
HEMEN her gün sosyal medyada veya dost sohbetlerinde genetiğiyle oynanan gıdaların, bunun sonucu ortaya çıkan hastalıkların bahsini duyar veya okuruz. Hatta sonrasında ruhumuz daralır, üzülürüz. Peki, ya bozulan “ben”ler?! Yavaş yavaş benliğimizi kendi içimizde kaybedişimizin, bilincimizdeki bulanıklığın ne kadar farkındayız?
Bilginin her türlüsüne çok rahat ulaşabildiğimiz bir zamanın içinde bilgice zengin, anlamca fakir bir raddeye ulaşmış bulunuyoruz. Bilgiye erişim, parmak uçlarımız kadar yakın. Dünyanın dört bir yanından saniyeler içinde bilgi alabiliyor, matematik, fen, sosyal bilimler vb. alanlarda çok üst düzey ve çok da mikro bilgilere ulaşabiliyoruz. Ama bu bilme, anlama ve öğrenme serüvenimiz bizi kendimiz hakkında, benliğimiz hakkında aydınlatamıyor. Bize kendimizi bilmeyi, sınırlarımızı tanımayı sağlamıyor. Bilgide sınır tanımaz bir durumda olmamıza rağmen hâlâ “Doğuş sebebimizin gafili, kendi benliğimizin cahili”durumundayız.
Bilim, insanı konfor bağımlısı yapmanın en etkili aracı hâline gelmiş durumda neredeyse. Yeni hazların icadıyla birlikte yeni ihtiyaçlar yaratılıyor, bu hazlara insanın alıştırılması ve ekonomik bağımlılık için bilim güçlü bir argüman olarak kullanılıyor. Sahip olunacak eşyaların ve de nesnelerin çoğalması bizim dışımızda kalabalık bir elde edilecekler dünyası oluşturmakta. Daha çok çalışıp daha çok tüketmek için girdiğimiz bu girdapta köleleştiğimizin farkına varamadan kendi kendimize yabancılaşıyoruz. Her çıkan “yeni”, benliğimizi ve paramızı almak için bir yem gibi tasarlanıyor. Bizler de ya zaaflarımızdan ya da etrafımızca güdülenmiş olmaktan dolayı avlanıyoruz.
İşte satın alma ve tüketme tutkusu, bizi kendimizden uzaklaştırıp, dış dünyaya daha çok yaklaştırırken benliğimize de o kadar yabancılaştırıyor. Büyük resmi göremeden, yaşadığımız âlem ile ilişkimizi anlamlandıramadan ömrümüzü tüketip, vicdan ve erdem zenginliği gibi moral değerlerimizi öldürüp gidiyoruz.
Kavrayış eksikliğimizi anne karnındaki bebeğin durumuna benzetiyorum. Bebeğin bütün dünyası, tek atmosferi anne karnı ve annesinin bedenidir. Anne, birlikte yaşadığı aileyle birlikte evin üyesidir. Ev bir mahallenin, mahalle bir şehrin içinde bulunmaktadır. Bu şehir dünyada, dünya da sonsuz uzay boşluğunda bir noktacık olarak yer almaktadır. Bu devâsa sistemin nasıllığı, büyüklüğü bebeğin bilgi sınırları dışında kalmakta ve anlayamamaktadır. İnsan da aşkın bilgi kaynaklarına başvurup, hakikatin bilgisine ulaşmazsa bu bebekten bir farkı olmayacaktır. Denenebilirlikle sınırladığımız bilginin açtığı her kapıda bilmediğimizle karşılaşmaktayız. Tecrübe etmediğimiz kapıların bizi nereye çıkaracağını asla bilememekteyiz çünkü. Oysaki bilgi, insana, sınırlı olduğunu bildirmeli, insanî sınırların dışına çıktığında aciz kalacağını öğretmelidir.
İnsanın anatomisine, fizyolojisine dair çok moleküler düzeyde bilgiler bile yüzyıllardır insanı doğru bir şekilde tanımlamaya yetmiş değil. İnsanın metafizik yönünü bile isteye yok saymaya devam ettikleri için yansız yönsüz bilinç fukarası benlikler düşüyor kucağımıza.
Benliğimize odaklanmak yerine etrafında dönüp duruyoruz. Etrafımızı kuşatan ışıltılara, cazibelere kapılıp, önümüze konulan bize ait olmayan hedeflere ulaşma telaşında kendimizi kaybediyoruz. Benliğimizle aramıza o kadar mesafe girmiş ki yabancılaşmış, aslımızı unutmuşuz. Kendimizle kalmaktan, kendi içimize bakmaktan korkuyoruz.
İşte bu kendilerinde dünyayı yönetme hakkı gören egemenlerin tam da istediği şey. Biraz daha yönetilecek, akıl yönü kaybolmuş güruh bulmanın sevinciyle salyalarını akıta akıta ortalıkta geziniyorlar. Hikmetten yalıtılmış akıl, fren balataları yanmış araba gibi nereye toslayacağı bilinemez durumdadır. Muhtaç olunan yönetme yeteneği “üst akıl” diye refere edilen mihraklarda mevcuttur. Adeta bilinçaltına yedi yirmi dört “Sen ye, iç, gez, zevkine bak, biz senin adına düşünür, aklederiz” telkinleri veriliyor. Kişiyi özgür olmadığına öyle inandırıyorlar ki, insan, sözde özgürlüğünü dışarılarda, benliğinden uzaklarda aramaya başlıyor. Sorumluluklar reddediliyor, kişisel istikamet horlanıyor ve böylece zincirlerini kırdığına inandırılıyor insan. İşte asıl esaret burada başlıyor aslında. Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi kendilerine has rutinlerle hissedemediğimiz esareti bize yaşatıyorlar. Öyle ya Can Yücel’in de dediği gibi “Kuzu gibi olun diyorlar/ Büyüyüp ortaya çıkınca/ Koyun gibi gütmek için sizi”. Onlara göre en iyi insan kafa tutmayan, karşı koymayan, mücadele ve itiraz etmeyen insandır.
Benliğimizin derinliklerine gömdüklerimizi çıkarmanın yollarını bulmak için zamana, çabaya ve de bizi zeminde sağlam tutacak sabra ihtiyacımız var. Ama bunun ilk adımı olarak niyete ihtiyacımız var. Evet, bizden çaldıkları ufkumuzu yeniden inşâ etmeliyiz. Bunun için maddî dünyanın ömrümüze ördüğü rutinden, konfor düşkünlüğünden vb. bizi kendi dışımıza çeken her türlü itkiden imkân dahilinde soyutlamalıyız. Benliğimize açacağımız bu alan, emin olun ruhumuza nefes aldıracak. Kendi içimize başlatacağımız seferin başlangıç limanı olacak.
Bilginin sahibine karşı sorumluluklarımızı kuşanmak, özgürlüğümüzün başlangıcı olacak. Bilgi ile anlamı buluşturmak da bilincimizin ilk aşaması olacak. Victor Frank’ın dediği gibi: “Hayat hiçbir zaman şartlar yüzünden katlanılamaz hâle gelmez. Hayat anlam ve amaç yokluğundan katlanılamaz hâle gelir.”