BİLİNDİĞİ üzere Mehmed Âkif
Ersoy’un bütün şiirleri “Safahat” adı verilen kitapta toplanmıştır. Âkif,
İstiklâl Marşı’mızı bu kitaba almamıştır. Sebebini soranlara, “O şiir artık benim
değil, milletimin malıdır” demiştir.
Safahat’ta
şiirlerin yanı sıra güzel manzum hikâyeler de vardır. Fakat aruz vezniyle ve
günümüze göre ağır bir dille yazılan bu hikâyeler okunmuyor, okunsa bile
anlaşılmıyordu. Bu durumu öğrencilerimde müşahede etmiş biri olarak yazıyorum
bunları. Bu ilgisizlik üzüyordu beni. “Bir şeyler yapmalı, bu hikâyeleri yeni
yetişen neslin anlayacağı ve yararlanacağı duruma getirmeliyim” diyordum
kendime. 1993 yılında, Safahat’ta yer alan on manzum hikâyeyi günümüz
Türkçesine çevirerek hikâye hâline getirdim.
Kitap, “Safahat’tan Hikâyeler” adıyla Akçağ Yayınları tarafından 1993 yılında yayımlandı. Daha önce bu türde yapılmış böyle bir çalışma yoktu. Bu kitabım 1994 yılında Çocuk Edebiyatçıları Birliği tarafından hikâye dalında ödüllendirildi. Yayınevi sonraki yıllarda altı baskı yaptı. Eserimin okunması, anlaşılması ve beğenilmesi beni mutlu ediyor. Kitapta yer alan hikâyelerden birini sizinle paylaşmak istiyorum...
Küfe
Beş on gün önceydi. Her zamanki alışkanlığımla sabah erkenden
evden çıkmıştım. Bizim, mahalle İstanbul’un bir kenar mahallesidir. Eğer yüzme
bilmiyorsanız sokaklarında gezmeniz zordur. Niçin mi? Adım başında bir su
birikintisi vardır da ondan. Yerdeki suyun rengi iyice koyulaştığı için çukurun
derinliğini görmeniz mümkün değildir. Hele akşamdan sonra dışarı çıkacak
olursanız mutlaka bir elinizde lâmba, diğerinde de çukurun derinliğini ölçmek
için bir değnek bulundurmanız gerekir.
İşte o gün, elimde koca bir değnekle basacağım yerleri yoklayarak
yürüyordum. Gölbentin ortasında ayak basacak bir ada varsa basıyordum. Basacak
bir çıkıntı bulamazsam eğer, su birikintisinin üzerinden atlıyordum.
Yıkılmamak için ayakta durmaya gayret eden eski ve bakımsız
evlerin saçaklarının altından yürüyordum. Bana âdeta yol gösteren değneğime
koca bir şey takıldı. “Bu nedir ki?” diye baktığımda, genişçe, eski bir küfe
olduğunu gördüm. Hamalların yük taşıdığı bu küfe kimindi acaba? Ben onun
sahibini düşünürken, öteden on üç yaşında kadar bir çocuk geldi küfenin yanına.
Gerildi, küfeye öyle bir tekme vurdu ki küfe yuvarlana yuvarlana tâ öteye
gitti. Çocuk öfkeli bir ses tonuyla bağırdı: “Benim babam seni taşıya taşıya
öldü, sen hâlâ böbürlenerek yat sokağın ortasında böyle!”
O anda karşıki evden orta yaşlı bir kadın göründü. Öfkeli çocuğa
seslendi: “Oh benim oğlum, sakın kırma o küfeyi! Ondan ne istersin yavrum, ağzı
yok, dili yok. Baban sekiz yıl kullandı o küfeyi. ‘Çok uğurlu bir küfedir, ben
bununla hiç işsiz kalmadım’ derdi hep. Baban ölünce küfe de öksüz kaldı yavrum.
Sen artık çocuk değilsin, ananla kardeşini o küfeyle besleyeceksin.”
Durumu öğrenince ben de öğüt vermek istedim: “Annenin sözünü
dinlesen iyi olur evlâdım.”
Çocuk benim lâfa karışmamdan rahatsız oldu, yüzünü ekşiterek
azarlar gibi konuştu: “Sakallı, işin yok mu senin? Defol git başımdan! Sabah sabah
ne dırlanıp duruyorsun?! Benim için yanıyor, dağ gibi babam gitti...”
Çocuğun sözleri canımı sıkmıştı ama belli etmedim. Kadın onu
azarladı: “Baban yaşında adamla ne biçim konuşuyorsun?! Adamcağız seninle
güzelce konuşuyordu.”
“Bırak hanım, o daha çocuktur, ben onun kusuruna bakmam” dedim ve
çocuğa adını sordum. “Hasan” dedi.
-Şimdi beni iyi dinle Hasan. Bu öfke sana zarar verir evlâdım.
Derdini öğrenince benim de içim yandı, ama anladığım kadarıyla baban aileyi
sana emanet etmiş. O bunca yıl çalışıp alın teri dökerek seni nasıl büyüttüyse,
bundan sonra da sen çalışıp ailene bakacaksın.
-Küfeyle,
öyle mi?
-Evet, evet! Kuzum, niçin böyle söylüyorsun? Ayıp mı çalışmak,
günah mı yük taşımak? Asıl ayıp olan nedir, sana söyleyeyim mi? Gücün kuvvetin
yerindeyken, elin ayağın tutarken dilencilik yapmaktır.
Kadın, Hasan’a seslendi: “Çok doğru söyledi. Öp oğlum amcanın
elini.”
Hasan, kadına cevap vermekte gecikmedi: “Unuttun değil mi?
Bayramda komşunun gelini, ‘Dayım yatılı okulda subaydır, sen zeki bir çocuksun,
söyleyeyim de seni yatılı okula yazdırsın’ demişti ya! Tam okuyacağım yaşta
hamal yapmak istiyorsun beni.”
Anladım ki, konuşma epeyce uzayacak. Benimse o gün yapmam gereken
önemli işlerim vardı. Onları kendi hâlinde bırakarak ayrıldım oradan. Zavallı
Hasan kim bilir ne durumdadır şimdi?
Bizim küçük kız evde oturmaktan hoşlanmaz, dışarı çıkmayı pek
sever. Geçen gün ikindi vakti aldım yanıma, Fatih semtine götürdüm gezdirmek
için. Kömürcüler kapısından girince içerideki develer kızın ilgisini çekti,
başladı onları incelemeye. Develerin eğri büğrü bedeni, upuzun boynu, uzun
bacakları ve arkasındaki püskül gibi kuyruğu gerçekten de görülmeye değerdi.
Çocuğun merakı ve ilgisi boşuna değildi yani. Bir ara arkama dönüp baktığımda
ne gördüm dersiniz? Bizden beş on adım uzaklıkta, belinde genişçe bir şal,
başında sarık olan orta boylu, güleç, nur yüzlü bir ihtiyar… Onun hemen yanında
da sırtında kocaman küfe taşıyan bir çocuk… Yavaş yavaş geliyorlar; fakat şu
tesadüfe bakın ki çocuk, benim geçen gün gördüğüm yetim Hasan.
Yavrucağın o hâli, ilk gördüğümden daha da acıklıydı. Cılız
bacaklarının dizden alt tarafı çıplaktı. İnce bir gömleğin altındaki bedeni
soğuktan titriyordu. Ayakta kundura, başta fes var mı? Ne gezer! Soluk alırken
sanki nefes almıyor da kesik kesik inliyordu. Bakışları sanki bakış değildi de
yardım isteyen imdat çığlıklarıydı. O, yoksulluk tablosunun canlı bir
örneğiydi. Ayağı çıplak, başı çıplak bu çocuğun (henüz on üç yaşında olmasına
rağmen) tertemiz alnı, çektiği çileden dolayı buruşmuştu.
Tam o sırada okul dağıldı. Ortaokuldan çıkan çocuklar yolda düzenli bir biçimde yürüyorlardı. Sayıları elliden fazlaydı. Öğrenciler geçerken ihtiyar adamla Hasan durmak zorunda kaldılar. Öğrencilerin, kendileriyle aynı yaştaki Hasan ile karşılaşmaları ortaya acıklı bir manzara çıkardı. Bu yavruların hepsi gençlik neşesiyle doluydular. Koşarak evlerine gidiyorlardı. Aydınlık ve huzurlu evlerinde güzel oyunlar oynayacaklardı. Fakat Hasan, babasından geriye kalan o pis küfeyi sırtında taşımaya devam edecekti. Ne zamana kadar? Kim bilir, belki de ölene kadar...