihinsel faaliyetleri zayıflıyor. Eleştirisel düşünme, problem çözme becerileri gelişmemekle beraber, bulundukları sanal yerleşkenin dışına çıktıkları vakit kendini ifade edemeyen, gerçek hayatın zorluklarıyla başa çıkamayan, güzelliklerinden haz almayan mutsuz, huzursuz, gergin bir nesil yetişiyor.

Biz ebeveynlerin dahi ciddî anlamda etkileşimde bulunduğu dijitalizmde çocuğumuza sınırlar belirlemeden evvel kendi sınırlarımızı belirmeliyiz. “Büyüklerin dediğini yap, fakat yaptığını yapma” anlayışı ile asla yol alamaz, söylemlerimiz davranışlarımızda vuku bulmaz ise çocuklarımızın bu dijital çığın altında yalnız ve savunmasız kalmalarına engel olamayız. Öyle ya, dijitalleşen bir dünyada yaşıyoruz madem, ne yapalım, teknolojiden bîhaber çocuklar mı yetiştirelim?

Teknolojinin bize sunduğu imkânlardan faydalanırken, çocuklarımızın sanal yerleşkenin yerlilerinden olmamaları noktasında hassasiyet göstermeli, onlara sadece ziyaretçi ruhsatı verip uygun bir yol haritası oluşturmalıyız. Zararlı içeriklerden korunmaları için tüm etkinliklerini kontrol altında tutup sınırlar belirlemeyiz. Bu sınırları inşâ ederken çocukları bilgilendirmeli, onların tüm sorularına yanıt vermeliyiz. Fakat her şeyden önce kendimizi değiştirmeli, kendi irademize taktığımız zincirlerden kurtulmalıyız.

“Çocuklar bizim geleceğimiz” deriz hep. Fakat biz de onların geçmişi olacağız. Boş zamanlarımızda telefon ve tablet gibi araçları rafa kaldırıp birebir sohbet ve etkinliklerle geçmemiş geçmişlerine yatırım yapmalı, tatlı hatıralar bırakmalı.

Hatırlayın işten gelen babamızla nasıl güreş tuttuğumuzu, annemizle bebeklerimize diktiğimiz elbiseleri, kardeşlerimizle oynadığımız beş taşı, dokuz taşı!

Büyüdük ve büyüdükçe kuşandığımız yetişkinlik kisvesi ile içten dışa kavi duvarlar ördük. O duvarlar yaşanabilecek anlamlı birliktelikleri frenliyor. Her ne kadar işitsek de, görsek de çocuğumuz hep öte yanda kalıyor. Biz sosyalleşme becerisini, hayatı paylaşma sanatını ailemizden öğrenmedik mi? Deneyin lütfen, çocukla çocuk olmak hepimize iyi gelecek!

Başta iş hayatı olmak üzere pek çok alana bölünüyor, her şeye yetişmek isterken paramparça oluyoruz. Ne kadar yoğun, ne kadar yorgun olursak olalım, evde bekleyen yavrumuzun bildiği tek şey, bizim ne yaşadığımız değil, bizimle yaşamak istedikleridir. Biraz soluklanıp nefes almak adına dünyevî telaşlarımıza mola tadında zamanlar yaratmalıyız.

Oyun, çocuğun dünyayı tanıma biçimidir; bizimse çocuğumuzu tanımanın en özel, belki de en kolay yoludur. Oyun esnasında onları gözlemleme imkânı bulur, olaylar karşısında vermiş olduğu tepkileri değerlendirerek davranışsal ve duygusal gelişimi noktasında farkındalık kazanmış oluruz.

Çocuğumuzla kuracağımız iletişim, itaat değil, muhabbet esaslı olmalı. Sohbetle gönül köprüleri kurmalıyız. Aksi takdirde öğrenme, araştırma, keşfetme çağlarında yalnızlaşan ve psikolojik çöküşleri fark edilmeyen yavrularımızı bizden çalmaya amade birçok unsur hâlihazırda bekliyor olacaktır.

Çocuklar artık çocukluklarını yaşayamaz duruma geldiler; ekran karşısında bedenlerine ve zihinlerine pranga vurulmuş çocukları kendi çocukluğumuzla mukayese edecek olursak, durumun vahametini kavramımız çokta zor olmayacak.

Haydi o zaman, bundan kırk yıl öncesine yönümüzü çevirelim ve annemizin bizi sokaktan topladığı günlere öykünelim, çocuklarımızın telâfisi olmayacak bugünlerini hareketlendirip renklendirelim! Her geçen gün büyüyen çığın altında yalnız ve mutsuz üşümelerine izin vermeyelim!