Sadece insanız!

İnsan için yaşanamaz hâle gelmiş bir dünyada ticaretin, turizmin, üretim ve tüketimin, kurumsal ve bireysel işlerin, kısacası insanca kurulmuş ilişki biçimlerinin sürdürülebilir olmasının hedeflenmesinin ironik bir komedi olduğu anlaşıldı. İronik olmasının sebebi; insanın, bu gidişle var olamayacağı bir gezegende kendisine uygun hedefler ve kurallar geliştirmeye çalışmasından dolayı... Çünkü başımıza geleceklerden haberimiz bile yok!

GALİBA biraz abarttık kendimizi, fazla önemsedik.

Tek yapmamız gereken, uyumlu olmak…

İnsan olmak, insanlığa ve doğaya mı dâhil olmaktır?

Doğa, kendi safını seçmeye zorluyor insanı. Ve kendisine dâhil olmaya davet ediyor...

Yani insanoğlu, kendi dünyasını kurup ekosisteme dayatmaktan vazgeçmeli!

İnsanlık, kendi dünyasını kurup gezegeni ele geçirerek diğer tüm canlı ve cansız varlıkların içinde bulunduğu düzeni yani ekosistemi görmezden gelse de böyle olamayacağını, böyle süremeyeceğini aslında biliyor. Çünkü ekosisteme rağmen değil, ekosistem ile birlikte var olunacak bir yaşamsal döngü tasarlamak zorundayız.

***

Vatandaş olmak, milletimize dâhil olmak için yeterli mi?

Yani millete, topluma, çevremize dâhil olmadan, kendimizi milletimizin bir parçası kabul etmeden de aynı safta olabilir miyiz? Vatanseverlik, milliyetperverlik duygularına sahip olmak için aynı yaşam tarzında, aynı dünya görüşünde olmak zorunda mıyız?

Kimi kendisini milletimizden ayrı görüyor maalesef. Üzücü olan şu ki, Türkiye’de bir kesim, iyi yapılan işleri, hepimize ait olan doğruları ve başarıları bile sahiplenmekten uzak. Coronavirüsün insanlığı uyardığı gibi içimizdeki bu yabancıları da uyarmasını diliyoruz. Çünkü yarınların dünyasında ve Türkiye’sinde iyisiyle kötüsüyle beraber yaşayacak ve geleceği beraber inşâ edeceğiz.

Sırf haklı çıkabilmek, “Biz demiştik” demek için kötülüğü çağırmak üzere uğraşılmaz! Allah akıl fikir versin bu içimizdeki yabancılara ve kronik umutsuz/mutsuz tiplere.

Bu zor günlerin sonrasında şartlar yeniden normalleştiği zaman, mücadeleden sağ çıkanlar, bu krizi fırsata çevirip birlik ve beraberliğini koruyanlar, kendilerine inananlar geleceğe yön verecekler.

***

Her ne kadar arada başka konular konuşmaya/düşünmeye çalışsak da konu dönüp dolaşıp Coronavirüs’e ve etkilerine geliyor. Şimdiden salgın sonrası dönem için bazı tanımlamalar ve isimler düşülmüş “Soğuk Savaş 2.0” veya “Finansal Nükleer Gerilim” gibi…

İnsanlık var olduğundan beridir bu gibi ya da daha çeşitli sebeplerle savaşlar olmuş. Olmaya da devam ediyor.

Sadece son bin yıla bakınca, Kudüs için yapılan Haçlı Seferleri ve dinler arası savaşlar, Avrupa’da “Otuz Yıl Savaşları” olarak bilinen mezhep savaşları, yeni kıtaların keşfinden sonra başlayan sömürge ve işgal savaşları, sanayileşme sonrası yaşanan ticaret savaşları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında teknoloji savaşları, Soğuk Savaş dönemi ve de günümüzde tartışılan küreselleşme ile küreselleşme karşıtları arasında süren büyük çatışma gibi birçok örnek görürüz.

Sorun şu ki, bugünkü düşman farklı!

İnsanlık; doğaya karşı pervasızlığının, vurdumduymazlığının, yıkıcı, kirletici ve yok edici etkisinin, aşırı nüfus artışının, kaynakların adaletsiz kullanımı sonucu ortaya çıkan bir salgını yaşıyor. Yani birbiri ile savaşmaya alışan insan, bu sefer sert kayaya çarptı!

Modern zamanların sık kullandığı bir kavram olan “sürdürülebilirlik” kavramı, kalkınma, üretim ve gelişme gibi her alandaki projelerde ve yönetim anlayışında kullanılmaktaydı. Peki, yaşamın olmadığı yerde neyi sürdüreceksiniz? Salgın tehdidi insana, “yaşanabilir” değilse “sürdürülebilir” olmanın anlamsızlığını gösterdi.

Yani “yaşanabilirlik” kavramı bir anda her şeyin önüne geçti.

Hattâ yaşam için de gerekli olan tabiatın kurallarının ve doğal dengenin korunması gereği, daha doğrusu doğaya zarar veren faaliyetlere son verilmesi gerektiği bir kez daha sarsıcı bir şekilde insanoğluna hatırlatılmış oldu.

İnsan “yaşanabilirlik” kavramı için öncelikle saldırmazlık ve koruma-kullanma dengesi kurma anlayışına odaklanmalı.

Yani yeni sıralama şöyle olmalı: Saldırmazlık (insanın doğaya zarar vermeyi durdurması), yaşanabilirlik (korunan doğanın insan için yaşanabilir kalmasının devamlılığı), sürdürülebilirlik (insan-doğa ilişkisinin sürdürülebilir şekilde tasarlanması).

***

İnsan için yaşanamaz hâle gelmiş bir dünyada ticaretin, turizmin, üretim ve tüketimin, kurumsal ve bireysel işlerin, kısacası insanca kurulmuş ilişki biçimlerinin sürdürülebilir olmasının hedeflenmesinin ironik bir komedi olduğu anlaşıldı. İronik olmasının sebebi; insanın, bu gidişle var olamayacağı bir gezegende kendisine uygun hedefler ve kurallar geliştirmeye çalışmasından dolayı... Çünkü başımıza geleceklerden haberimiz bile yok!

Eğer kendimizi Allah’ın kulu, muhatabı, elçi ve din gönderdiği özel rûhânî bir varlık olarak görmüyorsak, geriye sadece biyolojik insan kalıyor. Yani bedensel bir varlık olarak “Homo Sapiens”...

Yuval Noah Harari’nin iddiasına göre, nesli tükenmiş olan diğer insan türlerinden ve Neandertallerden yaşayan birey kalmamış durumda. Yani insan, hayvanlar âleminde Homo Sapiens olarak son temsilci ve canlılar ansiklopedisinde alfabetik sıraya göre özellikleri belirtilen bir tür olarak ağırlığı, yaşam alanı, koşma hızı, neyle beslendiği gibi bilgilerin verildiği bir hayvan, öyle mi? Sadece bir tür olarak mı “insan”ız?

Doğa ile ilişkimize bakınca, açıkçası insan sadece insan. Kendimizi ne kadar büyük görsek de matematiksel tanım ile gerçek şu: “Doğa büyüktür insan” (doğa>insan)…

Matematiğin değişmez kuralları gibi, doğanın da değişmez kuralıdır bu.

Bu gerçeği kabul edersek, düşünce ve mânâ boyutundaki zenginliğimizi, yaratılmışların en üstünü olmamızı, Allah’ın kulu ve kıymetlisi olduğumuzu idrak etmemize bir engel kalmayacak. Çünkü doğanın biyolojik bir parçası olmamız, aslında bizi değersizleştiren değil, aksine bize değer veren yaşamsal bir ekosistemin varlığını kavramamız ve öğrenmemiz içindir. Sadece uyum ve öğrenme sayesinde insanî olarak gelişmeli ve düzenin içinde var olmayı öğrenmeliyiz. Anlamamız ve yapmamız gereken bu kadar basit!

Sadece insanız.

Sadece diğer türlerden biriyiz.

Sadece uyumlu olmalıyız.

Zikretmeliyiz.

***

Görünen o ki, bu durumu fark etmek ile kabullenmek arasında önemli bir zaman geçecek. Çünkü fark ediş konusunda iyi durumdayız ve herkes benzeri cümlelerle doğaya hak veriyor, insanın doğaya karşı haksızlık yaptığını kabul ediyor.

Peki, sonrası nasıl olacak? Tamam, doğa haklı ama insan olarak ne yapacağız? Nasıl olacak, kim karar verecek, kim uygulayacak?

Öyle ki, bu konularda zamanla tüm dünyanın kabul edip uyum göstermeye râzı edilmesi gerekecek. İşte tam da bu noktada insanî kavga başlıyor: Kim egemen olacak? Otorite kim olacak? Mânâ boyutunda insanı kim tanımlayacak? Yani kimin insan olduğuna, kimin yaşamaya hakkı olduğuna, kimin ne kadarına hükmedeceğine dair bir bitmeyen kavga…

İnsan kendi türünü yok etmeden buna bir cevap bulup uzlaşamazsa, Homo Sapiens’in kaderi, Neandertaller gibi neslinin tükenerek kaybolup gitmesi olacak anlaşılan.

***

Tüm dünya kısmî normalleşme için tedbirleri yumuşatma çabası içinde.

Açıkçası, durup bir düşününce, birey için çok kısa olan bu hayatta, meselâ daha 42 yaşımda bile neler gördüğümü ve yaşadığımı düşününce, hayâl gücümün çok ötesindeyiz.

Bu açıdan bakınca, Allah sağlık versin, 80-90 yaşındaki büyüklerimiz hakkında düşününce görüyorum da, ne olağanüstü şeyler görüp yaşadılar. Örneğin 1930 doğumlu biri, bugün 90 yaşında ve 10 yaşından itibaren hatırlasa olan biteni, 1940’dan bu yana neler görmedi ki, değil mi? Kıtlık, fakirlik, İkinci Dünya Savaşı, darbeler, ihtilâller, ekonomik krizler, savaşlar, terörün her türlüsü, Kore Savaşı, Kıbrıs Harekâtı, SSCB’nin dağılması, AB’nin genişlemesi ve şimdilerde dağılma süreci, insansız uçaklar, iki Irak Savaşı, Bosna, Kafkaslar, Suriye Savaşları ve neler neler…

Uzay çağı, dijital çağ, her yerde canlı yayın, anlık iletişim (hem de görüntülü)...

Daha ötesi, robotik ameliyatlar yapılıyor gerçek zamanlı olarak ve şaşırılacak gelişmeler listesi daha da uzayabilir.

Kendi kendime güldüm; daha 40 yaş, şaşırmak için çok erken… Hele bunun da yaklaşık son 30 yılını bildiğimi varsayınca, şaşırmak için daha çok erken!

Eğer ömrümüz olur da dedelerimiz kadar yaşayıp göreceksek insanlığın serüvenini, belli ki daha çok şaşıracağız. Allah sonumuzu hayretsin!

***

Azıcık da iyi yanından bakalım… Metrekareye düşen insan sayısı bir anda azaldı; insanlar birbirlerinin kişisel alanlarına saygı duymaya başladı, temizlik ve hijyen kalıcı bir standart olma yolunda ilerliyor, yoğunluk düşmekte... Bence bu yöndeki uygulamalar mümkün olduğunca kalıcı olmalı.

Berberler için yeni kurallara bağlı uygulama başladı; randevulu müşteri kabulü, kişisel ve tek kullanımlık ürünler ve her müşteri sonrası hijyen sağlanması, aslında herkesin memnun olacağı konular.

Birçok sektörün işleyişi, kafe ve restoranlar uygulamaları, işletme ve de seyahat kuralları değişecek. Meselâ turizmde gariplikler olacak; bin kişilik bir otelin aynı anda kabul ettiği müşteri sayısı 500’e, hattâ belki de daha aşağıya çekilecek. Kalite ve fiyat dengesi, alınan hizmetten ziyade metrekareye düşen insan sayısına yani yoğunluğa göre oluşacak anlaşılan.

Bundan sonra ne açık büfe, ne eğlence mekânı, ne de sıkışık düzende yapılan diğer aksiyonlara yer verilecek. Bunların yerine daha özel, daha bireysel ve steril alanlarda sunulan hizmetlerle yeni alışkanlıklar edineceğimiz umulabilir.

Bu tedbir ve kısıtlamalar sonrası herkesin özleyerek yapacağı şeylerin başında galiba şu gelebilir: Aile, özellikle de anne-baba ziyaretinin kıymeti anlaşılacak.

Diğer yandan, uzun süre hasret kaldıktan ve hattâ sarılıp kucaklaşmadıktan sonra, ilk yapılacaklar arasında anne-baba, yakın akraba, sevilen eş dost ziyaretleri yerini alacaktır sanırım.

Coronavirüs sayesinde şimdiden, daha önce sıradan ve önemsiz olan birçok faaliyet kıymete bindi ve ilk yapılacaklar listesine girdi.

Her şey gönlünüzce olsun, sağlıcakla kalın…