Sahte özgürlük

Konuşmuyor ama çok şey anlatıyordu. Barış, adalet, kardeşlik, zenginlik ve elbette özgürlük vaat ediyordu adına yaraşırcasına “özgürlük hanımefendisi”. Sessiz duruşuyla şöyle hükmediyordu: “Okyanusları aşıp yedi kıtadan gelen siz insancıklar, hepiniz benim çocuklarımsınız. Burada, benim meşalemin gölgesinde barış ve eşitlik içinde yaşayacaksınız kardeşçe…”

DÜŞLER ülkesinde gezinmeyen insanların gerçek dünyada başarıları çok azdır. Çünkü hayâller, hedeflere giden yolda atılan ilk adımlardır.

Hayatlarımızın yapıtaşlarını oluştururken düşlerimizle süsleriz zirveye giden yollarımızı. İnsanları ayakta tutan, hayâlleri, umutları ve inançlarıdır. Bir hayâl gerçek olur ve sımsıkı sarılırız hayata. Daha da cesur atarız adımlarımızı.

Güzel insanların güzel düşleri olur. Barış dolu bir dünya, aç kalmayan çocuklar, üşümeyen yürekler vardır onların rüyalarında. Ayaklarımız yerden kesilir, uçarız bulutların üzerinde özgürce. Bir masumun gözlerinde dalarız engin denizlere, yüzeriz “hak, hak” diye. Bahar gelir, gönüllerde açarız renk renk çiçek diye. Mazlumun çıkmayan sesi, esirin kanatları oluruz düşlerimizde. Haksızlığa karşı dimdik dururuz adilce.

Hâsılıkelâm, güzeldir hayâl gemisinde yolculuk yapmak. Serap rüzgârıyla savrulup düşler ülkesinde yol almak. Tâ ki rotamızı yâd eller belirleyene kadar… O eller ki, hiç öyle masum değiller. Mazlumun âhı üzerlerinde, masumun kanı onların ellerinde… İnsanın bedenini, emeğini, hayâllerini, üzerinde yaşadığı toprağı, aldığı havayı sömürür o eller. Yaşama dair, insanlara, insanlığa ait ne varsa kendine mâl etmiştir haksız ve hoyratça. Özgürlüğümüzü çalıp geleceğe dair hülyalarımıza gem vurmuştur o hâdsiz eller.

Son asır, artık sömürecek somut bir şey kalmayıncaya dek süren arsızlıkları masum halkların hayâllerine sıçradığı zamandır. Özgürlük seremonilerinin eşliğinde özgürce çalmakta ustalaşmış o yaban eller, hak, adalet, barış ve inançları fütursuzca çaldılar.

Onlar çaldıkça, bizlerin ellerinden hayâllerimizin özü ve saflığı kayıp gidince, maddî ve dünyevî isteklerle dolu bir kabuk kaldı elimizde. Hırs ve aç gözlülüklerini düşleri sanmaya başladık. Bedenlerimizi kurtarmaya çalışırken, ruhlarımızı kendi ellerimizle teslim ettik küresel güçlere. Maneviyatımızı bile maddeleştirip dünyevî sınırlara hapsettik. Güç, para ve hırs prangaları vurduk hayatlarımıza.

Âdemoğlu, inancın ve teslimiyetin özgürlüğünden mahrum bıraktı kendini. “Yeryüzü tanrıları” edindi. Rahmet ve merhametten yoksun, aciz tanrılar… Maddeye tamah eden ruhların esareti başladı ve işte ilk adım, orada atıldı: Sonsuz yüceliğin karşısında eğilmesi gereken başlar, bâtıl güce secde etti. Kula kulluğun esareti ile ruhun azabı başladı.

Ruhlarını vatanlarında bırakıp bedenleri zorla götürülen ataların torunları, ruhlarını satıp kendi ayakları ile gittiler efendilerinin huzuruna. Kıtalar geçildi, okyanuslar aşıldı. Heyecandan insanların yürekleri ellerinde attı. Daha karaya ayak basmadan dev bir güç karşıladı onları; antik çağların heybetli ve acımasız “sözde tanrıları”…

Konuşmuyor ama çok şey anlatıyordu. Barış, adalet, kardeşlik, zenginlik ve elbette özgürlük vaat ediyordu adına yaraşırcasına “özgürlük hanımefendisi”. Sessiz duruşuyla şöyle hükmediyordu: “Okyanusları aşıp yedi kıtadan gelen siz insancıklar, hepiniz benim çocuklarımsınız. Burada, benim meşalemin gölgesinde barış ve eşitlik içinde yaşayacaksınız kardeşçe…”

Ve diyordu ki aslında, “Benim gösterdiğim yolda ve istediğim şekilde yürüdüğünüz sürece güvendesiniz ve özgürsünüz. Bir zamanlar boyunlarınıza kendi ellerimle vurduğum ama şimdi ayaklarımın altında parçalanmış hâlde duran zincirler artık anlamsız. Onların yerini görünmez ve çok daha sağlam olanları aldı bile. Fark etmeseniz de o zincirlerdir sizi benim ayaklarıma kadar getiren!”. 

Önce hayran hayran baktı insancıklar yüz otuz beş yaşındaki koca yalanın gözlerine. Sonra başlar eğildi gayr-i meşru özgürlüğün önünde. Kırık zincirlerle yapılan itirafı görmedi kör gözler. Ve hiç duymadı atalarının çığlıklarını sağır kulaklar. “Yeryüzü tanrılarının” kibirden yandığını, dik durmayan başlar eğildikçe kendilerinin de yanıp kül olacağını anlamadı. Ve yine anlayamadılar, uğruna ruhlarını satıp geldikleri Amerika’da özgürlüğün boyu yalnızca kırk altı metreden ibaretti.

İşte insanlığın hezimeti, sonsuz özgürlüğü terk edip tırmanma mesafesindeki bu özgürlüğe itaat etmekle başladı!