TARİHİN bilinen
çağlarından itibaren görülmektedir ki, insan daima gökyüzüne bakmış ve
ardındaki gizemi bilmek istemiştir. Hududunu anlayamadığı zamanlarda ise ona
ilâhî anlamlar yüklemiş ve gökten gelen her türlü doğa olayına saygı
göstermiştir. Böylece gökyüzü, uçsuz bucaksız maviliğinin derinliğine doğru
insanı çeken yapısıyla daima hayranlık uyandırmıştır.
İnsan
için uzakta olanın ilgi çekiciliği ve arzulanan oluşu da gökyüzünün gizemli
tarihi kadar eskiye dayanmaktadır. Etrafımızdan çokça duyduğumuz birçok söz, hayâllerimizi
ve hedeflerimizi yüksek tutmamız gerektiğini vurgulamaktadır.
“Dalga
yükseldiği zaman gemi de yükselir” anlayışı zihnimize hâkim olmuştur. Kurulmuş
yüksek hayâller gerçekleştirildiği anda büyük mutluluklar getirdiği gibi
ulaşılamadıkları anda da büyük üzüntüler getirebilmektedirler. Toplumun kendini
merkeze alması ile de en büyük yanılgı bu uğurda insanlara yüklenen hırsın yine
insanlara zarar verecek olmasıdır.
Ulaşılamaz
hayâller koymak, aslında mutluluğun ulaşıldığı anda kaybolan hazzını da tetikleyen
unsurdur. İnsanlar çoğu zaman ulaşamadıkları hayâllerinden, önlerine sunulmayan
fırsatlardan ve hayatın onlara eşit davranmadığından bahsetmektedirler.
Mutsuzluğun
kendi seçimlerinin tezahürü olduğunu genellikle kabul etmek istemezler.
Edinilen şeyler gibi edinilemeyen şeyler de bizim tercihlerimizin birer ürünü
oldukları gibi, kaderimizin de rücû etmesidir. Nitekim, “Onu seçen irade bizim
mi, yoksa onu seçeceğimizin bilgisinde olanın mı?” tartışmalarından sonra insan,
varlığına verdiği anlamı yeniden değerlendirmeye başlamıştır.
“Ben”
duygusu kimliğimizi bürümekle yetinmeyip ona sahip olma iştiyakı ile bizleri bu
arzunun hırsına mağlûp hâle getirmiştir. Atların bile bütün yarış boyunca aynı
tempoda koşması mümkün değilken, insandan beklenense daima potansiyelinin
üzerine çıkmasıdır. Her şeyin mekanikleşmesi, insanın duygu dünyasını
köreltmesini ve makineleşmesini zorunlu kılmaktadır. Hayatımızın online
sistemler üzerine kurulu olduğu bu teknoloji çağında maruz kalınan propagandalar
da çok cezbedicidir.
Oturduğumuz
yerden bilmem kaç bin lira kazanmak üzerine kurulu söylemler bir kenara dursun,
yakamıza yapışılarak yaptırılmak istenen alışverişler her geçen gün
artmaktadır. Reklâm sektörü hayatımızın büyük bir kısmını işgal etmekle
kalmayıp tadımızı kaçıracak kadar ısrarcı söylemleri ile bezdirici bir hâl
almıştır. “Emeksiz yemek olmaz” diyen atalarımızdan dakikalar içinde kazanılan
paraların yine dakikalar içinde kaybedildiği bu sanal çağa geldiğimizde artık
ne para eski paradır, ne de emek eski emektir.
İnsanların
kolayca elde ettikleri şeyleri kolayca kaybedebildiği böylesi inişli çıkışlı
hayatların olduğu bir ortamda peki bunu tercih etmeyenlerin yeri neresi
olacaktır? İlginçtir ki, bunu kendi tercihleri olarak nitelendirseler de,
onlara da biçilmiş yeni roller vardır.
“Hayat” denilen oyunda insanlara çıkacak basamakları sunanlar, onlara şah, vezir, at ve piyon gibi roller belirledikleri gibi, bu rollerin altını da dolduracaklardır. Her hamlenin plânlı oynandığı bir satranç oyununda elbette sonu bilen, daima oynayanlardır. Oyunun taşlarına düşen ise, daima yönlendirilen hamleyi yapmak ve zamanı geldiğinde oyundan çıkmak olacaktır.