
KÜÇÜK bir
sandalda, dev dalgaların arasında kalıverecek gibiydi. Ama hava sütlimândı.
Etrafta çaresiz bırakan bir boşluk, her yön ufuk… Hayata dair bir şey kalmışsa geride,
nefes almak kalmıştı. Yok, bu yalnızlıkla baş edemezdi, bir ayna olsa kendine
bakardı, ama o da yoktu.
Hangi yaşını yaşıyordu? Çocuk
muydu, genç mi, yaşlı mı? Ya ailesi, ana babası? Hayat çok uzaktan bakıp
duruyordu ona. Yüzlerce yıl öncesinde mi duruyordu, yoksa hiç doğmamış mıydı
hâlâ?
Sıkıştırılmış telâşlarla
geçen haftalar, yıllar… Mekanik bir kalp ve klavyeye yapışık parmaklar, ekrana
kilitli gözler… Özlemleri, hayâlleri bir tıkla silinip geri dönüşüm kutusuna
atılmış… Geri dönmemek üzere belki de… Güzel ya da çirkin diye bir ayrım var
mıydı acaba? Her şey yuvarlanıp yuvarlanıp düşüyordu aynı yere.
Beynini açıp gören olsa,
bütün çöplerin toplandığı yerin burası olduğunu sanırdı. Her duygunun kanının
çekildiği o kurak mekânda yine de kalp atıyordu. Ayakları, bir boşluğun yükünü
çeke çeke yürüyordu akşamları eve giderken. Sancıya bürünüp uyurken hiçbir şey
yoktu aklında. Kutsal veya önemli ya da önemsiz bir şey bile yoktu. Bir etin ve
kemiğin metalden farkı var mıydı? Bu, acıkınca ortaya çıkıyordu. Onu da bir
anne doğurmuş muydu acaba? Süt emmiş miydi meselâ? Sokaklarda düşüp dizini
yaralamış ve çocuk olmuş muydu ki? Bütün bunlar bir anda aklından geçiverince
öfkesi bir yaralı kaplan gibi göğüs kafesinde inledi. Çocukluğundan kalma
görüntülerde, saatlerce oturduğu sandalyede, gözlerini ekrana çivileyip çaldığı
arabalar ve öldürdüğü adamların düşüşü vardı.
Ya çocukluk arkadaşları
kimlerdi? Ekran açılınca birçok isim vardı, ama kapatınca hepsi bir anda
siliniyordu. Peki, gençliğinin ilk yıllarında kalbini titreten o kız kimdi?
Yüzünü hatırlıyor gibiydi, sesini de, ama yürüyüşü yoktu meselâ.
Ekran kapanınca
kayboluyordu. O da mı sanaldı yoksa diğerleri gibi? Dev bir boşluğun içinde
dönerken, gözlerinin suyu çekilmiş ve beyni ayakuçlarına doğru akıyor gibiydi.
Hemen ellerinin yerini aradı, birini diğeriyle sımsıkı tuttu, bırakmadı. Sanki
kendini tutmasa ve zorlamasa her bir hücresi başka bir yöne savrulacaktı.
Yüzünü ve boyunu seyredecek bir boy aynası olmalıydı hemen. Sıcacık bir ekmeğin
kokusunu duyunca içine çekmiş miydi ya da toprağa değen ayakları olmuş muydu
acaba?
Pencereden süzülen… Yok,
hayır, hücûm eden uçak ve arabaların ve caddedeki kalabalığın sesleri,
televizyondan aynı vurucu tonla yükselen haber sesleri, yan odadan gelen delici
tek tip altyapısıyla şarkı sesleri… Ve bütün seslere karışarak çalan telefonun
çıldırtan sesi… Tutsaklığın bütün acılarını çektiği hâlde sadece bakıyordu. Hiç
anlamı olmadan hem de… Sonra kol saatindeki tuşa basıp “Hemen geliyorum!” dedi.
Toplantıya başkanlık edeceği an gelmişti. Takım elbisesi ve duruşuyla ne kadar
da kararlı, modern ve karizmatik görünüyordu.
Odasından çıkarken şöyle
bir dönüp baktı her şeye, insandan geriye ne kalmıştı acaba? Yahut insanlıktan?
Dünyanın en son ve en modern hâliydi o. Belki de en kalabalık ama en kimsesiz
hâli... “Keşke” diye bir ses duydu sanki içinde. Keşke acılar, sevinçler,
umutlar, korkular öylece dursaydı kalbinde… Belki de bu kadar yorulmazdı o
zaman. O dev kaya parçasının ne işi vardı ki yükünü çekiyordu göğsünde? İrade
ne paha biçilmez, ne müthiş bir lezzetti tatsaydı eğer.
Çimenler yeşerdi, çiçekler
açtı, kelebekler uçtu, yağmurlar yağdı ve toprak kokusu her yanı sardı. O şimdi
bir toplantı masasında çok önemli şeylerden bahsediyordu. Uyumadan, kahve
içerek, ekranın önünde sabahı etmişti. Hazırdı her şeye ve herkese bir şeyler
söylemeye. Tam olması hayâl edileni yaşatıyordu onu seyreden ve dinleyenlere.
Ama bir an gözleri dalıverdi ve kendine engel olamadan düşündü. Neydi farkı
acaba, karıncalarla kıyaslasaydı ya kendini? Ya da güneş gözlüğünü neye karşı
taktığını düşünse güneşi fark eder miydi? Onca ayakkabıyı alırken ayakları hiç
dikkatini çekmiş miydi şimdiye kadar? Birinin gözlerine bakıp kendini görmüş
müydü? Belki de aradığı boy aynası o gözlerin ta kendisiydi. Ağzından
karizmatik bir şekilde dökülen o cümlelerin anlamlarını hissetmek nasıl bir
şeydi?
Neydi işin doğrusu? Yaşamak
neydi? Bir canlı, canı içinde durduğu hâlde nasıl bu kadar cansız hâle
gelebilirdi? Metalik gözlerin, buz kesmiş kalbin kaçta kaçı insan olabilirdi?
Bu gök, bu yer ve
arasındaki her şey ve de yıldızlar ne diye duruyorlardı ki yerlerinde? “İnsan”
denilen varlık duruyor muydu ki yerinde? Yoksa kaybolmuştu da onu mu bekliyordu
her şey? Şefkatle bölüşülmüş bir yorgan, bir yastık, bir somun ekmek, sıcacık
yuvalar, cıvıl cıvıl sokaklar şimdi neredeydiler?
***
Ben kim miyim? “Öykünün
yazarı” desem hiç fenâ olmaz. Az önce yukarıda biten öyküyü ilk kez denedim.
Sonundan başladım, çünkü sonundaki kayıp adam ağlattı beni. Başı masal gibiydi
bu hikâyenin. Adı Âdem’di onun ilk tasarlandığında. Adam gibi adamdı aslında. “Bir
meyveden ne olur ki?” demeyin! O denedi ve torunlarının torunlarını zehirledi.
Bir tâviz, insanı Cennet’ten etti. Ama dünyaya gelmek elbette gerekti. “Dünya
olmasaydı, içine insan konmasaydı” demeyin! Cennet de olmazdı o zaman, hiçbir
şey olmazdı. Şimdiki hâli dünyanın, şimdiki garipliği içime dokunuyor hep.
Gerçek dünyanın başına
gelenlerden kime ne?! Artık milyonları aşan sanal dünya var. Sanal yemekler,
sanal pazarlar, sanal sevgililer, sanal dostlar ve sanal oyunlar var. Evet,
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibâret” diyordu Allah, ama sanal değil,
gerçek bir oyundan ibâret. Oyun dediği de gerçekten ibâret…