Sait Faik’in hayatından ilginç kesitler

Sait Faik Abasıyanık, hayatı boyunca hiç Anadolu’ya gitmemiştir. Anadolu insanını İstanbul’da gördüğü kadarıyla tanımıştır. Anadolu’dan İstanbul’a yeni gelen insanların şaşkınlığı ve acemiliği daima dikkatini çekmiştir.

EDEBİYAT tarihimizde önemli hikâyeciler arasında yer alan ve okullarda yıllardan beri övgüsü ve reklâmı yapılan Sait Faik Abasıyanık nasıl bir kişiliğe sahipti? Yaşantısı boyunca neler yaptı?

Bu yazıda Sait Faik’in hikâyeciliği üzerinde durmayacağım. Onun hikâyeciliği, ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Bu yüzden onun kişiliğinden ve yaşantısından ilginç kesitler sunmak istiyorum.

1906 yılında Adapazarı’nda doğan Sait Faik, ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğuydu. İlköğrenimini Rehber-i Terakki Okulu’nda yapmış, ortaöğrenimi için İstanbul Erkek Lisesi’ne kaydolmuştur. Onuncu sınıfa giderken Arapça öğretmeninin minderine iğne koymak suçundan sınıftaki arkadaşlarıyla beraber Bursa’ya sürgün edilmiştir. 1928 yılında, 22 yaşında iken bu liseyi bitirmiş ve İstanbul’a dönmüştür. Bir süre Edebiyat Fakültesi’ne devam etmiş fakat yarıda bırakmıştır. Ekonomi öğrenimi için 1931 yılında İsviçre’ye gitmiştir. Oradan da öğrenimini tamamlamadan dönmüştür.

İstanbul’a gelince babası ona zâhirecilik üzerine bir dükkân açmış, fakat ticarete yatkın olmadığı için dükkân iflâs etmiştir. Bir süre Halıcıoğlu’ndaki Ermeni Yetim Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yapan Sait Faik, öğretmenliğe de alışamamış ve buradan da ayrılmıştır. Bir gazeteye adlî muhabir olarak girmiş, fakat bu işi de beğenmeyerek ayrılmıştır.

1938 ve 1951 yıllarında iki kez Fransa’ya gitmiştir. Fazla kalmamış, gidişi ile dönüşü bir olmuştur. Babasının ölümüyle bir servete kavuşan Sait Faik, hiçbir işte çalışmadan gönlünce yaşamış, gününü gün etmiştir. Ömrünün son yıllarında siroz hastalığına yakalanmış, sinirli durumu artmış, çok sevdiği İstanbul’dan nefret ettiği anlar olmuştur: “Şöyle bakıyorum şehre de yeşil yeşil bir şey geçiyor içimden. Su mu, çayırlık mı? Değil. Yeşil bir şey, zehir yeşili bir şey… Köpek leşi gibi uyuyor şehir. Yok, değil, öyle değil… Köpek leşi, kokusu yönünden iğrenç, yoksa ölmüş bir köpekten, kırılmış bir çocuk oyuncağının hüznünden başka tatsız ne vardır? Koku cihetinden öyle bu şehir? Pis şehir bu. Alabildiğine piş şehir…” (Söyledim Durdum, Mahalle Kahvesi)


Asabi Sait Faik

Sorumsuz yaşantı ve aşırı içki nedeniyle çok sarsılmıştı. Verilen perhize uymadığı için krizler geçirdiği oluyordu. 1954 yılında öldü.

Arkadaşları onun son zamanlarını şöyle anlatıyorlar: “İçkiye müptela olmuştu. Çok içiyordu. Sabahlara kadar meyhanelerde, sokaklarda dolaşıyor, uykusuz kalıyordu. Toplum kurallarını hiçe sayarcasına bağırarak küfrediyor, arkadaşlarının yüzüne karşı sövüyordu. Sinirliydi. En samimî arkadaşlarıyla bile bozuşuyor, günlerce konuşmuyordu.” 

Sait Faik, küçük yaşlardan beri toplum kurallarına alışmayan veya alışmak istemeyen bir yapıya sahiptir. Düzenli öğretimden, düzenli iş ve aile hayatından sürekli kaçmıştır. Arkadaşları Sait Faik’in çok okumadığını, derin bir kültürünün olmadığını anlatmışlardır. En iyi bildiği şeyse balık adlarıdır. Bütün balık çeşitlerinin adlarını bildiği söyleniyor. Balıkçılığı ve denize özel bir merakı olduğu hikâyelerinden de anlaşılmaktadır.

Sait Faik, bir ideoloji adamı değildir. Gelip geçici duygulara ve günlük zevklere önem vermiştir. Vurguncu ve sömürücü insanları sevmemiştir. O daha çok, toplumun alt tabakasındaki insanların iç dünyaları ve yaşantıları üzerinde durmuştur. Balıkçılar, çıraklar, kahveciler, boş gezenler, hafif meşrep kadınlar, çingeneler, Rum meyhaneleri, sarhoşlar ve garsonlar, hikâyelerinde sıkça rastladığımız kişilerdir. Dostlarından çoğu Rum veya diğer azınlıklardandır.

Sait Faik’in dünya anlayışını kendi cümlelerinden aktaralım:

Kibar zümreyi hiç kaleme almazsınız, niçin?

Kibar zümreyi hiç sevmem de ondan… Bana öyle gelir ki onlar, yaşamaktan zevk almazlar. Yaşamaktan zevk alanları severim ben. Yaşamalı bu dünyada…

Sizce yaşamak nedir?

Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak… Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün… İşte ben böyle hayattan zevk alırım, buna ‘yaşamak’ derim!” (Gülen Erdal, İzlerimiz-1954)

Bir arkadaşı Sait Faik’e, “Şu deniz kenarından, Rumlardan, balıkçılardan, talihsizlerden kendini kurtarsana” demişti ve şu cevabı almıştı: “İstanbul’da yaşıyorum ve İstanbul bu saydıklarındır.”

Yaşar Nabi, onun Beyoğlu gece hayatını nasıl iyi bildiğini şöyle anlatıyor: “İstanbul gece hayatını en âdî ve en bayağı kademelerini evi gibi tanırdı. Herkesi tanıyor, bir garson veya zevk kızıyla merhabalaşıyor, onlarla şakalaşmasını, kendini kimseye yadırgatmamasını biliyordu.”

Sait Faik’in ilginç bir kişiliği olduğunu söylemiştik. Kendisiyle yapılan bir ankette soruları şöyle cevaplamıştır:

Devlet adamı olarak kimi beğenirsiniz?

Hiç kimseyi beğenmiyorum.

Takdir ettiğiniz parlamenter kimdir?

Bilmiyorum.

Beğendiğiniz başyazar kimdir?

Hiçbirini sevmem.

Sahne sanatkârı?

Hiçbirini dinlemem. En korkuncu, Celal Şahin!” (İnci Mecmuası, 29 Aralık 1952)

Sait Faik Abasıyanık, hayatı boyunca hiç Anadolu’ya gitmemiştir. Anadolu insanını İstanbul’da gördüğü kadarıyla tanımıştır. Anadolu’dan İstanbul’a yeni gelen insanların şaşkınlığı ve acemiliği daima dikkatini çekmiştir.