ONUN adını ilkin
eşimden duymuştum: “‘Bahadır’ diye bir yer açıldı. Tam senlik! Lezzetli ve bol…
Üstelik de ucuz!”
Pek
kulak asmamıştım. Şehrinde misafir gibi yaşayan biriydim zira. Ayın yarıdan
fazlasını yazarlık dersleri, söyleşiler, imza günleri, edebiyat etkinlikleri,
danışmanlıklar ve seyahatlerde geçiriyordum. Sonra sonra bir gün, Adapazarı’nın
yaşayan delikanlı başı Rahmi Sak, üç arkadaş, bizi Bahadır’a yemeğe götürdü.
Muhabbet, mekân, lezzet; birinci sınıftı her şey. Hem de eşimin dediği gibi bol
boldu. “Kim bu Bahadır?” diye sorduğumda, “Girişimci bir arkadaşım, fakir
fukara dostu” diye cevapladı bizim Rahmi. Ve ekledi: “Şehirde bunun gibi beş
altı işyeri daha var Sami’nin.”
Girişimciymiş.
Bu tarafı beni pek ilgilendirmiyordu. Beni ilgilendiren, “arkadaşım” ve “fakir
fukara babası” tarafıydı. Zira Rahmi herkesle arkadaş olmazdı öyle. Seçiciydi.
Kendisi gibi “delikanlı ve merhametli adamları” severdi.
Meraksızımdır.
Oluruna bırakırım her şeyi. “Nasipse bir gün tanışırız” diye geçirdim içimden.
Uzaktan da takip etmeye başladım. Gün geldi, arkadaş olduk Bahadır’la. Yine Rahmi
sayesinde. Rahmi’yle ona gele gide… Meğer kendi adı “Sami Özkurt” imiş. “Bahadır”,
markasının adıymış. Onun da hikâyesi çok güzel, çok takdire değerdir. Anlatırım
bir ara…
Kırk
yıllık arkadaşını bana şöyle özetledi Rahmi: “Bizim Sami, çetin bir cevize benzer.
Dışı çok serttir. Ama içi çok merhametli ve hayırsever…” Bu kadar güzel ve özet
bir portre sözü kullanan Rahmi Sak’ı da kıskanmadım değil. Bizim alanımızda söz
gezdirmesi ne güzeldir Rahmi’nin. Helâl sana vallahi aziz dost!
***
Sami,
Trabzon göçmeni bir ailenin çocuğu. Trabzon Akçaabat Acısu köyünden 1950’lerde
Adapazarı Kuyudibi’ne göçen bir ailenin evladı. Babası Muhammet yani Mehmet
Amca, annesi Lütfiye Teyze. Babadan çiftçi Temel’in torunu. Anadan Ali Osman
Hoca’nın… “Ali Osman Hoca” dediysem, tam hoca, öyle böyle değil! Hem köyün
öğretmeni, hem hâfız, hem köyün imamı. Hem de yirmi sekiz sene köyün muhtarı. Muhtar
oğlu muhtar...
Dayı
tarafı, Adapazarı’nın bilinir ailelerinden. Bilinir ve sevilir. Avukat Selçuk
Gedikli öz dayısı meselâ. Kayhan öğretmenin yeğeni… Annesinin küçükleri… Gazeteci
Erkal Gedikli de dayıoğlu.
1971’de,
PTT’de telgraf memuru Mehmet Bey ile ev hanımı Lütfiye Hanım’ın dört kız ve bir
oğlandan sonra altıncı ve son çocuğu olarak Adapazarı Bakkallar durağında doğar
bizim Sami Özkurt. Mahalle arasında güzel bir çocukluk… Küçük yaramazlıklar,
şunlar bunlar…
Yenicamlidir
Sami. Yani biraz bıçkın, biraz afacan, biraz hareketli. Mustafakemalpaşa
İlkokulunu ve Ali Dilmen Ortaokulunu bitirir. Aile yönlendirmesiyle I. Endüstri
Meslek Lisesi torna tesviye bölümünden mezun olur. Ama öğleden sonraları, hafta
sonları ve yaz tatillerinde Tozlu Camiî çevresindeki toptancılarda takılır. Kâh
kâtiplik, kâh hamallık, kâh üç tekerlekli bisikletle mal taşıyıcılık vesaire…
Piyasayı, hayatı, parayı orada tanır. Emeği, emekçiyi, emekçiliği yaşar.
***
Bahadır
eniştesi de, Melahat ablası da bankacıdır bu arada. Bahadır eniştesi,
Çıracılar’da bir bilardo salonu açar. Sami de ona yardım eder boş zamanlarında.
İşi öğrenir. İnternet kafe furyası vardır o sıralarda. Eniştesiyle birlikte Bahadır
Bilardo’yu büyütürler. Yarı bilardocu, yarı internet kafecidir artık Sami.
Devlet
memuru baba Mehmet Özkurt’un en büyük arzusu, çocuklarının sabit bir gelirinin
olması, birer devlet dairesine girmesidir. Nitekim büyüklerin zorlamasıyla
Başak Traktör Fabrikasına işçi olarak girer. Dört yıl düzenli ve sistemli
çalışır. Başarılıdır, mutludur, ama felek onun daha çok işçi kalmasına müsaade
etmez. Tayyip Erdoğan’ın yeni Başbakanlığı döneminde Devlet, Başak Traktör’ü
özelleştirir, kamu işçilerini de okullara kademe/hizmetli olarak gönderir.
Bizim Sami’nin nasibine de Arifiye Neviye İlköğretim Okulu hademeliği düşer.
Sami bir altındaki Mercedes otomobiline bakar, bir okuldaki süpürgeye. Basar
istifayı, gelir Bahadır Bilardo’ya.
Akşam
durumu öğrenen Kenan Bahadır enişte, “Samiciğim, gözlemlerime göre sen emir
altında çalışamayacaksın. Sana bu dükkânı hediye ediyorum” der. Bu alicenaplık
karşısında Sami Özkurt, kalan ömründe açacağı her işyerine bir vefa ve minnet
göstergesi olarak “Bahadır” ismini verecektir.
***
Kenan
Bahadır eniştenin oğlu Şeref, akıllı, zeki, çalışkan çocuktur. İstanbul’da
bilgisayar mühendisliği okumaktadır. Ne hikmetse son sınıfta okulu terk eder.
Bu kez Sami ona, “Yeğenim, sen bilgisayardan anlıyorsun, ben işletmecilikten;
gel, beraber seninle Türkiye’nin en büyük internet kafesini kuralım” der.
Kurarlar da. 350 makinalı Türkiye’nin en büyük internet kafesini işletirler.
Bir, iki, üç… Derken işyerleri ve çalışanları fazlalaşır. Çok iyi
gitmektedirler.
***
Yıl,
2009’dur. Bir gün Sami Özkurt bir haber görür, beyninden vurulmuşa döner: On
sekiz çalışanına her gün yemek aldığı ünlü yemek firması, at-eşek eti kesen
firmalar arasındadır.
O
günü şöyle anlatır Sami: “Anladım ki, halkın sağlığı büyük tehlikede. Bu
çakalların elinden milleti kurtarmak lâzım. Ne yapabilirim? Bir kilo pirinç
aldım. Eve gittim. Hanıma pişirttim. Tam tamına on altı porsiyon çıktı.
Maliyetini hesapladım; pirinç, yağ, su, ateş, şu bu… Otuz beş kuruş! Piyasada
üç buçuk liraya satılıyor. Uf! ‘Bu da bir soygun!’ dedim. Ve lokanta açmaya
karar verdim. Yine Kenan enişteme saygıdan ‘Bahadır’ adıyla tabiî... Pilav
tabağını bir liradan satarak… Çorba bir lira, tatlı bir lira, pilav bir lira,
içecekler bir lira… Çark Caddesi Ambarlı Sokakta ilk dükkânı açtım. Verdiğimiz
bütün yemekler piyasanın üçte biri fiyatına. Amacım fakir fukaraya sulu, kaliteli,
uygun fiyattan ev yemekleri sunmak. Özellikle de öğrencilere…”
O
gün bugün, ana hatlarıyla ev yemekleri satan Sami Özkurt, geçen on üç yıllık
süreçte on bir işyeri ve yüz seksen çalışana ulaşır. Ana ilkesi bellidir: Halka
lezzetli ve ucuz, geleneksel yemekler yedirmek.
Şahidiz
zinhar. Bunu da başarmıştır.
***
Bir
gün ulusal bir kanala haber olur yaptıkları. Oradan çağrıda bulunur: “Türkiye’nin
neresinde olursanız olun, benzer işi yapmak isteyenler gelsin, ücretsiz eğitim
vereceğim. Bu sistemi yaygınlaştıralım.”
Sami
Özkurt’un bu çağrısı yankı bulur. İstanbul, Ankara, Kayseri, Maraş, Kastamonu,
Rize, Bolu, Antalya, Urfa, Çorum… On kadar şehirden girişimciler, aşçılarını
alıp bir haftalığına Adapazarı’na gelirler. Sami Özkurt, onlara bir hafta ücret
almadan dersler verir. Dönerler şehirlerine, benzer yöntemle onlar da açarlar.
Bir de istirhamları vardır: “İşyerimizin adını da sen ver lütfen!”
“Altınkepçe”,
“Altınkaşık”, “Altıntabak” isimlerine rastlarsanız, biliniz ki Sami Özkurt
sayesindedir. Özkurt, “Âlimler bilginin de zekâtı olduğunu söylerler. Ben de
zekâtımı, tecrübemi paylaşarak verdiğime inanıyorum” diyor.
***
On
bir ayrı iş yerinde yüz seksen personelle günde ortalama dokuz bin kişiye yemek
yediren yatırımcı Sami Özkurt’a başarısının sırrını sordum, “Üç şey” diye
açıkladı: “Bir: Bankaya girmem, kredi kullanmam; faiz bulaştırmadım işime. Bu
da bana bereket getirdi. İki: Müşteriyi hiç kandırmadım. Bütün malzemelerim sıhhatlidir.
İnsan sağlığına zarar veren, kendi yemediğim hiçbir malzemeyi kullanmadım,
kullanmam. Üç: Yemek piyasası, her maliyeti koyduktan sonra yüzde yüz kârla
çalışır. Ben yüzde yirmi kâr oranıyla çalışıyorum. Yani fiyat felsefem şöyle:
Cumhuriyet Savcısının eşi ve arkadaşlarının yan masasında belediye işçisi de
ailesini alıp yemek yemeli. Şükür, bunu da başardım.”
Şimdi
bir hayâli var ellisine basan bu yakışıklı delikanlının: Bir vakıf kurmak ve
yetimleri, öksüzleri bulup bu mesleği öğretmek, onları eğitip işyeri sahibi
yapmak. Onlarla beraber seksen bir ile açılmak.
Ne
diyelim, Allah muradına eriştirsin Sami kardeş!
Son
bir söz: Sami Özkurt’un hikâyesi büyük bir başarı hikâyesi olduğu için
yazılmadı sadece, kazandığının önemli bir kısmını fakir fukara ve yetim öksüzü
doyurmaya ayırdığı için de yazıldı. Ve üçüncü bir sebepten de: Türk gençliğini,
fast-foodlarda hamburger ve pizza tiryakiliğine karşı sulu yemekle, gelenekle
korumak, aslını, özünü unutturmamak.
Özetle,
Sami Özkurt’un direnişi, hamburgere karşı kuru fasulye-pilavın direnişidir.
Bunu da başarmıştır, el-hak!
Sami
Özkurt, hamburgerin pabucunu dama atan adamdır. Böyle biline!