Sağ ile Sol’a bakışım

Türkiye’de Sağ ile Sol’a bakarken, sadece ve sadece komünist ve anarşist düşünceye sahip olanların Sol’da olduğu ve olabileceği yorumlandı. Hâlbuki literatür, Sol’da kalan düşünce listesine komünizmden tutun da nasyonal sosyalizme kadar birçok düşünceyi katıyor. Zira bu düşünce sistematiklerinin derebeyci değil, halkçı olduğunu tanımlıyor.

TÜRKİYE’de Sağ ile Sol mevzuunun yanlış anlaşıldığını ve bu yüzden de yanlış değerlendirildiğini düşünüyorum.

Bunun altında, tarihî plânda Avrupa toplumları ile aynı hayat anlayışına sahip olmamak gibi bir durum olduğu söylenebilir. Fakat bu da bir cevap getirmez. Zira toplumumuzu da içine alarak, tâ İslâm öncesi Türk topluluklarından beri gelen geleneksel bir durum konusu.

Aslında sırf bu çerçeveden baktığımızda bile sadece ülkemizin toplumunun değil, bugün tüm Dünya toplumlarının Sağ ile Sol anlayışının yanlış olduğu ifâde edilebilir.

“Sağ ile Sol, alt tarafı Fransız İhtilâli öncesinde, 1770’lerde ortaya çıkmış bir harita ayrımı, Eski Türklerle ne alâkası var?” denilebilir. Ancak Sağ ile Sol, çağ açıp çağ kapamış bir söyleme kaynaklık etmesi bakımından eskiyi de, bugünü de, geleceği de tanımlarken kullanılabilecek özel bir kavramdır.

Sağ’ın, Fransa’daki derebey ve aristokratların haritada gösterilen alanı, Sol’un da aynı haritada kalan ve âdeta derebeylerle aristokratların zenginliği için çalışan işçi ve çiftçilerin alanı olduğu biliniyor.

Sırf bu açıdan dahi bakıldığında, bugün tüm Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de Sağ ile Sol’un on yıllardır yanlış yorumlandığını ve yanlış kullanıldığını söylemek hem önemlidir, hem de gereklidir.

Örneğin kendimi bu haritaya göre konumlandırdığımda, ne derebey, ne aristokrat, ne derebeyci, ne de aristokratçı olduğum için yerimin haritanın solunda olduğunu görüyorum.

Ancak Türkiye’de Sağ ile Sol’a bakarken, sadece ve sadece komünist ve anarşist düşünceye sahip olanların Sol’da olduğu ve olabileceği yorumlandı.

Hâlbuki literatür, Sol’da kalan düşünce listesine komünizmden tutun da nasyonal sosyalizme kadar birçok düşünceyi katıyor. Zira bu düşünce sistematiklerinin derebeyci değil, halkçı olduğunu tanımlıyor.

Türkiye’de milliyetçi akım kendisini tanımlarken “muhafazakâr, halkçı, devletçi, inkılapçı ve bugün cumhuriyetçi” bir çerçeveyle etrafını çiziyor. Avrupa’nın Sağ ile Sol’unu Türkiye’ye uyarlayanlar, milliyetçi akımda yerini alanları nasyonal sosyalizm penceresinden görüyorlar. Ne tuhaftır ki, bugünkü Avrupa da dâhil tüm Dünya ülkelerinde nasyonal sosyalistler Solcu değil, Sağcı olarak değerlendiriliyorlar. Bu Türkiye’de de böyle.

Türkiye’de milliyetçilik akımının ilk şekillendiği Jön Türkler’e ve sonrasında İttihat-Terakki Cemiyeti’ne bakıldığında, kendisini tanımlarken “muhafazakâr, halkçı, devletçi, inkılapçı ve o gün idâreye halkı da dâhil etmek adına meşrutiyetçi” bir çizgi gösterdiğini görüyoruz. Jön Türkler’in ve sonrasında İttihat-Terakki’nin saltanatla ve aristokrasiyle sorunu var. “Kendileri de kendi aristokrasilerini kurdular” denilebilir, bu başka konu. Tarihteki her ülke yönetiminde olduğu gibi Fransız İhtilâli’nden beridir Sol’un da düzeninin işletildiği her ülkede hükmü ellerine alanlar kendi saltanat ve aristokrasilerini kurmuşlardır. Ben, Sağ ile Sol’un başlangıcını ayırt etmeye çalışıyorum.

Türkiye’de komünist, sosyalist ve anarşistlerin yer aldığı Sol’a milliyetçiler dâhil edilmezlerken, milliyetçiler de “İstenmediğimiz yerde durmayız” dercesine kendi yollarını belirlemişlerdir. Milliyetçiler, komünist ve sosyalist ağızda kullanılan “devrim” kelimesini kullanmak yerine “inkılap” kelimesini tercih ederken, ne enteresandır ki, İran ve Mısır’daki Sol düşünceden de etkilenen ve kendilerini “muhafazakâr, halkçı ve devletçi” tanımlarken siyâsete İslâm perspektifinden bakılması gerektiğini savunan büyük bir kitle de “devrim” kelimesini kullanmaktan çekinmiyordu. Yani Türkiye’de kavranışı yanlış olsun istenen Sağ ile Sol, kelimelere boğdurulmuştu. Bu yüzden komünist, milliyetçi ve siyasal İslâmcı denilen üç ana grup birbirini düşman bellemiş ve her biri kendisini “millî, halkçı, devletçi” olduğunu iddia ederken diğerini Amerikancı, Rusçu, İrancı diye itham etmişti. Hâlâ böyle!

Komünistlerin milliyetçileri “faşist” şeklinde tanımlamasında dahi bu açıdan bakıldığında sorun var bu yüzden. Sol’un tüm Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de fraksiyonlara ayrıldığını biliyoruz ancak çok ortadadır ki, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de Sol, aslında öncelikle üç ana fraksiyona ayrıktır. Bunlar sosyalistler, milliyetçiler ve siyasal İslâmcılardır. Dünya’da da bu ana fraksiyonlara ayrılmış Sol işler. Almanya’da Yeşiller, Pegida ve Hıristiyan Demokratlar böyle bir ayrımın basit bir örneğidir.

Sağ ile Sol’un başlangıcına baktığımızda, Sağ’ın, cumhuriyet yahut meşrutî bir yönetim istemediğini görürüz. Sol’a baktığımızda ise, ya cumhuriyet yahut en azından meşrutî bir yönetim taraftarlığı görülür.

Geleyim Eski Türklere… Niçin Sağ ve Sol konusuna bakarken aklıma İslâm öncesi Türkler geldi? Çünkü onlar da “ak budun” ve “kara budun” şeklinde bir tasnife gitmişlerdi. Kara budundan kimsenin devlet kuramayacağını, yapılandıramayacağını ve yönetemeyeceğini düşünüyor, zira “kut” taşımadığını savunuyorlardı. Kara budun, ak budunun ancak tebaası olabilirdi. Bırakalım kara budundan birinin devlet kurmasını, Oğuzlarda Üçoklardan olmadıkça dahi devlet kuramazdı kimse. Bu noktada Osmanlı Devleti, Bozoklardan oluşuyla bir aykırılık oluşturur. Timur dahi “emirlik” hüviyetine sahipti ve Dünya’ya nam salmasına rağmen geleneğe karşı hâddini bilmişti.  

Düşüncem odur ki, her ne kadar Türkiye’nin kuruluşunda İttihatçı kadroların yer aldığı söylense de, bir kara budun hareketi olarak değerlendirilecek bu yapının Türkiye’nin kuruluşunda imzası yoktur. İttihatçıların kurmay paşalarından Teşkilât-ı Mahsusa elemanlarına, hâttâ Birinci Meclis’in mebuslarından meselâ Mehmed Âkif gibi isimlere kadar hiçbiri, Türkiye’nin kuruluşu ve dizaynında görev alamadıkları gibi (başta Enver Paşa olmak üzere çok istemişlerdi), Mustafa Kemal ve ekibi tarafından şiddetli bir şekilde tasfiye edilmişlerdir. Bu tarihî kaos, Sağ ile Sol’un Türkiye’de kesinlikle anlaşılmamasına, anlaşılmadığı gibi aynı tarafta yer alanların sürekli kan dâvâlarına neden olmuştur.

Peki, Mustafa Kemal ak budundan olduğu için mi devleti kurmakla görevlendirildi? Kuvvetle muhtemel… Ancak her devirde olabildiği gibi onun devrinde de fetretin izlerinden biri olarak ak budunlunun kendi “aile” devletini kurmaması gerekiyordu. Kaldı ki, Mustafa Kemal’in de bir ailesi yoktu, kalmamıştı. Zira karşıda galipler vardı. Ve galipler, Türkiye’de cumhuriyet rejiminin kendi kontrollerinde olmasını sağlamak üzere atalarını ve atalarının devletlerini özleyenleri Sağcı, yeni devleti kendi tarihiyle tanımak gayretinde olanlarıysa Solcu saydı ve böyle ezberletti. Bunun en temel işâretlerinden biri de Anıtkabir oldu.

Anıtkabir’de kim yatıyor?

Anıtkabir’i kendisi için yaptıran…

Kim yaptırdı?

1960 Darbesi’ni “Devrim” bahanesiyle yaptırarak topyekûn kara budun saydığı milletin irâdesini yönetimden tasfiye etmek üzere Adnan Menderes ve yol arkadaşlarını şehit ettiren kişi!

Sağ ile Sol konusuna bakışım şimdilik bu kadar. Belki daha sonra devamı da gelir…