Salgın, afet ve toplumsal kaygının izdüşümü

Tüm tedbir ve akılcı yaklaşımlardan sonra bile maruz kalınan bir acı, İlâhî takdirdir. Tedbirsizlikten başa gelen dert, her şeye rağmen başa gelen dertten daha acı vericidir. Hem tedbirsizlik, hem tevekkülsüzlük, hem de panik hâli ile baş gösteren akıl-dışılık sonucu başa gelen dert ise, tüm sayılan dertlerin en katmerlisidir.

ACININ ve kaygının yerçekiminde bir karşılığı yok! Ağırlık ölçü birimlerinin tamamını kullansak ve denk geldiği ifadeyi arasak da bulamayız. Acı ve kaygıyı ölçümlemede, madde miktarını niceliksel değerlerle ifade edebileceğimiz bir kütle hesabından da bahsetmek olanaklı görünmüyor. Fakat şimdi deseler “Acının varlığını en tanıdık rakamlarla ifade et” diye, formüle edilemeyen çapraşık bir sonuca kefil olabilirim.

Fakat acının artış grafiğinde belirgin bir düzen işliyor. Öncelikle söyleyebilirim ki, “acı” kavramında aritmetik bir artış yok! Acı; yayıldıkça katlanan, uğradığı her adreste kendisiyle çarpılarak çoğalan bir veriyle karşılıyor bizi. Meselâ “1” acı “1” acıysa, “bin” acı “100 bin” acının etkisine denk düşüyor.

Aslında bu denklik, bir dönüşümle kendini gösteriyor. Acının bu geometrik artış seyri, başka bir duyguya evriliyor; bu deformasyondan önce “bin” olarak ölçülen acı miktarında hissedilen kaygı “100 bin”ken, artan acı miktarının meydana getirdiği mutant duygu yani “kaygı, korku” ve benzeri ile toplam etki milyonlarla ifade ediliyor.

1 acı sıklıkla 1’de kalıyor. Kimse 1 acının milyona denk düşen etki alanından bahsedemez. İçinde mutasyona uğramış hâlleriyle; korku, kaygı ve panik gibi çeşitli duyguları da barındırsa, taş çatlasa 10’u bulur. Sınırları zorlayan bir sonuç olur ama bir veri olarak yine de kenarda tutabiliriz.

Toplu ölüm acısının yol haritası

Toplu acılarda ve kaygılarda, yayılarak artan, arttıkça çeşitlenen ve her yeni türden bambaşka hâllerin vuku bulduğu bir doğurganlık mevcût. Bunu sadece bir acıyla denk düşme endişesi olarak açıklamak da yeterli değil. Burada, insanın kaygı durumunda ve olayı alış şeklinde yeni bir zihin sisteminin oluştuğunu fark etmek olası…

Salgın ve afet gibi ölçülebilen verilerin, ölçümlenemeyen fakat bir o kadar yüklü duyguları filizlendirmesinden bahsediyorum.

Bir yıkıcı ve tahrip edici durum karşısında etkilenen kişi sayısı arttıkça, etkilenenlerden etkilenen sayısı katlana katlana büyüyor. Fakat ilk etki alanıyla son etki alanı arasında büyük bir ayrım var. Ama bu makas ne kadar açılsa da başladığı yere dönmesi an meselesi…   

Seller, salgınlar, depremler ve tüm toplu ölüm/hastalık gibi hâllerin ilk yayılımcı etkisi, o güne kadar çok rağbet görmeyen “Bana da olabilir!” korkusu… O en uğrak, en kullanışlı ve konforlu “Bana bir şey olmaz!” kanaatinin yerini “olabilirlik” ihtimâli almaya başladığında, yeni bir duyguyla daha müşerref oluyoruz. Bu, silsile hâlinde büyüyecek ve farklı hissedişlerle yayılmaya devam edecek olan yeni duygunun adı, “kaygı”… Kaygının yayıla yayıla evrimleşecek olması da kaçınılmaz. Kaygının doz aşımının sonucunda gün yüzü görmeye başlayan bir başka hissediş, “panik”… İşte buradan sonra güzergâhımızda bir çatallanmayla karşılaşıyoruz.

Birden fazla kişinin can evine düşen acı, ihtimâl hesapları ve istatistikî bilgiler ışığında “Bana bir şey olmaz”cıları “Bana da olabilir” rütbesine yükseltirken, hızla yayılan bir kaygı salgını başlıyor. Ortamda kaygılanan kişi sayısı arttıkça o vasatta oluşan kargaşanın ve felâket tellallığının karşılığı olan duygu ise panik… Panikten sonraki çatallaşmada ise çok sayıda hâl bildirimi yapmak mümkün. Panikle paniğe sürükleyenler, panikle kendini hasta edenler, panikle hatâ yapanlar ve benzeri… Bu çoğaltılabilir netîcelerin devamında ise aşırı stres veya akıl tutulmasıyla devam eden hatâlar silsilesi yeni acılara, hastalıklara ve en nihâyetinde ölümlere kadar varan bir başka tablo oluşturuyor. Bir toplu ölümle başlayan duygu üretimleri, gerçek “acı”dan daha etkili bir “acı duyma endişesiyle düşülen panik hâli”ne dönüşüyor. Başlangıç ve varış adresleri bir hayli farklı. Fakat inşâ edilen bu kaos ortamı, farklı yollardan da olsa yine başlangıç noktasına, ölüme ve onun yarattığı acıya sebep olarak özüne dönüşü tamamlamış oluyor.

Büyük yıkıcı etkiye sahip toplumsal bir olay sonucu (deprem, yangın, sel, salgın ve benzeri) etkilenenler, engel olması düşük ihtimâlli, -sıklıkla- beklenmedik bir acıya dûçar olurken, yayılan duyguların çeşitlene çeşitlene başka acıları meydana getirmesi, akılla, engellenebilir bir potansiyel taşıyor aslında…

Bir toplu ölüm ve hastalık ihtimâlinden uzak durmanın yegâne yolu, tedbirdir. Tedbir almanın kesin kurtuluş garantisi olmamakla birlikte, bu, kurtuluşa giden en kesin yoldur. Tüm tedbir ve akılcı yaklaşımlardan sonra bile maruz kalınan bir acı, İlâhî takdirdir. Tedbirsizlikten başa gelen dert, her şeye rağmen başa gelen dertten daha acı vericidir. Hem tedbirsizlik, hem tevekkülsüzlük, hem de panik hâli ile baş gösteren akıl-dışılık sonucu başa gelen dert ise, tüm sayılan dertlerin en katmerlisidir.


Çok merkezli acılarda toplumsal transformasyon

Bütün menfi durumların tanımını “acı” kavramı üzerinden yapıyor olmam, bedenî ve ruhî hasarların az ya da çok acı veriyor olması… Bu hasar, insanın görülebilen ve duyulabilen organizması üzerinde oluşabileceği gibi, bazen sezilen ama elle tutulamayan his dünyasında da gerçekleşmiş olabilir.

Bir kısım insanın direkt, daha büyük bir çoğunluğun dolaylı etki alanına giren her bir elim durum, pek çok algı türeviyle karşılanıyor. Kimi zaman merhamet duygusunu atağa geçiren bu durumlar, ben merkezli bireylerde kendi küçük dünyasını koruma içgüdüsünden öteye geçemiyor. Bazı ruh hâllerinde ise bu durum daha da karmaşık bir sahne sergiliyor. Acılı kalplere merhametle bakan, kendi ve sevdikleri için endişelenen ve tüm bu buhranlı hâllerden dolayı çıkmaza düşen iç âlemler de yok değil.

Bir kısım insanla birlikte daha başka algıların, daha doğrusu “algısızlık”ların da mümkün olduğunu gözlemliyoruz. Bütün bu elim durumlar karşısında kendisi, yakın çevresi, yaşadığı toplum ve bağlı olduğu milliyet adına hiçbir endişe ve sorumluluk taşımayanlar var. Bu ilk bakışta, sanki sağlıklı bir ruh hâli izlenimi verebilir. Oysa tüm olumsuzluklardan çıkış yolu için son derece tehlikeli bir hissediş. Alınması gereken tedbirler, uyulması gereken kurallar, bu insan tipolojisinde etkisiz eleman! En kötüsü de, tüm vaziyetler karşısında sorumsuz insanların, sadece kendini riske atmakla kalmıyor oluşu… Hattâ daha çok da başkaları için yüksek risk potansiyeli taşıyor olmaları, durumu daha da adaletsiz ve kontrol edilemez bir hâle dönüştürüyor.

“Toplum” dediğimiz güçlü ve yüksek nicelikli varlığın bir başka segmentinde de işler başka yürüyor. Korku, kaygı ve tüm olasılıkların farkındalığıyla aşırı bir tedbir hâli, bunun sonucunda da tüm yaşamsal rutinlerin rafa kaldırılması gündeme geliyor. Böylesi bir hayatî kısıtlanışla, kişide zamanla öfke duygusu ayyuka çıkıyor. Bir sorumlu arıyor ve ilk bulduğu adres, devletin yönetici birimleri oluyor. Sonra sağlık çalışanları, güvenlik görevlileri, konu komşu… Kendi icat ettiği bu esaret ortamında, suçluyu en yüksekten en aşağı kademeye kadar bulduğu tüm adreslerde arıyor. Böylece memleketine ve çevresine küsen bir grup daha, toplumun bir iç organı olarak yerini alıyor.

Bahsini ettiğim, en genel hâller… Kimi sorumsuz, kimi aşırı sorumlu, kimi empatik, kimi vurdumduymaz, kimi kaygılı, kimi sakin… Tüm bu toplumsal girdiler, toplum vücûdunda bir transformasyon meydana getiriyor.

Herkesin aynı tepki oranında buluşmasını elbette bekleyemeyiz. Ama en azından büyük bir çoğunluğu aynı akıl yolunda birleştirmek, toplum ve birey refahı adına oldukça ehemmiyetli!

Ve…

Son virajda, “Covid-19” adlı bir düşmanla büyük kayıplar ve acılar yaşamaktayız. Bir yerlerde normal rutinine devam etmeye meyilli insanlar durumu biraz zorlu hâle getirirken, bir yanda bu süreçte can kayıplarıyla birlikte kalbini acılara emanet eden insanlar…

Evet, sanırım “toplum” analizlerinde vasatî bir genelleme yapabilmenin yolu, iki uç duygunun tespiti ve bu iki uç arasında meydana gelen dalgalanmaların keşfi olmalı!

En sırlı ama en kıymetli karşılık şudur ki; insan ölümü hatırladıkça ve kendi hatâlarının analizini dürüstçe yapıp daha iyi bir insan olmak gayesi taşıdıkça, eşref-i mahlûkat şerefine nail olacaktır. 

Koronavirüsle birlikte iki sinir ucunun, hududu oluşturduğundan bahsedebiliriz. Ölenler ve ölenlerin yakınları toplum dönüşümünde bir hududu meydana getiriyor. Diğer hudutta da hiçbir şey olmamış ve olmayacakmış gibi yaşamaya devam edenler bulunuyor. Bu iki uç nokta arasında da çeşitli gruplar, farklı bir organ faaliyeti sergiliyor.

Tüm odaklar, iç organlar ve hudut noktalarıyla birlikte yeni ve lâtif sentezlerimiz de yok değil. Bunlardan biri, azgınlığın yerine azlığa kanaat… İsyanın yerini şükre bırakması da bir diğer güzellik olarak akıllarda kalabilir. Daha fazla mânevî âlemle meşguliyet, sanırım karantina günlerinin “mekanik” uğraşlarından biri… Evet, sıklıkla düşünmeden ve karar verme yetkisi olmaksızın bir mâneviyat meşguliyetinin nabız atışlarını duyar gibiyiz. Fakat bu istemsiz yönelim, sürecin bitiminde bile devam edebilecek uyanışlara gebe.

İnsanın mânevî değerlere dönüş süreci aileden başlar. Ailesine dönüp bakma fırsatı buldukça insan, onu verene, onu Yaradan’a karşı da daha rikkatli bir duruşa sahip olmaya başlayabiliyor. Reelde bir nefeslik mesafede duran “ölüm”, millerce uzaklardan kulağa çalınan bir davul sesi itibarı görmekle kalıyor. Fakat böyle, acı değeri yüksek ve etki alanı geniş toplumsal kayıplarda, “ölüm” daha yakından, daha derinden hissedilmeye başlanıyor. Bu asla olumsuz bir durum tanımı değil. Ölümü yakînen hissetmek, insanın kendini bir teraziye koymasına ve bu ölçüm işinde daha hakkaniyetli olmasına da vesîle oluyor.

Çok zaman kendimizi irdelemeye durduğumuz o muhasebe saatlerinde, tartının kefelerinde adaletsizlik yaptığımız vakidir. Kendi hatâ ve kusurlarımızı bir kefeye koyarken cimri; hoşa gidebilecek, insan sıfatına lâyık olduğumuzu hissettirecek yanlarımızı terazinin diğer gözüne koyarken oldukça cömert olabiliyoruz. Bunun sonucunda da daha iyiye erişmede, yanlış bir yol haritası belirleyerek hesabı kapatıyoruz.

Fakat toplu ölüm ve acılarda bu dengeler de değişiyor. Ölümü yakın bulan iç âlemimiz, kendini tartmada daha özenli davranıyor. Çünkü bütün akıllar idrak etmese, bütün diller zikretmese, bütün meclislerde görüşülmese de bütün kalplerin bildiği bir gerçek var ki, Kirâmen Kâtibîn’de hatâlı hesap olmaz. Öyleyse ona en yakın, olabilecek en denk hesabı dünya hayatında yapabilmek ve hatâları doğruya dönüştürmek daha bir önem kazanıyor. 

Şimdi düşününce toplumda kendini irdeleyen ve düzelmeye gayret eden insan sayısındaki artış, toplum karakterinde ve saygınlığında büyük bir yankı uyandırıyor olsa gerek. Daha fazla tabiata saygı, daha fazla insana saygı ve daha fazla toprağa hürmetle büyüyen bir hassasiyet ordusu kuruyoruz böyle zamanlarda… Bunun kalıcı olmasında da çok memnuniyet vermeyecek bir kıstas var.

“Maalesef” diyerek belirteyim ki, insan hâlleri arasında hep çocuk kalan bir yön var. İnsan iyiye, güzele meylettikçe bir karşılık bulma içgüdüsüne de mahkûm oluyor. Uslu duran çocuğa verilen şekerin veya çikolatanın motivasyonundan farklı değil aslında. Aşırısı çıkar hesabına girer elbette ama bir noktaya kadar çocuksu ve masum bir beklenti olarak kabul edilebilir. Fakat bu durumu “esef ile beraber” anıyor olmamdaki maksat şu: İnsan, hayır ve güzellikler yaparken bir karşılık bulma ümidine düştükçe, yetersizlik duygusuyla karşılaşıyor. Toplumda faydalı bir birey oldukça, toplumdan farklı bir enerji beklentisine düşüyor. İşte tüm iyiye gidişlerin kalıcılığına mâni olan duygu bu! Çünkü iyi ve takdir edilesi davranışların çok belirgin karşılıkları -her zaman için- yoktur. Varsa da bazen çok ince bir bakış açısıyla görülebilecek kadar sırlıdır.

En sırlı ama en kıymetli karşılık şudur ki; insan ölümü hatırladıkça ve kendi hatâlarının analizini dürüstçe yapıp daha iyi bir insan olmak gayesi taşıdıkça, eşref-i mahlûkat şerefine nail olacaktır. Ayrıca elbette daha fazla saygı ve sevgiyle de karşılaşacaktır. Fakat bunu zamanla keşfetmesi, bu yoldan çabuk dönmesine neden olabiliyor.

 

Ahlâk ve tüm yaratılmışa hayırla muamele etme hâli, ilk bakışta büyük itina gerektiren bir alan gibi algılanabilir. Aslında işin iç yüzü çok farklı… İnsanın arayıp bulamadığı o mânevî tatmin duygusu, tam da bu hâllerde gizli! Verdikçe, sevdikçe, emek sarf ettikçe insan, o mânevî tatmin duygusunu tatmaya başlıyor. Sonra yine bir haksızlık, yine bir hüzün karşısında bile daha güçlü bir duruşa sahip oluyor. Ama tüm bu geri dönüşler zamanla hissedilebilir hâle geldiğinden, o ilk iyiye dönüş kararında biraz ısrarcılık elzem!

İşte tüm bu vahim gibi görünen durumların, bir de böyle tartılamayan güzelliklere neden olduğunu da inkâr edemeyiz. Elhamdülillah!

Kaygı ve panikten kurtulmak

Gelelim şu iki sinsi, zaman katili, akıl düşmanı, kalp yangını, davetsiz ve teklifsiz iç âlem misafirlerine… Çok sıfatlı bir denklem kurdum, farkındayım. Fakat kaygı ve panik adlı, sinir sisteminde hasar bırakan bu sahte duygular, bazen insan organizmasında görevli bir organ gibi sektesiz çalışırlar. 

Kaygının iki çalışma şekli vardır: Biri çok bilmekle, biri de hiç bilmemekle başlar. Bir salgın sürecinde, virüs ve yayılma şekli, onun insan vücûdunda olası tahribatları, tedavi şekilleri ve tüm diğer ihtimâller hakkında çok şey bilmek, aşırı bir kaygı taşımaya sebebiyet verir. Bunun tam aksinde; hakkında hiçbir şey bilmediği ve “Ne yapmalı, ne gibi tedbirler alınmalı?” gibi sorulara cevap veremeyecek kadar düşük bir yetkinlikte de karşımızda yine nur topu gibi bir kaygı hâli vuku bulacaktır. Bu ahvalde en kârlı olanlar, virüsün kendini çok tanımadan, yapması gereken en elzem hareketleri bilip uygulayan insanlardır. Onlar, en riskli davranışları hayatlarından çıkarır, fakat düşük ihtimâlli risklerle kafayı bozmazlar.

Evet, bu da kaygıdan uzak durmada akılcı bir yoldur. Fakat her detayı bilirken ya da hiçbir şey bilmezken de kaygıyı en aza indirgemek mümkün.

Bir şey başa gelene kadar, başa gelme ihtimâli vardır fakat çok büyük bir risk de değildir. Önce bunu bir sindirmeli. Her tabiî afetle ve hastalık yayan organizmalarla karşılaşma ihtimâliz bulunuyor, doğru. Burada yapılması gereken şey, o duruma karşı olabildiğince tedbirli davranmak ve yetkili birimlerden gelen uyarıları dikkate almaktır. Tedbirin dışında kalan bir saha daha vardır fakat… İnsanın tüm risk hesaplamaları, başına gelecek her bir durumdan kurtuluş yolunu bulmada yeterli değildir. Ama gereklidir. Toplumsal ve kitlesel zarar tehlikelerine karşı, toplumla birlikte hareket ederek, kendimize ve yaşadığımız çevreye karşı sorumluluklarımızı gerçekleştirmişiz demektir. Bundan sonra başa gelenlerde de en akla yatkın cümle, “Olacakla öleceğe çâre yok!”. Fakat bir dakika! Bu cümle ancak ve ancak yapılması gerekenleri yaptıktan sonra başa gelenler için söylenir.

Yoksa bir afet ve salgın ânında ve sürecinde, hiçbir kurala riayet etmeden bu cümleye sığınan bir zihin, en basitiyle “aptal”, en kötüsüyle “sorumsuz ve merhametsiz”dir. Merhametsiz mi? Evet, tam da merhametsiz!

Kendine gelebilecek bir zarardan korunmamaya karşı bir direnç göstermek, İslâm ahlâkında var olan, kendine zarar vermenin haram olması ciddiyetine karşı bir harekete geçmemek, insanı günahkâr yapar. Bununla birlikte, bir acının yayılmasında ve insanları etkilemesinde aracı olmak, bunu umursamaz tavırlarla yapmak, merhametsizliktir. İnsan, bazen yürüdüğü yola bile eğilip bakana denir! Karınca yuvası mı var? Taşı emekle delip de baş veren bir tomurcuk mu var? Bir böcek kafilesi mi geçiyor ayaklar altından? Tüm bunlara da rikkatle yaklaşmak gerekirken, bir salgında taşıyıcı ve dağıtıcı role girerken hiç düşünmemek, insan kârı olamaz! İnsanlık olamaz!

Akıl ve mantıkla bir yere kadar geldik sanırım. Fakat her şeyde ve her şerde olduğu gibi, tehlikeden, tehlike ihtimâlinden, başa gelen dertten ve kalbe düşen sızıdan kurtuluşun yegâne yolu, “Allah!” demektir. Şöyle kalpten bir “Allah!” deyişle insan, dünyevî sıkıntıların büyük bir kısmını bertaraf eder. Sonrasında iyi ve güzel amellerle kalbi olabildiğince genişletmektir. Kalp genişledikçe, kalbin aldığı “rahat” nefesler artar vesselâm…