Şahlanan ruhlar

“Hayat” denilen oyunda insanlara çıkacak basamakları sunanlar, onlara şah, vezir, at ve piyon gibi roller belirledikleri gibi, bu rollerin altını da dolduracaklardır. Her hamlenin plânlı oynandığı bir satranç oyununda elbette sonu bilen, daima oynayanlardır.

TARİHİN bilinen çağlarından itibaren görülmektedir ki, insan daima gökyüzüne bakmış ve ardındaki gizemi bilmek istemiştir. Hududunu anlayamadığı zamanlarda ise ona ilâhî anlamlar yüklemiş ve gökten gelen her türlü doğa olayına saygı göstermiştir. Böylece gökyüzü, uçsuz bucaksız maviliğinin derinliğine doğru insanı çeken yapısıyla daima hayranlık uyandırmıştır.

İnsan için uzakta olanın ilgi çekiciliği ve arzulanan oluşu da gökyüzünün gizemli tarihi kadar eskiye dayanmaktadır. Etrafımızdan çokça duyduğumuz birçok söz, hayâllerimizi ve hedeflerimizi yüksek tutmamız gerektiğini vurgulamaktadır.

“Dalga yükseldiği zaman gemi de yükselir” anlayışı zihnimize hâkim olmuştur. Kurulmuş yüksek hayâller gerçekleştirildiği anda büyük mutluluklar getirdiği gibi ulaşılamadıkları anda da büyük üzüntüler getirebilmektedirler. Toplumun kendini merkeze alması ile de en büyük yanılgı bu uğurda insanlara yüklenen hırsın yine insanlara zarar verecek olmasıdır.

Ulaşılamaz hayâller koymak, aslında mutluluğun ulaşıldığı anda kaybolan hazzını da tetikleyen unsurdur. İnsanlar çoğu zaman ulaşamadıkları hayâllerinden, önlerine sunulmayan fırsatlardan ve hayatın onlara eşit davranmadığından bahsetmektedirler.

Mutsuzluğun kendi seçimlerinin tezahürü olduğunu genellikle kabul etmek istemezler. Edinilen şeyler gibi edinilemeyen şeyler de bizim tercihlerimizin birer ürünü oldukları gibi, kaderimizin de rücû etmesidir. Nitekim, “Onu seçen irade bizim mi, yoksa onu seçeceğimizin bilgisinde olanın mı?” tartışmalarından sonra insan, varlığına verdiği anlamı yeniden değerlendirmeye başlamıştır.

“Ben” duygusu kimliğimizi bürümekle yetinmeyip ona sahip olma iştiyakı ile bizleri bu arzunun hırsına mağlûp hâle getirmiştir. Atların bile bütün yarış boyunca aynı tempoda koşması mümkün değilken, insandan beklenense daima potansiyelinin üzerine çıkmasıdır. Her şeyin mekanikleşmesi, insanın duygu dünyasını köreltmesini ve makineleşmesini zorunlu kılmaktadır. Hayatımızın online sistemler üzerine kurulu olduğu bu teknoloji çağında maruz kalınan propagandalar da çok cezbedicidir.

Oturduğumuz yerden bilmem kaç bin lira kazanmak üzerine kurulu söylemler bir kenara dursun, yakamıza yapışılarak yaptırılmak istenen alışverişler her geçen gün artmaktadır. Reklâm sektörü hayatımızın büyük bir kısmını işgal etmekle kalmayıp tadımızı kaçıracak kadar ısrarcı söylemleri ile bezdirici bir hâl almıştır. “Emeksiz yemek olmaz” diyen atalarımızdan dakikalar içinde kazanılan paraların yine dakikalar içinde kaybedildiği bu sanal çağa geldiğimizde artık ne para eski paradır, ne de emek eski emektir.

İnsanların kolayca elde ettikleri şeyleri kolayca kaybedebildiği böylesi inişli çıkışlı hayatların olduğu bir ortamda peki bunu tercih etmeyenlerin yeri neresi olacaktır? İlginçtir ki, bunu kendi tercihleri olarak nitelendirseler de, onlara da biçilmiş yeni roller vardır.

“Hayat” denilen oyunda insanlara çıkacak basamakları sunanlar, onlara şah, vezir, at ve piyon gibi roller belirledikleri gibi, bu rollerin altını da dolduracaklardır. Her hamlenin plânlı oynandığı bir satranç oyununda elbette sonu bilen, daima oynayanlardır. Oyunun taşlarına düşen ise, daima yönlendirilen hamleyi yapmak ve zamanı geldiğinde oyundan çıkmak olacaktır.