ZİRVENİN karı boranı hep sert olur. Zirveye tırmanmak meşakkatlidir. Ülkemizde ise daha zordur şahikaya varmak. Yolları çetin, yılankavi ve sarptır. Hele bir dâvân varsa, zorluk iki katına çıkar. Bir dâvâ, bir mefkûre için yolları tırmanıyorsan, kelle koltukta yol alma ihtimâlin vardır. Bırakın ihtimâlleri, bürokrasi yolunda kefen giyip yola çıkan birine müşahit olduk…
Konumuz “millî bürokrasi”. Yasama, yürütme ve yargı nasıl işliyordu? En başından beri “millî bürokrasimiz” millî miydi? Kendi halkına muhalif bürokrasi nasıl millî olabilirdi ki? Geçmişten günümüze kronolojik sırayı takip etmeden, ilk akla gelen siyâsî ve bürokratik bazı olayları hatırlayalım. Türkiye Cumhuriyeti kurulalı beri, devlet kademelerinden kimler geldi geçti, neler yaşandı; geçmişi hızla mercek altına yatırsak, hafızlarımızdaki ortaya çıkacaktır.
Bu ülkeden Turgut Özal, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alpaslan Türkeş, Kenan Evren, Necmettin Erbakan, Adnan Menderes, Muhsin Yazıcıoğlu gibi kimler geldi, kimler geçti… Bu ülke nelere şahit oldu, ülke bürokrasisi ne safhalardan geçti, “Olmaz” denilen neler oldu?! Nihat Erimler, Fahri Korutürkler, Celal Bayarlar, Refik Koraltanlar, daha öncesinde Talat, Enver, Mithat Paşalar… Halkın tutunduğu değerlerle savaşanlar, gizli kumpaslar, tiyatrolar, satılık bürokratlar, bukalemunlar, koltuk için halkın faydasına olacak değerleri satanlar… Buna mukabil kahraman devlet adamlarımız, ölümü göze alanlar, idam sehpasında sallananlar, hapis yatanlar, kefen giyip yola çıkanlar…
Ah güzel ülkem, nelere şahit olmadın ki? Meclis’i çiftliğe çevirip çiftçi olma hayâli kuranları mı dersin, Yunan devlet başkanının koluna eşini takıp balodan baloya giden başkanlar mı dersin, fötr şapkasını eline alıp “Ben İslâm’ın panzehriyim” diyeni mi dersin, neler gördün güzel ülkem neler!
Cuntalar, darbeler, sürgünler… 150’likler… Asılan başbakanlardan, bakanlardan tut da ABD başkanının karşısında el pençe divan duranlara, neler gördün güzel ülkem neler!
1950 yılında Demokrat Parti’nin büyük oy çokluğu ile iktidara gelmesi, Bağdat Paktı’nı kurması, dışarıdan kredi alımını azaltarak iç iç kaynaklara yönelmesi, tahkikat komisyonu kurması, halktan hüsnükabul görmesi, giderek güçlenmesi söz konusuyken, birden darbe, sonra köpek meselesi, kadın meselesi bahanesi ile Başbakan Menderes’in idamı… Ne ilginç olaylar yaşadın yaşlı ülkem!
İlk dönem Ayşe tatile çıktı, sonraki dönem Derviş ülkesine döndü. Öyle ya, bankalar boşaltıldı da ekonomiyi düzeltmek için sipariş üzere ülkeye getirilen, Catherine’in Türk eşi Amerikalı Derviş… Veya “Bir sağdan, bir soldan astık” diyen askerî dikta kokulu postallı cumhurbaşkanını hatırla ülkem!
Başbakanı tokatlamak isteyen komutanları da, “Kudüs” kelimesine karşı tankları kendi halkını korkutması için yürütenleri de, “Milletine dönen namluya selâm durmam” diyen bir parti başkanının helikopter kazasında ölümünü de gördün.
“Minareler süngü/ Kubbeler miğfer/ Camiler kışlamız/ Müminler asker” diyen belediye başkanının hapse atıldığını, halkın ezanına sahip çıktığı için iftiraya uğrayan başkanları gördük…
Tarihî kronolojisini karışık verdiğimi bu olaylara zemin hazırlayan saik neydi? Bürokrasimiz, demokrasi yolunda neden tökezliyordu? Millî savunmamız yeterli miydi? Bilgi ağı nasıl işliyordu? Dış İşlerimiz, özellikle İslâm coğrafyasına bakışımız nasıldı, günümüzde nasıl? Ekonomimiz önceden nasıldı, şimdi nasıl? Devlet kademelerinin işleyişi nasıldı, şimdi nasıl? İstihbaratımız nasıldı, şimdi nasıl? Ülkemin bunca olaya şahitlik etmesinin tarihî seyrini yüzlerce sayfa yazsak da icmalen anlatmamız mümkün olmaz.
***
Bunca olayın seyrini kimler nasıl çizdiler? Meselâ bürokrasinin şekillenmesinde en önemli sacayağı olan “istihbaratımız” millî miydi? Bunları anlamak için kısaca Millî İstihbarat tarihini bir hatırlayalım; hangi safhalardan geçip de millî oldu? Millî İstihbarat Teşkilatı, İkinci Abdülhamid Han’ın kurduğu hafiye teşkilatıyken daha sonra kirli mihraklarla bir olup kendi ülkesinin insanını fişlemek için düşman istihbarat teşkilatları ile kol kola girerek Türk insanının bütün değerlerine savaş açanlara, oradan da tekrar ülke için ölmeyi şeref bilenlere, şanlı ve korkusuz vatan delilerine nasıl evirildi? Türkiye bugüne hangi aşamalardan geçerek geldi?
Bâb-ı Âli Baskını’nı bilirsiniz; 31 Mart’ı, Abdülaziz Han’ın bileklerini kesenleri, Abdülhamid Han’ı indirenleri, Jön Türkleri, koskoca Osmanlı’yı yiyip kuşa çeviren, fedai görünen hainleri de… Jön Türkler, August Comte’nin “Laboratuvara girmeyen hiçbir şeye inanmam” diyen sapkın akımından etkilenen bir güruh olarak koskoca İmparatorluğu kaosa sürüklemişlerdi. Bu anlamda Karbonari gizli örgütünün nizamnamesini kendi nizamnameleri yapan bu güruhun bakiyesi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetleri, devletin istihbarat teşkilatının içine konuşlanmış olarak devlet sırlarını dışarıya taşıyan, Âl-i Osman’ın ekmeğini yiyip Osmanlı’ya düşman olan azınlıkların faaliyetlerine dönüşmüştü. Jurnaller, ihanetler, cinayetler de bu süreçte yaşandı.
Kimdi bu Jön Türkler? Hangisi kahraman, hangisi haindi? Hepsini tek tek incelesek neler çıkar meydana?
Meselâ İbrahim Temo, İttihat ve Terakki’nin kurucularından bir tıbbiyeli. Koço-Ulah (Aromenis) Hareketi liderlerinden Apostol Margarit ile de bağlantılı. 1920-1922 yılları arasında Romanya Parlamentosu’nda görev yapmış biri… Yahut Masonlarla kol kola bir Talat Paşa… Yahut Mithat Paşa’nın danışmanı Krikor Odyan kimdi? Temo’nun karısı Maria kimdi? Daha öncesinde Aziz Kleanti Skalyeri kimdi ve ülkemizin bürokrasisinde ne gibi bir rol oynadı? “Vatanperver” sloganı ile yola çıkan bu güruh, Âkif’i bile kandıracak kadar vatanperver olabilir miydi? Karbonarileri örnek alan, onların nizamnamesini örnek alarak yola çıkan İttihat-Terakkiciler, Osmanlı’nın yıkılışında nasıl bir rol oynadılar?
Bu ekip neden Fransız kültürünü ülkeme taşımıştı? Okullarda Fransız hocalar, sokakta Fransızca, hatta hukuk dili dahi Fransızca olmaya başlamıştı, neden? İttihat-Terakkicilerden sonra daha karmaşık hâl alan istihbaratımız bugünkü hâline nasıl geldi? Neden nazırlıklar ve istihbarat İngiliz’e, Fransız’a teslim edildi? Düşman güçlü ordudan korkmuyor ama güçlü istihbarattan korkuyordu da ondan.
Osmanlı’nın yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması döneminde ülkemin istihbaratını düşmana peşkeş çekerek onlarla dirsek teması kuran, millî olmayan bazı isimler kimlerdi? Abdülhamid Han’ın kurduğu hafiye teşkilatını sinsice Teşkilat-ı Mahsusa’ya çevirerek istihbaratı yabancı mihrakların hizmetine verip bu ülkenin insanına, dinine, kutsalına saldıranlar kimlerdi?
Osmanlıyı yıkıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduklarında kargaşa bitti mi? Hayır! Bunca kaos Türkiye Cumhuriyeti kurulalı beri devam etti. İstiklâl Mahkemelerini de gördü bu ülke. “Seyyar sokak mahkemesi olur mu?” demeyin, bu ülke ona da şahitlik etti. İvedi şekilde sokakta kurulan, Üç Aliler’in kararlarıyla, sayısı bini geçen insan, şapka takmadı diye asıldı. Korku aşılamak için en ağır işkenceler, hem de bu ülkenin sahibi olduklarını söyleyenler tarafından bu ülkenin halkına uyguladılar bu sözde cezaları.
Dünü, dünün dününü ve bugünü okuyarak bakmalı
Darbelerle içeriden ülke yönetimine silah çevirenler kimlerdi? Faili meçhuller ve karmaşa neden bitmiyordu? Sokağa çıkma yasakları, sıkıyönetimler uygulanır olmuştu. Partiler kapatılıyor, terör tırmanıyordu. Müslümanlar ötelenip başörtülü kadınlara seçilme hakkı verilmeyerek İslâmî kesim kendi ülkesinde parya oldurulmaya çalışılıyordu. Azınlıkların ve de iç-dış düşmanların iki yüz yıldır eline teslim edilen istihbarat teşkilatımız, son otuz yılda sözde “vatan, millet, hoşgörü timsali”, “Yurtta sulh cihanda sulh” sözcüsü FETÖ’ye teslim edilmişti. Jön Türklerin “hürriyet, müsavat, uhuvvet” sloganı gibi, “Ilımlı İslâm ve dinler arası diyalog” diyen FETÖ de benzer sloganları kullanıyor, göz boyuyor, insan kazanıyor, avını bekleyen sırtlan gibi para kokusu olan iş adamlarını avlıyordu. Teşkilat-ı Mahsusa’yı nasıl o gün azınlıklar ele geçirip şer odağına çevirmişlerse, halefleri FETÖ de sözde İslâm argümanı ile “himmet” adı altında dışarıya para topluyor, askeriyede konuşlanıp asker ve polisi güdümüne alıyordu.
***
Bunca karanlıktan sonra, bir tan vakti bekleyen ülkemde, kefen giyip millî ve manevî mefkûresi için ortaya atılan biri çıktı. Darbelerin yuvası olan askeriyeyi revize etti, yüksek duvarlar arkasından çıkarıp halka açarak halka teslim etti, kirli mihrakların piyonu olan Millî İstihbaratımızı gerçek anlamda millîleştirdi. Hainlerin çanına ot tıkadı. Haşere gibi çalışanların kovanına çomak soktu. Yılanın başını, kuyruğunu kesti. İstihbaratımız kendi ülkesinin lehine çalışmaya başladı, satılıklardan ve kimliksizlerden temizlendi.
“Kasımpaşalı” çıkana kadar çok değişik evrelerden geçen Türkiye bürokrasisi, Millî İstihbaratından, siyâsî görüşünden, devlet yönetiminden yasama-yargı-yürütmesine pek çok değişik badire atlatarak bugüne geldi. Erdoğan, Ergenekon ve FETÖ gibi iki paralele karşı verdiği mücadeleyi kazandı…
***
Şu an ise 2024 yılının Mayıs ayına hazırlanıyoruz. 31 Mart Yerel Seçimlerinin ertesindeyiz. Yirmi bir yıldır bu ülkeye damgasını vuran Saygıdeğer Recep Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi hangi durumda devraldığını hatırlamak ve bürokrasimizin hangi aşmalardan geçip bugüne geldiğini düşünmek için geçmişte atlama taşı olan bazı olayları hatırladık. Seçimin AK Parti açısından olumsuz sonuçlarının sebeplerinin ekonomik sıkıntı ve Filistin meselesinde Hükümet’in tabandaki isteğine cevap verememesi olarak görenler mevcut. Küskün AK Parti seçmeninin sandığa gitmeyerek sessiz bir protesto yaptığı da değerlendirildi. Peki, ekonomi önceden nasıldı, İsrail meselesine ülke olarak önceden nasıl bakıyorduk, kısaca bunları da hatırlayalım.
1948’de İsrail kurulduğunda, onu ilk tanıyan Müslüman ülke Türkiye, hükümet ise İnönü hükümeti (CHP) idi. İsrail’i ilk tanıyan ülke olmakla birlikte, daha sonraları İsrail’e türlü desteklerde de bulunuldu. İsrail Filistin’i hunharca gasp edip hukuksuz katliamlar yaparken, çocukları öldürürken, Ecevit, “Bu, İsrail’in iç meselesi” demişti. Şimdi ise “Filistin ve Mescid-i Aksa bizim kırmızı çizgimiz” diyen biri var ama içimizdeki gayrimüslim azınlıkların torunları olan ve bugün bazı köşe başlarını tutan kimileri, ülkeyi kaosa sürüklemek maksadıyla, Erdoğan’ı indirebilmek için pusuda bekliyorlar. Hâlbuki İsrail ve ABD ile Türkiye’nin güneydoğusunda ve Suriye’de savaşan bir Türkiye var. Buna rağmen Türkiye’yi Ortadoğu’daki karmaşık ve tehlikeli savaşa çekmek istiyerek Erdoğan’ı zayıflatıp alaşağı etmek derdindeler.
Neden bunu istiyorlar? Çünkü onlara göre Akdeniz’de, Musul ve Kerkük’te, Karabağ’da, Libya’da, Suriye’de Türkiye, önlerine bir engel olmamalıydı. Ancak Erdoğan Gazze’yi, Filistin’i, Karabağ’ı, Suriye’yi, Libya’yı yalnız bırakmadı. Millî İstihbaratımız, MOSSAD’ın adamlarına kan kusturdu. Gazzelilere maddî ve manevî desteğimiz hiç kesilmedi. Hâl böyle olmasa HAMAS liderlerinden Halid Meşal, yıllardır defaatle Katar Emiri Temim bin Hamad es-Sani’ye ve “gerçek adam” diye nitelendirdiği Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a teşekkür eder miydi? Raşit Salah, Erdoğan’a dua eder miydi?
Erdoğan hükümeti, İsrail’i ilk tanıyan İslâm düşmanı CHP’nin yaptığı ayıplardan Türkiye’nin Müslümanlarını kurtardı. Gönül isterdi ki, İsrail ile birebir savaşa girelim, İHA-SİHA’mız bu azgın kavme haddini bildirsin. Ama şartların olgunlaşmadığını anlayabiliyoruz. Biliyoruz ki, bir kesim buna karşı çıkacak ve onlarla dirsek teması/din birliği içinde hareket ederek kriz çıkararak durumu fırsata çevirecek.
Ekonomiye gelince… Başbakanına yazar kasa fırlatıldığı günlerden, ekmeğin karne ile verildiği günlerden, hastanede rehin alındığımız günlerden, bankaların boşaltıldığı günlerden, un bulunmadığı için fare pisliği olan ekmeklerin piyasaya sürüldüğü günlerden, tüp doldurabilmek için saatlerce kuyrukta beklenen günlerden bugünlere gelindi. Daha önce Varlık Vergisi ödendi. Daha da önce Tekalif-i Milliye ile halkın elindeki un çuvalına el konuldu.
“4 No’lu Tekâlif-i Milliye Emri: Eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye, bulgur, nohut, mercimek, kasaplık hayvan, şeker, gaz, pirinç, sabun, yağ, tuz, zeytinyağı, çay ve mum stoklarından yine yüzde 40’na, parası daha sonra ödenmek üzere el konuldu.
10 No’lu Tekâlif-i Milliye Emri: Halkın elinde bulunan dört tekerlekli yaylı araba, dört tekerlekli at ve öküz arabalarıyla kağnı arabalarının, bütün donanım ve hayvanlarıyla birlikte ve binek ve top çeken hayvanlar, katır ve yük hayvanları, deve ve eşek sayısının yüzde 20’sine ordu adına el konuldu…”
Demirel ve Çiller dönemlerindeki “kemer sıkma” politikalarından ülkeyi kim kurtardı? IMF ile son anlaşma ne zaman yapıldı, borçları kim ödedi? “Türkiye’de her çocuk IMF’ye borçlu doğuyor” denilen Türkiye’yi neden kimseler hatırlamaz oldu?
Yürütme erkindeki karmaşayı hatırlamadan geçmeyelim. Başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi iki başlı yönetimde neler yaşanmıştı? İmza yetkisi, veto yetkisi gibi sürekli tartışmalara sebep olan her durum ekonomiye, borsaya yansıyordu. Anayasa kitapçığı fırlatanları da hatırlayalım bu çerçevede. Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle bu iki başlılığı da bitirmiş olmadı mı? İçkili balolar düzenleyen bürokratların yerini terleyen bürokratlar aldı. Başörtülü ve Müslüman kadınlara seçilme hakkını AK Parti hükümeti vererek büyük bir hukuksuzluğun önüne geçmiş oldu. İnançlı insanlara iade-i itibar ederek halkının yanında durdu.
Elbette Hükümet’in de eksik olduğu yerler vardı. Meselâ Maarif Teşkilatımız yani millî olamayan Millî Eğitimimiz tökezledi. Bir eğitimci olarak bu alandaki hatalar Hükümet’te mi, halkta mı, sistemde mi, müstakil bir yazıda ele alıp dillendirmek gerekiyor.
Küçükken mendil bulamayıp kazağının koluna burnunu silenler, şimdi TOGG’un direksiyonuna oturup Erdoğan’ı eleştiriyorlar. Bu doyumsuz, hafızasını yitirmiş, art niyetli, ülkede fitne çıkarma peşinde ve Avrupa hayranı zevat, önce yukarıdakilere cevap versinler, sonra eleştirme gücünü kendilerinde bulsunlar. Dünü, dünden önceki günü ve bugünü çocuklarımıza anlatmamız gerek.
Şahikaya elinin emeği, gönlünün imanı, yüreğinin gücü ile tırmanan, onca sarp kayayı aşan Erdoğan! Döneminize denk geldiğim için şükrediyorum. Bütün İslâm Âleminin selâmını ileterek diyorum ki, inşallah sizden sonra gelecekler Sizi aratmaz. Bize hakkınızı helâl ediniz ve lütfen devam ediniz!