Sağlık işlerinde Rockefeller tekeli (1)

Türkiye’de gayr-i Müslim nüfusun neredeyse yok olmasına bağlı olarak hem vakfın, hem de Türk mâkâmlarının tutumlarında bir değişiklik kaçınılmaz olmuştur. Bunun yanında, Vakıf çalışmaları en rahat dönemini tek parti zamanında, 1923-1946 arasında yapmıştır. Yeni dönemde Vakıf, Türkiye’deki sağlık kuruluşlarına olan ilgisini arttırarak sürdürmüştür.

KORONA felâketine bağlı olarak yeni tartışmalar da Türkiye’nin gündemini meşgul etti. Bir görüşe göre Türkiye, eskiden halk sağlığı konusunda çok iyi durumdaydı. 1928’de hiç olmayan bir iş yapılmış, Hıfzıssıhha Enstitüsü bile kurulmuştu. Hattâ bu enstitü ve benzeri kuruluşların katkısı ile salgın hastalıkların görüldüğü ülkelere yardım bile yapılmıştı.

Türkiye’de en çok yaygın olan bulaşıcı hastalıklar arasında verem, belki ilk sırada yer almıştır. Vereme karşı mücadele etmek amacıyla 1918’de, İstanbul’da Prof. Besim Ömer Paşa tarafından Osmanlı Veremle Savaş Cemiyeti’nin kurulması ile başlamıştı her şey. Sonraki yıllarda cemiyetin adı “Veremle Savaş Dispanseri” diye değiştirilerek şubeleri çoğaltıldı ve halk sağlığı alanında önemli bir kuruluş hâline getirildi.

20’nci yüzyılda Türkiye’de yaygın olan hastalıklardan biri de sıtma idi. Birinci Dünya Savaşı içinde Osmanlı ordusundaki can kayıplarının arasında sıtmanın da önemli bir yeri vardı. Zaten bir hastalığa karşı mücadele, ister istemez o hastalığın ortaya çıkması ile başlar.

Türkiye tarihinde halk sağlığı ya da koruyucu hekimlik anlamında kullanılan deyim, “hıfzıssıhha”dır. Tam karşılığı, “sağlığın korunması” demektir. 17 Mayıs 1928’de 1267 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi Hakkında Kanunu” çıkarılmıştır. Benzeri içerikte bir kanun ise, 7 Mayıs 1987’de, “3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Kanunu” adıyla yasalaşmıştır.

Hıfzıssıhha yerine kullanılan ifade ise İslâm tıp tarihinde “tedbirü’s-sıhha” şeklindedir. Günümüzde Arap ülkelerinde bunun yerine koruyucu hekimlik mesleğinin karşılığına “et-tıbbü’l-vikai” denilmektedir. Batı’da her işi bir Yunan tanrısına dayandırma geleneği bu alanda da kendini göstermiş, halk sağlığı veya koruyucu hekimlik yerine Yunan mitolojisindeki sağlık tanrısı Asklepios’un kızı ve yardımcısı sayılan Hygieia’nın (Hijyen) adı kullanılmaktadır.

Yunan mitolojisinde yer alan tanrıların adları Türkiye’de de çok yaygın olarak günlük hayatta etkili bir şekilde kullanılmaya devam etmektedir. Spor malzemelerinde yer alan “Nike” adı gibi…

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e hıfzıssıhha

İlâhî ve beşerî dinlerin tümü sağlıkla ilgili birtakım kurallar öngörmüştür. İslâm dini de başta abdest alınması (Kur’ân, Maide, 5-6) ve giysilerin temiz tutulması (Kur’ân, Müddessir, 4) olmak üzere sağlığın korunması hakkında pek çok kurala yer vermiştir. Hazreti Muhammed’in veba gibi salgın hastalıkların olduğu yere gidilmemesi, salgının görüldüğü yerde bulunanların da başka yerlere gitmemesini öngören, doğrudan “karantina” diye açıklanabilecek emirlerinin varlığı da bilinmektedir.

Fâtih Sultan Mehmed’e ait olduğu bilinen bir vakfın da, “İstanbul’da her sokakta iki kişinin görevlendirilmesi, bu kişilerin kireç tozu veya kömür külü ile tükürükleri temizlemeleri, ayın belli günlerinde kapı kapı dolaşarak evlerde hasta olanların olup olmadığını araştırmaları” şeklinde görevlerle donatıldığı belirtilir. Bu örnekte de görüldüğü gibi, koruyucu hekimlik anlamındaki hıfzıssıha hizmetleri, Osmanlı döneminde bir devlet görevi sayılarak ücretsiz yerine getirilmiştir.

1841-1842’de, Mekteb-i Tıbbiye’de okutulan derslerden biri de “İlm-i Hıfzıssıhha”dır.

“Hıfzıssıhha” adıyla basılmış çok sayıda kitap da vardır. Bunlardan birisi de, son baskısı 1926’da yapılmış olan Abdülkadir Lütfü’nün “Askerî Hıfzıssıhha” adlı kitabıdır.

Bu örneklerde yer aldığı gibi, halk sağlığı ve koruyucu hekimlik anlamında kullanılan hıfzıssıhha, 1930’lara kadar bilinmeyen ve uygulanmayan bir şey değildir. Ancak Cumhuriyet dönemi ile birlikte halk sağlığı alanındaki çalışmalar yabancılara, özellikle ABD’li Rockefeller Vakfı’na emanet edilmiştir.

Türkiye’de sağlık işlerinin ABD’li Rockefeller Vakfı’na ihale edilmesini temin eden kişi, İbrahim Refik Saydam’dır (D. 1881 İstanbul, Ö. 1942 İstanbul).

Saydam, Askerî Tıp Fakültesi’nden mezundur. 30 Ekim 1923 ilâ 25 Ekim 1937 arasında Sağlık Bakanlığı, 25 Ocak 1939 ilâ 8 Temmuz 1942 arasında da Başbakanlık yapmıştır. Cumhuriyet döneminin dördüncü başbakanıdır.

Rockefeller Ailesi hakkında

Rockefeller Vakfı, “Standard Oil” adlı petrol şirketinin sahibi John D. Rockefeller ve oğlu John D. Rockefeller Jr. tarafından resmî olarak 14 Mayıs 1913’te kurulmuştur.

Rockefeller, bir Yahudi ailesidir. Asıl faaliyet alanı petroldür. Genellikle petrol işi yaptıkları ülkelerde  Rockefeller Vakfı da faaliyette bulunmaktadır. 2015 yılı itibarı ile toplam bağış açısından Rockefeller Vakfı, ABD’nin en büyük 39’uncu vakfıdır. Vakfın mal varlığı 2016 sonunda 4,1 milyar dolar iken yıllık hîbesi de 173 milyon dolar olmuştur.

Rockefeller Vakfı’nın Türkiye’deki faaliyetleri de oldukça dikkate değer alanlarda yoğunlaşmıştır.

Vakıf, Türkiye Sağlık Bakanı Refik Saydam ile 1924-1936 arasında tesis ettiği yakın ilişki sayesinde halk sağlığı alanındaki faaliyetlere malzeme ve para yardımları temin etmiştir. Elbette vakfın çalışmaları hayırseverliğin ötesinde siyâsî, ekonomik ve kültürel alanları içine alan hedeflere yönelmiştir.

Vakfın sağlık alanındaki çalışmaları Güney Amerika’nın yanında Karayipler, Doğu Avrupa, Afrika ve Asya ülkelerinde de özellikle bulaşıcı hastalıklara karşı yapılmıştı. Richard Brown’a göre, “vakfın çalışmaları ile ABD’nin ticârî çıkarları arasında ilişki” vardır. Vakıf çalışmaları için de “Vakıf için iyi olan, ABD için de iyidir” sloganını benimsemiştir.

ABD adına yapılan çalışmalar, Türkiye’de 15 Ocak 1820’de, İzmir’deki ABD Konsolosluğu içinde misyonerlik faaliyetleri olarak Papaz Charles Williamson tarafından başlatılmıştı. ABD misyonerleri, sağlık hizmetleri ile eğitim ve misyonerlik çalışmalarını birlikte yürütmüşlerdir.

İzmir (1820), İstanbul (1831), Erzurum (1839), Antep (1847), Adana (1852), Maraş (1854), Merzifon, Kayseri, Van ve Mardin gibi yerlerde 17 büyük misyonerlik merkezi, 9 hastane ve 25 bin öğrencinin eğitim gördüğü 426 okuldan oluşan bir ağ tesis etmişlerdir.

Osmanlı döneminde Rockefeller’in petrol arama ve petrol ürünlerini pazarlama bölgeleri ile sağlık hizmetleri yürüttükleri alanlar aynı bölgelerdir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Rockefeller şirketi Standard Oil Company of New York-Socony, gazyağı ve benzeri petrol ürünleri için Mısır, Doğu Akdeniz ve Anadolu’da geniş bir ihracat pazarı tesis etmiştir.

1911’de İstanbul’da gazyağı ve madenî yağ satışı için bir dağıtım ofisi, İzmir’de ise depolama alanları kurarak Osmanlı akaryakıt piyasasında bir çeşit tekel oluşturmuştur.

Rockefeller’in, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki etkisi

Savaş içinde Osmanlı petrolleri üzerinde ABD, Almanya ve İngiltere petrol şirketleri arasında önemli bir ticârî rekabet yaşanmıştı. 29 Temmuz 1915 tarihli New York Times gazetesinin haberine göre, Standard Oil Company of New York Yönetim Kurulu Başkanı W. E. Bemis’i, Padişah Mehmed Reşad, ikinci sınıf Osmaniye Nişanı ve şirketin İstanbul Ofisi Yöneticisi Oscar Gunkel’i de üçüncü sınıf Osmaniye Nişanı ile ödüllendirmiştir.

Şirket 1930’lara kadar Türkiye’de 2 buçuk milyon dolar yatırım yapmış, buna karşılık 300-350 bin dolar bağışta bulunmuştur. Yatırım miktarına göre yardım meblağının çok az olduğu görülmektedir.

Türkiye’de vakfın yardım faaliyetleri ile şirketin çalışmaları arasında bir yakınlık her zaman olmuştur. Vakfın programları, ABD kapitalizminin ihtiyaçlarına göre ayarlanmıştır.

“Misyonerlerin çalışmaları öncülüğünde yabancı toprakların ticârî fethi mümkün hâle gelmiş”, misyoner çalışmaları askerî güç tehdidi ile ihtiyaç duyulan her zamanda takviye edilmiştir. “Misyonerlik, emperyalizmin kadife eldiveni” olmuştur.

Vakfın Ermeni ve Rum göçmenlere/mültecilere yaptığı yardımlar TBMM’de şüpheyle karşılanmış, TBMM tarafından 3 Ocak 1922’de İçişleri Bakanlığı’na gönderilen bir muhtırada, “şimdiye kadar Amerikan faaliyetlerinin kâr güdüsü ve ekonomik imtiyazların suiistimali ile gayr-i Müslim ahaliyi kışkırtma ve hayırseverlik adı altında Hıristiyanları Müslüman düşmanı olarak eğitme gâyesi peşinde koştuğu ve bunlara izin verilmemesi icap ettiği” belirtilmiştir.

Aslında bu muhtırada yer alan ifadeler, vakıf faaliyetleri hakkında resmî bir özet mahiyetindedir.

Ancak tehcir ve nüfus mübadelesi gibi gelişmelerin sonunda Türkiye’de gayr-i Müslim nüfusun neredeyse yok olmasına bağlı olarak hem vakfın, hem de Türk mâkâmlarının tutumlarında bir değişiklik kaçınılmaz olmuştur. Bunun yanında, Vakıf çalışmaları en rahat dönemini tek parti zamanında, 1923-1946 arasında yapmıştır.

Yeni dönemde Vakıf, Türkiye’deki sağlık kuruluşlarına olan ilgisini arttırarak sürdürmüştür. Ağustos 1922’de Vakıf Temsilcisi Dr. Victor G. Heise, İstanbul’a gelmiş ve Türkiye’deki hastanelere yardım etmek için aralarında ABD Yüksek Temsilcisi Mark Bristol’ün de olduğu kişilerle toplantılar yapmış, hayırsever kurumlara ziyaretlerde bulunmuştur.

ABD Temsilcisi Bristol, Vakfın tıp, tarım ve hıfzıssıhha alanında faaliyet göstermesine yardımcı olunması ricasında bulunmuştur. Ankara Hükûmeti’nin İktisat Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) Bey tarafından Vakfın Türkiye’ye davet edilmesi isteği, Başbakan Hüseyin Rauf (Orbay) Bey tarafından 24 Nisan 1923’te, “Doğrudan vakıf müracaat etmeli” denilerek geri çevrilmiştir.

(Rockefeller Vakfı, Refik Saydam’dan önce Ankara’da Mahmut Esat Bozkurt ile iyi ilişkiler kurmuştur.)

Sonunda TBMM seçimleri yenilenmiş, muhalefet devre dışı bırakılmış, Cumhuriyet ilân edilmiş, CHP tek başına iktidara el koyarak dış ilişkilerde daha rahat bir döneme başlamıştır. 1924’te Vakıf Temsilcisi Richard M. Pearce, Türkiye’ye ziyarette bulunup Haydarpaşa Tıp Fakültesi’ni, Amerikan Hastanesi ve Hemşirelik Okulu gibi kurumları ziyaret ederek, “Türkiye’de Medikal Eğitim” adlı bir rapor hazırlamıştır.

Pearce’nin ziyaretinden kısa bir süre sonra Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, Vakfı resmen, “Türkiye’de çalışmalara başlamak üzere bir temsilci göndermesi için” davet etmiştir. Bu dönemde artık Refik Saydam, Sağlık Bakanı’dır. Türkiye’de, “muhalefet partisi” gibi arıza çıkaracak organlar da yoktur. Bütün ülke CHP iradesine bağlıdır ve o da “millî egemenlik” diye adlandırılmıştır.

Daha sonraki süreçte, Vakıf Temsilcisi Selskar Gunn, Mayıs 1925’te Türkiye’ye ziyarette bulunmuş, vakfın çalışmaları için bir plân hazırlamıştır. Plânda, halk sağlığı araştırması yapılması, eğitim ve araştırma bursları ve üst düzey temsilcilerin belli Avrupa ülkelerine ziyaretler gerçekleştirilmesi istenilmiştir. Raporda öngörülen plân çerçevesinde Sağlık Bakanı Refik Saydam, 1926’da vakfın davetlisi olarak iki ay Avrupa’da incelemelerde bulunmuştur.

Tam bağımsızlık ilkesine göre yönetilen Türkiye’nin Sağlık Bakanı, ABD’li bir vakfın davetlisi olarak iki aylık süreyle Avrupa ülkelerinde neyi incelemiştir?

ABD kapitalizminin Türkiye’ye yardım etmek için bu kadar hevesli davranmasına yol açan sebepler önemli olmalıdır. Günümüz şartlarında Türkiye Sağlık Bakanının yabancı bir ülke vakfı tarafından iki ay süreyle yurtdışında ağırlanmasının yol açacağı tepkiler ve olası rahatsızlık, o dönemin Türkiye’sinde haber konusu bile olmamıştır.

Vakıf Temsilcisi Selskar Gunn, Mayıs 1925’te Türkiye’ye geldiğinde, ABD Temsilcisi ona, “Türklerin bütün yabancılara kuşkuyla baktıklarını, buna karşılık ABD’lilerin itibarlarının iyi durumda olduğunu” söylemiştir. Bu ziyaret esnasında Vakıf Temsilcisi Selskar Gunn ile tanışmak için Başbakan İsmet İnönü, onu Ankara’ya davet etmiş ve Temsilci Selskar Gunn’ın belirttiği “sadece hükûmetlerle çalışmak gibi politikalarından” memnun kaldığını bildirmiştir.

İsmet İnönü’yü memnun eden bir gelişme de, vakfın Hıristiyanlığı yaymak gibi dinsel misyonerlik yerine (eğitim ve sağlık alanında Batı bilimi ve ideolojilerini yaygınlaştırarak) modernitenin değerlerinin hâkim kılınması için “seküler misyonerlik ya da seküler hayırseverlik” yaklaşımı içinde olduğunu) duymuş olmasıdır.

1920’li ve 1930’lu yıllarda Vakfın Türkiye’deki faaliyet alanlarını çizenlerden biri de, Vakfın Paris Temsilcisi Dr. Ralp K. Collins olmuştur. “Türkiye’de Halk Sağlığı” konusunda bir rapor hazırlamış ve 1940 yılına kadar kaldığı Türkiye’de, halk sağlığı konusunda vakfın çalışmalarını sevk ve idare etmiştir. 

Türkiye ile ABD arasında 17 Şubat 1927’de yeniden diplomatik ilişkiler kurulmuş, ekonomik ilişkiler arttırılmış, 1929’da imzalanan Seyr-i Sefain Anlaşması ile taraflar karşılıklı olarak birbirlerine, “en çok müsaadeye mazhar millet” statüsü tanımışlardır.

1929 Anlaşması ile ABD sermayesine Türkiye’den yeniden yatırım yapma imkânları sağlanmıştır. Böylece Ford Şirketi’ne imtiyaz (1929), Türk-Amerikan ortaklığına Kibrit Tekeli imtiyazı (1930) gibi somut adımlar atılmıştır. Anlaşma her ne kadar karşılıklılık öngörmüş ise de, Türk tarafının gidip ABD’de yatırım yapma imkânı olmaması nedeniyle aslında imtiyaz, tek taraflı olarak Rockefeller ve Ford gibi büyük ABD sermaye kuruluşlarına verilmiştir.

Ancak ABD sermayesine verilen bu tekeller, dönemin Türk mâkâmları tarafından yine de “Türkiye’nin tam bağımsızlığı esasına” zararlı sayılmamıştır.

(Haftaya devam etmek üzere, sağlıcakla kalınız…)