GALİBA biraz abarttık
kendimizi, fazla önemsedik.
Tek
yapmamız gereken, uyumlu olmak…
İnsan
olmak, insanlığa ve doğaya mı dâhil olmaktır?
Doğa,
kendi safını seçmeye zorluyor insanı. Ve kendisine dâhil olmaya davet ediyor...
Yani
insanoğlu, kendi dünyasını kurup ekosisteme dayatmaktan vazgeçmeli!
İnsanlık,
kendi dünyasını kurup gezegeni ele geçirerek diğer tüm canlı ve cansız varlıkların
içinde bulunduğu düzeni yani ekosistemi görmezden gelse de böyle olamayacağını,
böyle süremeyeceğini aslında biliyor. Çünkü ekosisteme rağmen değil, ekosistem
ile birlikte var olunacak bir yaşamsal döngü tasarlamak zorundayız.
***
Vatandaş
olmak, milletimize dâhil olmak için yeterli mi?
Yani
millete, topluma, çevremize dâhil olmadan, kendimizi milletimizin bir parçası
kabul etmeden de aynı safta olabilir miyiz? Vatanseverlik, milliyetperverlik
duygularına sahip olmak için aynı yaşam tarzında, aynı dünya görüşünde olmak
zorunda mıyız?
Kimi
kendisini milletimizden ayrı görüyor maalesef. Üzücü olan şu ki, Türkiye’de bir
kesim, iyi yapılan işleri, hepimize ait olan doğruları ve başarıları bile
sahiplenmekten uzak. Coronavirüsün insanlığı uyardığı gibi içimizdeki bu
yabancıları da uyarmasını diliyoruz. Çünkü yarınların dünyasında ve
Türkiye’sinde iyisiyle kötüsüyle beraber yaşayacak ve geleceği beraber inşâ
edeceğiz.
Sırf
haklı çıkabilmek, “Biz demiştik” demek için kötülüğü çağırmak üzere uğraşılmaz!
Allah akıl fikir versin bu içimizdeki yabancılara ve kronik umutsuz/mutsuz
tiplere.
Bu
zor günlerin sonrasında şartlar yeniden normalleştiği zaman, mücadeleden sağ
çıkanlar, bu krizi fırsata çevirip birlik ve beraberliğini koruyanlar, kendilerine
inananlar geleceğe yön verecekler.
***
Her
ne kadar arada başka konular konuşmaya/düşünmeye çalışsak da konu dönüp dolaşıp
Coronavirüs’e ve etkilerine geliyor. Şimdiden salgın sonrası dönem için bazı tanımlamalar
ve isimler düşülmüş “Soğuk Savaş 2.0” veya “Finansal Nükleer Gerilim” gibi…
İnsanlık
var olduğundan beridir bu gibi ya da daha çeşitli sebeplerle savaşlar olmuş. Olmaya
da devam ediyor.
Sadece
son bin yıla bakınca, Kudüs için yapılan Haçlı Seferleri ve dinler arası
savaşlar, Avrupa’da “Otuz Yıl Savaşları” olarak bilinen mezhep savaşları, yeni
kıtaların keşfinden sonra başlayan sömürge ve işgal savaşları, sanayileşme
sonrası yaşanan ticaret savaşları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında
teknoloji savaşları, Soğuk Savaş dönemi ve de günümüzde tartışılan küreselleşme
ile küreselleşme karşıtları arasında süren büyük çatışma gibi birçok örnek görürüz.
Sorun
şu ki, bugünkü düşman farklı!
İnsanlık;
doğaya karşı pervasızlığının, vurdumduymazlığının, yıkıcı, kirletici ve yok
edici etkisinin, aşırı nüfus artışının, kaynakların adaletsiz kullanımı sonucu ortaya
çıkan bir salgını yaşıyor. Yani birbiri ile savaşmaya alışan insan, bu sefer
sert kayaya çarptı!
Modern
zamanların sık kullandığı bir kavram olan “sürdürülebilirlik” kavramı, kalkınma,
üretim ve gelişme gibi her alandaki projelerde ve yönetim anlayışında
kullanılmaktaydı. Peki, yaşamın olmadığı yerde neyi sürdüreceksiniz? Salgın
tehdidi insana, “yaşanabilir” değilse “sürdürülebilir” olmanın anlamsızlığını
gösterdi.
Yani
“yaşanabilirlik” kavramı bir anda her şeyin önüne geçti.
Hattâ
yaşam için de gerekli olan tabiatın kurallarının ve doğal dengenin korunması gereği,
daha doğrusu doğaya zarar veren faaliyetlere son verilmesi gerektiği bir kez
daha sarsıcı bir şekilde insanoğluna hatırlatılmış oldu.
İnsan
“yaşanabilirlik” kavramı için öncelikle saldırmazlık ve koruma-kullanma dengesi
kurma anlayışına odaklanmalı.
Yani
yeni sıralama şöyle olmalı: Saldırmazlık (insanın doğaya zarar vermeyi
durdurması), yaşanabilirlik (korunan doğanın insan için yaşanabilir kalmasının
devamlılığı), sürdürülebilirlik (insan-doğa ilişkisinin sürdürülebilir şekilde
tasarlanması).
***
İnsan
için yaşanamaz hâle gelmiş bir dünyada ticaretin, turizmin, üretim ve
tüketimin, kurumsal ve bireysel işlerin, kısacası insanca kurulmuş ilişki
biçimlerinin sürdürülebilir olmasının hedeflenmesinin ironik bir komedi olduğu
anlaşıldı. İronik olmasının sebebi; insanın, bu gidişle var olamayacağı bir
gezegende kendisine uygun hedefler ve kurallar geliştirmeye çalışmasından
dolayı... Çünkü başımıza geleceklerden haberimiz bile yok!
Eğer
kendimizi Allah’ın kulu, muhatabı, elçi ve din gönderdiği özel rûhânî bir
varlık olarak görmüyorsak, geriye sadece biyolojik insan kalıyor. Yani bedensel
bir varlık olarak “Homo Sapiens”...
Yuval
Noah Harari’nin iddiasına göre, nesli tükenmiş olan diğer insan türlerinden ve
Neandertallerden yaşayan birey kalmamış durumda. Yani insan, hayvanlar âleminde
Homo Sapiens olarak son temsilci ve canlılar ansiklopedisinde alfabetik sıraya
göre özellikleri belirtilen bir tür olarak ağırlığı, yaşam alanı, koşma hızı,
neyle beslendiği gibi bilgilerin verildiği bir hayvan, öyle mi? Sadece bir tür
olarak mı “insan”ız?
Doğa
ile ilişkimize bakınca, açıkçası insan sadece insan. Kendimizi ne kadar büyük
görsek de matematiksel tanım ile gerçek şu: “Doğa
büyüktür insan” (doğa>insan)…
Matematiğin
değişmez kuralları gibi, doğanın da değişmez kuralıdır bu.
Bu
gerçeği kabul edersek, düşünce ve mânâ boyutundaki zenginliğimizi, yaratılmışların
en üstünü olmamızı, Allah’ın kulu ve kıymetlisi olduğumuzu idrak etmemize bir
engel kalmayacak. Çünkü doğanın biyolojik bir parçası olmamız, aslında bizi
değersizleştiren değil, aksine bize değer veren yaşamsal bir ekosistemin
varlığını kavramamız ve öğrenmemiz içindir. Sadece uyum ve öğrenme sayesinde
insanî olarak gelişmeli ve düzenin içinde var olmayı öğrenmeliyiz. Anlamamız ve
yapmamız gereken bu kadar basit!
Sadece insanız.
Sadece diğer
türlerden biriyiz.
Sadece uyumlu
olmalıyız.
Zikretmeliyiz.
***
Görünen
o ki, bu durumu fark etmek ile kabullenmek arasında önemli bir zaman geçecek.
Çünkü fark ediş konusunda iyi durumdayız ve herkes benzeri cümlelerle doğaya
hak veriyor, insanın doğaya karşı haksızlık yaptığını kabul ediyor.
Peki,
sonrası nasıl olacak? Tamam, doğa haklı ama insan olarak ne yapacağız? Nasıl
olacak, kim karar verecek, kim uygulayacak?
Öyle
ki, bu konularda zamanla tüm dünyanın kabul edip uyum göstermeye râzı edilmesi
gerekecek. İşte tam da bu noktada insanî kavga başlıyor: Kim egemen olacak? Otorite
kim olacak? Mânâ boyutunda insanı kim tanımlayacak? Yani kimin insan olduğuna,
kimin yaşamaya hakkı olduğuna, kimin ne kadarına hükmedeceğine dair bir
bitmeyen kavga…
İnsan
kendi türünü yok etmeden buna bir cevap bulup uzlaşamazsa, Homo Sapiens’in
kaderi, Neandertaller gibi neslinin tükenerek kaybolup gitmesi olacak
anlaşılan.
***
Tüm
dünya kısmî normalleşme için tedbirleri yumuşatma çabası içinde.
Açıkçası,
durup bir düşününce, birey için çok kısa olan bu hayatta, meselâ daha 42
yaşımda bile neler gördüğümü ve yaşadığımı düşününce, hayâl gücümün çok
ötesindeyiz.
Bu
açıdan bakınca, Allah sağlık versin, 80-90 yaşındaki büyüklerimiz hakkında
düşününce görüyorum da, ne olağanüstü şeyler görüp yaşadılar. Örneğin 1930
doğumlu biri, bugün 90 yaşında ve 10 yaşından itibaren hatırlasa olan biteni,
1940’dan bu yana neler görmedi ki, değil mi? Kıtlık, fakirlik, İkinci Dünya
Savaşı, darbeler, ihtilâller, ekonomik krizler, savaşlar, terörün her türlüsü,
Kore Savaşı, Kıbrıs Harekâtı, SSCB’nin dağılması, AB’nin genişlemesi ve
şimdilerde dağılma süreci, insansız uçaklar, iki Irak Savaşı, Bosna, Kafkaslar,
Suriye Savaşları ve neler neler…
Uzay
çağı, dijital çağ, her yerde canlı yayın, anlık iletişim (hem de görüntülü)...
Daha
ötesi, robotik ameliyatlar yapılıyor gerçek zamanlı olarak ve şaşırılacak
gelişmeler listesi daha da uzayabilir.
Kendi
kendime güldüm; daha 40 yaş, şaşırmak için çok erken… Hele bunun da yaklaşık son
30 yılını bildiğimi varsayınca, şaşırmak için daha çok erken!
Eğer
ömrümüz olur da dedelerimiz kadar yaşayıp göreceksek insanlığın serüvenini,
belli ki daha çok şaşıracağız. Allah sonumuzu hayretsin!
***
Azıcık
da iyi yanından bakalım… Metrekareye düşen insan sayısı bir anda azaldı;
insanlar birbirlerinin kişisel alanlarına saygı duymaya başladı, temizlik ve
hijyen kalıcı bir standart olma yolunda ilerliyor, yoğunluk düşmekte... Bence
bu yöndeki uygulamalar mümkün olduğunca kalıcı olmalı.
Berberler
için yeni kurallara bağlı uygulama başladı; randevulu müşteri kabulü, kişisel
ve tek kullanımlık ürünler ve her müşteri sonrası hijyen sağlanması, aslında
herkesin memnun olacağı konular.
Birçok
sektörün işleyişi, kafe ve restoranlar uygulamaları, işletme ve de seyahat
kuralları değişecek. Meselâ turizmde gariplikler olacak; bin kişilik bir otelin
aynı anda kabul ettiği müşteri sayısı 500’e, hattâ belki de daha aşağıya çekilecek.
Kalite ve fiyat dengesi, alınan hizmetten ziyade metrekareye düşen insan
sayısına yani yoğunluğa göre oluşacak anlaşılan.
Bundan
sonra ne açık büfe, ne eğlence mekânı, ne de sıkışık düzende yapılan diğer
aksiyonlara yer verilecek. Bunların yerine daha özel, daha bireysel ve steril
alanlarda sunulan hizmetlerle yeni alışkanlıklar edineceğimiz umulabilir.
Bu
tedbir ve kısıtlamalar sonrası herkesin özleyerek yapacağı şeylerin başında
galiba şu gelebilir: Aile, özellikle de anne-baba ziyaretinin kıymeti
anlaşılacak.
Diğer
yandan, uzun süre hasret kaldıktan ve hattâ sarılıp kucaklaşmadıktan sonra, ilk
yapılacaklar arasında anne-baba, yakın akraba, sevilen eş dost ziyaretleri yerini
alacaktır sanırım.
Coronavirüs
sayesinde şimdiden, daha önce sıradan ve önemsiz olan birçok faaliyet kıymete
bindi ve ilk yapılacaklar listesine girdi.
Her
şey gönlünüzce olsun, sağlıcakla kalın…