DÜŞLER ülkesinde
gezinmeyen insanların gerçek dünyada başarıları çok azdır. Çünkü hayâller,
hedeflere giden yolda atılan ilk adımlardır.
Hayatlarımızın
yapıtaşlarını oluştururken düşlerimizle süsleriz zirveye giden yollarımızı.
İnsanları ayakta tutan, hayâlleri, umutları ve inançlarıdır. Bir hayâl gerçek
olur ve sımsıkı sarılırız hayata. Daha da cesur atarız adımlarımızı.
Güzel
insanların güzel düşleri olur. Barış dolu bir dünya, aç kalmayan çocuklar,
üşümeyen yürekler vardır onların rüyalarında. Ayaklarımız yerden kesilir,
uçarız bulutların üzerinde özgürce. Bir masumun gözlerinde dalarız engin
denizlere, yüzeriz “hak, hak” diye. Bahar gelir, gönüllerde açarız renk renk
çiçek diye. Mazlumun çıkmayan sesi, esirin kanatları oluruz düşlerimizde.
Haksızlığa karşı dimdik dururuz adilce.
Hâsılıkelâm,
güzeldir hayâl gemisinde yolculuk yapmak. Serap rüzgârıyla savrulup düşler
ülkesinde yol almak. Tâ ki rotamızı yâd eller belirleyene kadar… O eller ki, hiç
öyle masum değiller. Mazlumun âhı üzerlerinde, masumun kanı onların ellerinde…
İnsanın bedenini, emeğini, hayâllerini, üzerinde yaşadığı toprağı, aldığı
havayı sömürür o eller. Yaşama dair, insanlara, insanlığa ait ne varsa kendine
mâl etmiştir haksız ve hoyratça. Özgürlüğümüzü çalıp geleceğe dair hülyalarımıza
gem vurmuştur o hâdsiz eller.
Son
asır, artık sömürecek somut bir şey kalmayıncaya dek süren arsızlıkları masum
halkların hayâllerine sıçradığı zamandır. Özgürlük seremonilerinin eşliğinde
özgürce çalmakta ustalaşmış o yaban eller, hak, adalet, barış ve inançları fütursuzca
çaldılar.
Onlar
çaldıkça, bizlerin ellerinden hayâllerimizin özü ve saflığı kayıp gidince,
maddî ve dünyevî isteklerle dolu bir kabuk kaldı elimizde. Hırs ve aç gözlülüklerini
düşleri sanmaya başladık. Bedenlerimizi kurtarmaya çalışırken, ruhlarımızı
kendi ellerimizle teslim ettik küresel güçlere. Maneviyatımızı bile maddeleştirip
dünyevî sınırlara hapsettik. Güç, para ve hırs prangaları vurduk hayatlarımıza.
Âdemoğlu,
inancın ve teslimiyetin özgürlüğünden mahrum bıraktı kendini. “Yeryüzü
tanrıları” edindi. Rahmet ve merhametten yoksun, aciz tanrılar… Maddeye tamah
eden ruhların esareti başladı ve işte ilk adım, orada atıldı: Sonsuz yüceliğin
karşısında eğilmesi gereken başlar, bâtıl güce secde etti. Kula kulluğun
esareti ile ruhun azabı başladı.
Ruhlarını
vatanlarında bırakıp bedenleri zorla götürülen ataların torunları, ruhlarını
satıp kendi ayakları ile gittiler efendilerinin huzuruna. Kıtalar geçildi,
okyanuslar aşıldı. Heyecandan insanların yürekleri ellerinde attı. Daha karaya
ayak basmadan dev bir güç karşıladı onları; antik çağların heybetli ve acımasız
“sözde tanrıları”…
Konuşmuyor
ama çok şey anlatıyordu. Barış, adalet, kardeşlik, zenginlik ve elbette
özgürlük vaat ediyordu adına yaraşırcasına “özgürlük hanımefendisi”. Sessiz
duruşuyla şöyle hükmediyordu: “Okyanusları aşıp yedi kıtadan gelen siz
insancıklar, hepiniz benim çocuklarımsınız. Burada, benim meşalemin gölgesinde
barış ve eşitlik içinde yaşayacaksınız kardeşçe…”
Ve
diyordu ki aslında, “Benim gösterdiğim yolda ve istediğim şekilde yürüdüğünüz
sürece güvendesiniz ve özgürsünüz. Bir zamanlar boyunlarınıza kendi ellerimle
vurduğum ama şimdi ayaklarımın altında parçalanmış hâlde duran zincirler artık
anlamsız. Onların yerini görünmez ve çok daha sağlam olanları aldı bile. Fark
etmeseniz de o zincirlerdir sizi benim ayaklarıma kadar getiren!”.
Önce
hayran hayran baktı insancıklar yüz otuz beş yaşındaki koca yalanın gözlerine.
Sonra başlar eğildi gayr-i meşru özgürlüğün önünde. Kırık zincirlerle yapılan
itirafı görmedi kör gözler. Ve hiç duymadı atalarının çığlıklarını sağır
kulaklar. “Yeryüzü tanrılarının” kibirden yandığını, dik durmayan başlar
eğildikçe kendilerinin de yanıp kül olacağını anlamadı. Ve yine anlayamadılar,
uğruna ruhlarını satıp geldikleri Amerika’da özgürlüğün boyu yalnızca kırk altı
metreden ibaretti.
İşte insanlığın hezimeti, sonsuz özgürlüğü terk edip tırmanma mesafesindeki bu özgürlüğe itaat etmekle başladı!