“FAHRİ, bu şair kim,
anlatır mısın bana? Ne büyük şöhretmiş böyle! Hem de ne güzel insan! Niye
tanımıyorum ben bunu peki?”
Bu
sözler, Vali Hasan Duruer’in himmetiyle bu fakirin organizasyonu olan Akademi-Mardin’in
açılış töreni sırasında, 10 Aralık 2010 tarihinde Mardin’de, ünlü fotoğraf
sanatçısı İbrahim Zaman’a ait.
Mardin
ve ilçelerindeki liselerden en yetenekli ve zeki, edebiyata ve güzel sanatlara
yatkın kırk genci ayda iki kere toplayacak ve ülkemizin tanınmış yazar ve
sanatçılarıyla üçer saat süreyle buluşturacak ve kaynaştıracaktık. Ufuk açma, vizyon
geliştirme çabamızdı Güneydoğulu gençler için. Hasan Bey’in merkeze alındığı 25
Mart’a kadar on altı sanatçılık sekiz buluşma gerçekleştirmiştik. Sonra kadük olmuş
duyduğumuza göre.
İşte
bu organizasyonun ilkinde, Güzel Sanatlar Atölyesi için davet ettiğimiz Türk
fotoğrafının ünlü ve büyük ustası İbrahim Zaman, Türk şiirinin ünlü ve büyük
ustası için söylüyordu bana bu sözleri. Bir başka değerli fotoğraf sanatçısı
Servet Sezgin de şahitti bu sözlere. “Şair Nurullah Genç, ağabey!” diye
cevapladım.
***
Mithat
Cemal, “Mehmet Akif” adlı o meşhur biyografik kitabında, “Akif, büyük bir şair
olduğunu bilmeden yaşadı” der; sade, gösterişsiz, mütevazı yaşadığı için merhum.
Bizim
Nurullah Genç’imiz tam da böyledir!
Akif,
büyük bir şair olduğunu biliyordu elbette. Rabbim uzun ömürler versin, Nurullah
da biliyor şöhretini, değerini, önemini. İkisinin de kendilerini bildiklerinden
ne şüphe! Ama esas olan, önemli olan, “bildiği hâlde bilmiyormuş gibi samimi,
sade, gösterişsiz yaşayabilmek”. Bunu başarabilen az sayıda adamdan biridir
Nurullah Genç.
Modernitenin
çağdaş putları olan para, şöhret, güç, makam, hava gibi sapkınlıklarla alâkası
olmayan adamdır Nurullah. Atmıyorum, en az beş kere, on kere, yirmi kere
yaşadığımdan, şahit olduğumdan, bildiğimden konuşuyorum.
***
Yukarıdaki
soru-cevabın devamını merak ettiğinizi biliyorum, söyleyeyim. “İbrahim Ağabey,
sizin dünyalarınız farklı! Edebiyatla ilginiz az olunca bu sonuç olağandır”
deyip ortalığı sakinleştirdim. Kırk sekiz saat beraberdik Mardin’de dört
silahşor; yani İbrahim Zaman, Nurullah Genç, Servet Sezgin ve bendeniz. Vali
Hasan Duruer, her zamanki gibi işlerinden vakit buldukça eşlik etti, ev
sahipliği yaptı bizlere. Âdeta bir açık hava müzesi olan Eski Mardin’i soluduk
her birlikte iki gün. Dara’ya gittik, Deyr’ul-Zaferan’ı ziyaret ettik; insanı âdeta
Orta Çağ iklimine götüren abbaralı sokaklarında dolaştık, akşamları tarihî
evlerin tahtlarından “deniz seyrettik”. Güzellik, estetik ve egzotizm
karşısında âdeta nefesimiz kesildi, mutluluk sarhoşuyduk.
İbrahim
Ağabey bir şeye daha çok şaşırdı o gün. Ünlü şair Nurullah Genç, kendisini çok
yakından biliyor, tanıyor, sorular soruyordu. Çünkü bizim Nurullah, son beş yıldır
fotoğrafa gönül vermişti; Sabit Kalfagil, İzzet Keribar, Hüsnü Gürsel, İbrahim
Zaman ve Ara Güler gibi ustaları katalog katalog, fotoğraf fotoğraf, kadraj
kadraj çalışmış, analiz etmiş, zihnine hıfzetmişti. Bu hem şaşırttı, hem
keyiflendirdi Koca Usta’yı.
Aralarında
çok güzel bir dostluk başladı o gün. Sonraki zamanlarda her ikisi de hep
sordular birbirlerini bana, takip ettiler. “Bizi buluştur İstanbul’da” dediler
sık sık.
Kızım
Ayşenur’un düğününde aynı masayı paylaştılar. Yetmedi, evlilik cüzdanı verme
töreninde birer de konuşma yaptılar; sadece gençlerin ve bizlerin değil, tüm
misafirlerin gönüllerini şen ettiler anlattıklarıyla.
Evlilik
öyküsü dillere destandı Nurullah’ın gerçekten. Ama o öyküyü asıl güzel yapan,
ilginçliği kadar, hatta ilginçliğinden çok, Nurullah’ın anlatımıydı aslında; o
kadar samimi, o kadar duru ve o kadar beliğ anlatıyordu ki neyi anlatıyorsa, saatlerce
ağzı açık dinletebiliyordu kendisini.
Bir
düğünde anlatılabilecek en nefis, en komik, en iç açıcı öyküsünü anlattı
Nurullah, orada bulunan sevgili eşinden de izin alarak:
“Erzurumluyum
malûm. Erzurum’da okudum üniversiteyi. Mezun olunca ‘Kiminle evlenebilirim?’
diye bir liste oluşturdum. Yirmi kişiyi bulan bir liste… Eledim, eledim, beş
isme düşürdüm. İlk beşi sırasıyla yazdım: Ayşe, Fatma, şu, bu diye… Şimdi
bekliyorum. Önce beşinci sıradaki isim nişanlandı. ‘Eyvah!’ dedim. Sonra
birinci sıra sözlendi. ‘Eyvah!’ dedim gene. Üç ay kadar sonra üç numara da
nişanlanmasın mı? Eyvah ki eyvah!
Baktım
listede iki ile dördüncü sıra kaldı. Bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm.
Harekete geçmeliydim artık, kızlar birer birer evleniyor, kuş olup uçuyorlardı.
Şöyle bir ölçüp biçtim; gönlüm ikinci sıradaydı daha çok. El altından
araştırdım, soruşturdum. Dünürler gelmiş, babası verdi verecek İstanbul’a. Kızın
da pek gönlü yokmuş. Sevindim. Babası güçlü bir aşiretin reisi, ünlü de bir
hocaefendi çıktı. Ne yapalım, gideceğiz çaresiz. Takip etmeye başladım.
Bizim
Erzurum’un kahvehaneleri meşhurdur. O zaman daha da revaçta. Bir akşam hocaefendi,
yakınları ile birlikte bir kahvehanede oturuyor, amcaoğlumu da alıp gittim yanına,
‘Selâmünaleyküm’, ‘Ve aleykümselâm’, oturdum karşısına…
‘Siz
kızınızı İstanbul’a evlendirecekmişsiniz’ dedim, ‘Evet, düşünüyorum’ dedi.
‘Oraya vermeyin’ dedim, ‘Neden?’ dedi, ‘Mutsuz olur kızınız’ dedim, ‘Neden?’
dedi. ‘Uzak, hasretlik çeker’ dedim. ‘Alışır’ dedi. ‘Yok, alışamaz! Hem o damat
adayı pekiyi biri değil’ dedim, ‘Yok yok, iyiymiş! Hem sana ne be adam?’ dedi…
Hocaefendi
sinirlenmeye başlamıştı. ‘Hem gönlü olmayan bir kızı istemediği birine vermek
de dinen caiz değildir’ dedim. Karşısında yirmi beş yaşında var yok bir
delikanlı, ona âdeta akıl veriyordu. Hocaefendinin çevresinde karizması o biçim;
‘Bir işaret etse de şu densiz delikanlıyı bir güzel dövsek’ diye bakıyorlar
oturanlar, hissediyorum bunu.
Düşündü,
düşündü hocaefendi, ‘İyi! Peki, o zaman kime vereyim kızı?’ diye öfkeyle ayağa
kalktı, ‘Bana verin!’ dedim ayağa kalkarak. ‘Sen de kimsin be adam?’ diye
bağırınca dayak yemek vacip oldu artık, anladım onu. ‘Amcaoğlu kaç!’ diye
bağırdım, kurşun gibi fırladım kahvehaneden dışarı. Amcaoğlum da. Biz önde,
hocaefendinin adamları arkamızda. Nasıl yağmur yağıyor! Sokak lâmbalarının
ışığında âdeta maraton koşuyoruz.
Derken
hiç beklemediğim bir şey oldu, birden elektrikler kesildi. O zamanlar hemen her
akşam elektrik tasarrufu olurdu. Herhâlde ondan olacak, elektrikler
kesiliverdi. Kalakaldılar adamlar karanlıkta. Biz son sürat koşmaya devam tabiî.
Adamlar bir süre sonra peşimizi kaybettiler. Derken, karanlık sayesinde
adamlardan kurtulduk ama bu sefer de bir dereye düştük. Belimize kadar suyun
içindeyiz, bir yandan sicim gibi yağmur yağıyor. Neticede dayaktan kurtulduk.
Sonra
o hocaefendi beni araştırmış, soruşturmuş, ‘Gelsin, istesin’ diye haber
göndermiş. Gittik, istedik, verdi. Evlendik. Otuz yıllık mutlu bir evliliğim
var, çok şükür!”
Tevazuun,
içtenliğin, vefanın kitabını yazan adamdır Nurullah Genç. Samimiyetin de.
Olduğu gibi adamdır. “Kendisi olan” ve hep “kendisi kalan”…
Çankırı’dan
Edirne’ye, Mardin’den Bolu’ya, Malatya’dan Dilovası’na, Aksaray’dan Taraklı’ya,
nereye davet etmişsem, sadece takvimine bakmıştır “Ne gün gelebilirim?” diye.
Ne para sorar, ne pul. Ne kurum sorar, ne salon. Davet ederseniz gelir. En
iyisini, en canlısını, en heyecanlısını yaşatır ortama. O bir yerdeyse, orada
neşe vardır, huzur vardır, umut vardır; işler kolaylaşır, güzelleşir
bereketlenir. Profesör unvanını da hatırlamaz, SPK üyeliğini de bilmez, Merkez Bankası
yöneticiliği de sadece “hizmet alanı”dır, o kadar!
Bir
gün -hiç istemediği hâlde- dekan olarak atanmıştı. Edirne günlerimdeydi. Aradım
“Nasıl gidiyor dekanlık?” diye. “Kötü aziz kardeşim!” dedi. “Neden?” dedim, “Mutsuz
ve huzursuzum” dedi. “Hayrola?” dedim, “Dün selâm vermeyen koca koca profesörler,
şimdi yoluma çıkıp ‘Bir emriniz var mı efendim?’ diye yılışıyorlar, her sabah
kapımı açan odacım ise benden on kat daha düzgün adam. Kafam karışık, mutsuzum,
istifa etmeyi düşünüyorum” dedi. Tam istifaya hazırlanırken SPK’ya (Sermaye
Piyasası Kurulu) atanması kurtardı onu.
Nurullah
Genç budur. Tam anlamıyla budur! Huzur veren adamdır. Tüm şöhretine rağmen “mahrem
ve münzevi” yaşar. Pelikan hüzünlü şairimiz o bizim. “Aziz kardeşim” sözü ona
çok yakışıyor. O da Türkiye’ye ve hayatımıza…
Aziz
kardeşimiz bizim!