Şair Nurullah Genç: “Mahrem ve münzevi” bir şöhretimiz

Çankırı’dan Edirne’ye, Mardin’den Bolu’ya, Malatya’dan Dilovası’na, Aksaray’dan Taraklı’ya, nereye davet etmişsem, sadece takvimine bakmıştır “Ne gün gelebilirim?” diye. Ne para sorar, ne pul. Ne kurum sorar, ne salon. Davet ederseniz gelir. En iyisini, en canlısını, en heyecanlısını yaşatır ortama. O bir yerdeyse, orada neşe vardır, huzur vardır, umut vardır; işler kolaylaşır, güzelleşir bereketlenir. Profesör unvanını da hatırlamaz, SPK üyeliğini de bilmez, Merkez Bankası yöneticiliği de sadece “hizmet alanı”dır, o kadar!

“FAHRİ, bu şair kim, anlatır mısın bana? Ne büyük şöhretmiş böyle! Hem de ne güzel insan! Niye tanımıyorum ben bunu peki?”

Bu sözler, Vali Hasan Duruer’in himmetiyle bu fakirin organizasyonu olan Akademi-Mardin’in açılış töreni sırasında, 10 Aralık 2010 tarihinde Mardin’de, ünlü fotoğraf sanatçısı İbrahim Zaman’a ait.

Mardin ve ilçelerindeki liselerden en yetenekli ve zeki, edebiyata ve güzel sanatlara yatkın kırk genci ayda iki kere toplayacak ve ülkemizin tanınmış yazar ve sanatçılarıyla üçer saat süreyle buluşturacak ve kaynaştıracaktık. Ufuk açma, vizyon geliştirme çabamızdı Güneydoğulu gençler için. Hasan Bey’in merkeze alındığı 25 Mart’a kadar on altı sanatçılık sekiz buluşma gerçekleştirmiştik. Sonra kadük olmuş duyduğumuza göre.

İşte bu organizasyonun ilkinde, Güzel Sanatlar Atölyesi için davet ettiğimiz Türk fotoğrafının ünlü ve büyük ustası İbrahim Zaman, Türk şiirinin ünlü ve büyük ustası için söylüyordu bana bu sözleri. Bir başka değerli fotoğraf sanatçısı Servet Sezgin de şahitti bu sözlere. “Şair Nurullah Genç, ağabey!” diye cevapladım.

***

Mithat Cemal, “Mehmet Akif” adlı o meşhur biyografik kitabında, “Akif, büyük bir şair olduğunu bilmeden yaşadı” der; sade, gösterişsiz, mütevazı yaşadığı için merhum.

Bizim Nurullah Genç’imiz tam da böyledir!

Akif, büyük bir şair olduğunu biliyordu elbette. Rabbim uzun ömürler versin, Nurullah da biliyor şöhretini, değerini, önemini. İkisinin de kendilerini bildiklerinden ne şüphe! Ama esas olan, önemli olan, “bildiği hâlde bilmiyormuş gibi samimi, sade, gösterişsiz yaşayabilmek”. Bunu başarabilen az sayıda adamdan biridir Nurullah Genç.

Modernitenin çağdaş putları olan para, şöhret, güç, makam, hava gibi sapkınlıklarla alâkası olmayan adamdır Nurullah. Atmıyorum, en az beş kere, on kere, yirmi kere yaşadığımdan, şahit olduğumdan, bildiğimden konuşuyorum.

***

Yukarıdaki soru-cevabın devamını merak ettiğinizi biliyorum, söyleyeyim. “İbrahim Ağabey, sizin dünyalarınız farklı! Edebiyatla ilginiz az olunca bu sonuç olağandır” deyip ortalığı sakinleştirdim. Kırk sekiz saat beraberdik Mardin’de dört silahşor; yani İbrahim Zaman, Nurullah Genç, Servet Sezgin ve bendeniz. Vali Hasan Duruer, her zamanki gibi işlerinden vakit buldukça eşlik etti, ev sahipliği yaptı bizlere. Âdeta bir açık hava müzesi olan Eski Mardin’i soluduk her birlikte iki gün. Dara’ya gittik, Deyr’ul-Zaferan’ı ziyaret ettik; insanı âdeta Orta Çağ iklimine götüren abbaralı sokaklarında dolaştık, akşamları tarihî evlerin tahtlarından “deniz seyrettik”. Güzellik, estetik ve egzotizm karşısında âdeta nefesimiz kesildi, mutluluk sarhoşuyduk.

İbrahim Ağabey bir şeye daha çok şaşırdı o gün. Ünlü şair Nurullah Genç, kendisini çok yakından biliyor, tanıyor, sorular soruyordu. Çünkü bizim Nurullah, son beş yıldır fotoğrafa gönül vermişti; Sabit Kalfagil, İzzet Keribar, Hüsnü Gürsel, İbrahim Zaman ve Ara Güler gibi ustaları katalog katalog, fotoğraf fotoğraf, kadraj kadraj çalışmış, analiz etmiş, zihnine hıfzetmişti. Bu hem şaşırttı, hem keyiflendirdi Koca Usta’yı. 

Aralarında çok güzel bir dostluk başladı o gün. Sonraki zamanlarda her ikisi de hep sordular birbirlerini bana, takip ettiler. “Bizi buluştur İstanbul’da” dediler sık sık.

Kızım Ayşenur’un düğününde aynı masayı paylaştılar. Yetmedi, evlilik cüzdanı verme töreninde birer de konuşma yaptılar; sadece gençlerin ve bizlerin değil, tüm misafirlerin gönüllerini şen ettiler anlattıklarıyla.


Evlilik öyküsü dillere destandı Nurullah’ın gerçekten. Ama o öyküyü asıl güzel yapan, ilginçliği kadar, hatta ilginçliğinden çok, Nurullah’ın anlatımıydı aslında; o kadar samimi, o kadar duru ve o kadar beliğ anlatıyordu ki neyi anlatıyorsa, saatlerce ağzı açık dinletebiliyordu kendisini.

Bir düğünde anlatılabilecek en nefis, en komik, en iç açıcı öyküsünü anlattı Nurullah, orada bulunan sevgili eşinden de izin alarak:

“Erzurumluyum malûm. Erzurum’da okudum üniversiteyi. Mezun olunca ‘Kiminle evlenebilirim?’ diye bir liste oluşturdum. Yirmi kişiyi bulan bir liste… Eledim, eledim, beş isme düşürdüm. İlk beşi sırasıyla yazdım: Ayşe, Fatma, şu, bu diye… Şimdi bekliyorum. Önce beşinci sıradaki isim nişanlandı. ‘Eyvah!’ dedim. Sonra birinci sıra sözlendi. ‘Eyvah!’ dedim gene. Üç ay kadar sonra üç numara da nişanlanmasın mı? Eyvah ki eyvah!

Baktım listede iki ile dördüncü sıra kaldı. Bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm. Harekete geçmeliydim artık, kızlar birer birer evleniyor, kuş olup uçuyorlardı. Şöyle bir ölçüp biçtim; gönlüm ikinci sıradaydı daha çok. El altından araştırdım, soruşturdum. Dünürler gelmiş, babası verdi verecek İstanbul’a. Kızın da pek gönlü yokmuş. Sevindim. Babası güçlü bir aşiretin reisi, ünlü de bir hocaefendi çıktı. Ne yapalım, gideceğiz çaresiz. Takip etmeye başladım.

Bizim Erzurum’un kahvehaneleri meşhurdur. O zaman daha da revaçta. Bir akşam hocaefendi, yakınları ile birlikte bir kahvehanede oturuyor, amcaoğlumu da alıp gittim yanına, ‘Selâmünaleyküm’, ‘Ve aleykümselâm’, oturdum karşısına…

‘Siz kızınızı İstanbul’a evlendirecekmişsiniz’ dedim, ‘Evet, düşünüyorum’ dedi. ‘Oraya vermeyin’ dedim, ‘Neden?’ dedi, ‘Mutsuz olur kızınız’ dedim, ‘Neden?’ dedi. ‘Uzak, hasretlik çeker’ dedim. ‘Alışır’ dedi. ‘Yok, alışamaz! Hem o damat adayı pekiyi biri değil’ dedim, ‘Yok yok, iyiymiş! Hem sana ne be adam?’ dedi…

Hocaefendi sinirlenmeye başlamıştı. ‘Hem gönlü olmayan bir kızı istemediği birine vermek de dinen caiz değildir’ dedim. Karşısında yirmi beş yaşında var yok bir delikanlı, ona âdeta akıl veriyordu. Hocaefendinin çevresinde karizması o biçim; ‘Bir işaret etse de şu densiz delikanlıyı bir güzel dövsek’ diye bakıyorlar oturanlar, hissediyorum bunu.

Düşündü, düşündü hocaefendi, ‘İyi! Peki, o zaman kime vereyim kızı?’ diye öfkeyle ayağa kalktı, ‘Bana verin!’ dedim ayağa kalkarak. ‘Sen de kimsin be adam?’ diye bağırınca dayak yemek vacip oldu artık, anladım onu. ‘Amcaoğlu kaç!’ diye bağırdım, kurşun gibi fırladım kahvehaneden dışarı. Amcaoğlum da. Biz önde, hocaefendinin adamları arkamızda. Nasıl yağmur yağıyor! Sokak lâmbalarının ışığında âdeta maraton koşuyoruz.

Derken hiç beklemediğim bir şey oldu, birden elektrikler kesildi. O zamanlar hemen her akşam elektrik tasarrufu olurdu. Herhâlde ondan olacak, elektrikler kesiliverdi. Kalakaldılar adamlar karanlıkta. Biz son sürat koşmaya devam tabiî. Adamlar bir süre sonra peşimizi kaybettiler. Derken, karanlık sayesinde adamlardan kurtulduk ama bu sefer de bir dereye düştük. Belimize kadar suyun içindeyiz, bir yandan sicim gibi yağmur yağıyor. Neticede dayaktan kurtulduk.

Sonra o hocaefendi beni araştırmış, soruşturmuş, ‘Gelsin, istesin’ diye haber göndermiş. Gittik, istedik, verdi. Evlendik. Otuz yıllık mutlu bir evliliğim var, çok şükür!”


Tevazuun, içtenliğin, vefanın kitabını yazan adamdır Nurullah Genç. Samimiyetin de. Olduğu gibi adamdır. “Kendisi olan” ve hep “kendisi kalan”…

Çankırı’dan Edirne’ye, Mardin’den Bolu’ya, Malatya’dan Dilovası’na, Aksaray’dan Taraklı’ya, nereye davet etmişsem, sadece takvimine bakmıştır “Ne gün gelebilirim?” diye. Ne para sorar, ne pul. Ne kurum sorar, ne salon. Davet ederseniz gelir. En iyisini, en canlısını, en heyecanlısını yaşatır ortama. O bir yerdeyse, orada neşe vardır, huzur vardır, umut vardır; işler kolaylaşır, güzelleşir bereketlenir. Profesör unvanını da hatırlamaz, SPK üyeliğini de bilmez, Merkez Bankası yöneticiliği de sadece “hizmet alanı”dır, o kadar!

Bir gün -hiç istemediği hâlde- dekan olarak atanmıştı. Edirne günlerimdeydi. Aradım “Nasıl gidiyor dekanlık?” diye. “Kötü aziz kardeşim!” dedi. “Neden?” dedim, “Mutsuz ve huzursuzum” dedi. “Hayrola?” dedim, “Dün selâm vermeyen koca koca profesörler, şimdi yoluma çıkıp ‘Bir emriniz var mı efendim?’ diye yılışıyorlar, her sabah kapımı açan odacım ise benden on kat daha düzgün adam. Kafam karışık, mutsuzum, istifa etmeyi düşünüyorum” dedi. Tam istifaya hazırlanırken SPK’ya (Sermaye Piyasası Kurulu) atanması kurtardı onu.

Nurullah Genç budur. Tam anlamıyla budur! Huzur veren adamdır. Tüm şöhretine rağmen “mahrem ve münzevi” yaşar. Pelikan hüzünlü şairimiz o bizim. “Aziz kardeşim” sözü ona çok yakışıyor. O da Türkiye’ye ve hayatımıza…

Aziz kardeşimiz bizim!