Sadâkat ve samimiyetin göstergesi: Ahde vefa

Allah-u Zü’l-Celâl ruhlara, “Elestü bi Rabbiküm” diye seslendi. Yaratılan bu lâtif varlıklar bir anda kendilerine İlâhî kudretin tezahürüne intikal eden ilham ile tevcih edilen “Elestü bi Rabbiküm” sorusu ile âdeta kendilerinden geçmiş bir hâlde, hep bir ağızdan “Belâ” diyerek kendi yaratılış şekillerine mahsus bir şekilde secdeye kapandılar. Suâl-i âli, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” şeklinde gelince, tüm bu lâtif varlıklar da “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diyerek cevap veriyorlardı.

“BİR vakit Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları bizzat kendi nefisleri hakkında şâhit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sormuştu. Onlar da, ‘Evet, Sen bizim Rabbimizsin, bizler buna şâhidiz’ demişlerdi. Bunu kıyamet günü, ‘Doğrusu biz Senin bizim Rabbimiz olduğundan haberimiz yoktu’ dememeniz için yaptık.” (A’raf, 172)

İlk insan ve ilk ahid

Bir gün Rabbi Zü’l-Celâl, meleklerine, “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım”[i] dedi. Melekler şaşkındı. O melekler ki, sürekli O’nu tesbih ve tazim ile meşgûl idiler. Yeryüzünde daha önce hayat süren cinler fesat çıkarmışlardı. Bu durum ile ilgili tecrübe ve bilgi sahibi olan melekler şaşkınlık ve bu İlâhî murâdın sebebini öğrenme adına Rablerine, “Orada fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?” diye suâl arz ettiler. Ardından da, “Oysa biz Seni hamdinle tesbih ve takdîs ediyoruz”[ii] dediler.

Gelen cevap kesin ve kat’i idi: “Şüphesiz ki Benim bildiğimi siz bilemezsiniz!”[iii]

Sonra da Âdem’i yeryüzünden getirttiği balçıktan halk etti. Âdem’in kendine mahsus bir sûret ile şekillendirilmiş kurumuş balçık hâli bir müddet bekledi. Melekler bu yeni varlığın sûreti karşısında hayran idiler ve onun ayaklanacağı, konuşacağı zamanı ve bunun nasıl olacağını merak ediyorlardı.

Melekler ne olacağını, nasıl olacağını bekleyedursunlar, Yaratıcı, Âdem’in sülbünden zerreler çıkarttı. Bu zerreler ise büyük, yepyeni bir hilkat için Hâlık-ı Zü’l-Celâl’in emrine amâde bir şekilde farklı bir şevk ile bir araya geliyordu. Canlı ve cansız yaratılan her şeyin terbiyecisi olan Rab, o zerreleri kemâle erdirecek bir terbiyeye tâbi tutarak, yaratacağı bir bedenin özü, cevheri olmak lütfunu onlara bahşetmişti. Aldıkları lâtif hâl, önceki yaratılmışların hiçbirine ne şekil, ne renk, ne kesafet, ne de yüklendiği vazîfe itibariyle benzemiyordu.

Melekût âlemi Rabb-i Zü’l-Celâl’in yarattığı, adını dahi bilemedikleri bu yeni varlıklar karşısında hayranlıkla Rabblerini tesbihe başlamışlardı. Bir yandan da merak ediyorlardı: Neydi bu lâtif varlıkların adı? Neydi bunların görevi? Yaratıcı hiçbir şeyi lâf olsun diye yaratmamıştı. Murâd-ı İlâhî neydi acaba? Kendilerine bildirilen ve öğretilenden başka hiçbir şeyi bilemeyen melekler, Rablerinin onlara bu yepyeni ve emsalsiz hilkat ile neyi murâd ettiğini açıklayacağı zamanı bekliyorlardı.

Önce bu varlıkların adının “ruh” olduğunu ve onların bulunduğu âlemin adının da “Âlem-i Ervah” olduğunu öğrendiler. Bu ruhların şu kırık balçık hâlinde yatan Âdem ile nasıl bir irtibatı olacağı bilinmiyordu. Bu ruhlar ise kendi aralarında birbirleri ile ünsiyet kuruyor, tanışıyorlardı. Farklı farklı kümelenmişlerdi. Ancak âlem-i ervahtaki bu ruhlar bir hadîs-i şerîfe göre ahiret yılıyla iki bin yıl kadar beklemişlerdi.[iv]

Melekût âlemi tekrar Âdem’in başında toplanmıştı. Bir müddet önce yaratılmış adına “ruh” denilen bu lâtif varlıklardan birisi Âdem’in kuru balçıktan müteşekkil bedenine üflendi ve Âdem ayağa kalktı. Cenâb-ı Hakk ona bütün isimleri öğretti. Sonra onu meleklere gönderdi ve onlara selâm vermesini istedi. Âdem (as) meleklere, “Es-selâmu aleyküm!” dedi. Onlar da, “Ve aleyke's-selâm ve rahmetüllahi” diye mukabelede bulundular.

Hâlâ tereddütleri olan melekleri Rabbü’l-Âlemîn, ufak bir imtihana tâbi tuttu. Onlara bazı sorular sordu. Sonra o eşyayı meleklere göstererek, “Eğer (iddianızı) doğrular iseniz, haydi Bana bunların isimlerini bildirin!”[v] buyurdu. Melekler de, “Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki Sen, her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan yegâne hikmet sahibisin!” dediler.[vi] Allah-u Zü’l-Celâl bu kez, “Ey Âdem! Bunlara onların isimlerini haber ver” buyurdu.[vii] Âdem onlara, sözü edilen eşyanın isimlerini haber verince de meleklere, “Size, ‘Göklerin ve yerin görünmeyen, sizlerce bilinmeyen gaybını şüphesiz ki Ben bilirim. Ve yine sizin açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da Ben bilirim’ demedim mi?” dedi.[viii]

O’nun ezelî ilmi tüm mahlûkatı kuşatmıştı. Yaratıcılığının sınırı ve sonu yoktu. Her an yepyeni bir harikulâdelikle karşılaşılıyordu.

Âdem (as), eşyanın isimlerini meleklere haber vermiş, bilmediklerini onlara öğretmişti. Ayrıca Allah ona ruhundan üflemişti. Melekler ise ilk önceleri onun hakkında farklı düşünmüşlerdi. Demek ki Allah (cc), Âdem'e fazilet ve üstünlük vermişti. O zaman bunun da izharını murâd ederek meleklere emretti: “Artık onun hilkatini tamamlayıp ona Ruhumdan ruh verdiğim zaman onun için secdeye kapanın!”[ix]

Bu secde melekler için bir imtihan, Âdem için se bir fazilet belirtisiydi.[x] Melekler bu imtihanı tazimlerini göstererek geçtiler ama “İblis secde etmekten kaçındı ve kibirlendi. İblis böylece kâfirlerden oldu”.[xi] Bundan sonra iblis ile olan görüşme, Hicr Sûresi’nin 32 ilâ 46’ncı âyetleri arasında şu şekilde anlatılır:

Allah: “Ey iblis! Secde edenlerle beraber olmamana sebep nedir?”

İblis: “Ben kuru çamurdan şekillenmiş cıvık bir balçıktan yarattığın insana secde etmek için var olmadım.”

Allah: “Öyleyse oradan çık. Muhakkak ki sen artık kovulmuş birisin. Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır.

İblis: “Ey Rabbim, o hâlde (tekrar)  dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver!”

Allah: “Sen, bilinen vaktin (kıyamet) gününe kadar mühlet verilenlerdensin.”

İblis: «Rabbim! Beni saptırmana karşılık ben de yeryüzünde fenalıkları onlar için süsleyeceğim. And olsun ki, onların hepsini saptıracağım. Ancak ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna...”

Allah: “İşte Benim katımda doğru yol budur! Kullarımın aleyhine sana verilmiş bir hâkimiyet yoktur. Ancak sapıklardan sana uyanlar müstesna…” 

“Kuşkusuz Cehennem, onların hepsine va'dolunan bir yerdir. O Cehennem’in yedi kapısı, her kapı için ayrılmış bir kısım vardır. Allah'a karşı gelmekten korkup rahmetine sığınan muttakiler mutlaka Cennetlerde ve pınar başlarındadırlar. ‘O Cennetlere emniyet içinde ve selâmetle girin’ denilir.”

İşte burada hak ve bâtıl mücadelesi başlatılmış oluyordu. İblis, yeryüzüne gönderilecek olan Âdem ve oğullarını yoldan çıkarmaya çalışacak, onları Allah’a karşı gelmeye çağıracaktı. Cenâb-ı Hakk ise bunun karşılığında ona tâbi olanları Cehennem’e koyacak, ona uymayanları da Cennet’i ile mükâfatlandıracaktı.

Demek ki dünya hayatı sonunda yaşanılan bu mücadelenin bir hesabı olacaktı. O zaman henüz dünyaya gönderilmemiş insanoğlunun bundan haberi olmalıydı. Onun öz cevherini oluşturan ruhlara bu bilinç verilmeli ve bu maya çalınmalıydı. Onlardan bu hususta bir ahid alınmalıydı. Dünyada da kendilerine uyarıcılar gönderilerek onlara bu ahit ve bu maya hatırlatılacaktı. İşte Cenâb-ı Allah ruhlara, “Hesap gününde bizim bilgimiz yoktu” diyerek mazeret ileri sürmemeleri ve Kendi ulûhiyetini tasdik ettirmek için ve bu yapılırken de hem kendilerini, hem de melekleri bu âna şahitlik etmeye çağırdı.

Allah-u Zü’l-Celâl ruhlara, “Elestü bi Rabbiküm” diye seslendi. Yaratılan bu lâtif varlıklar bir anda kendilerine İlâhî kudretin tezahürüne intikal eden ilham ile tevcih edilen “Elestü bi Rabbiküm” sorusu ile âdeta kendilerinden geçmiş bir hâlde, hep bir ağızdan “Belâ” diyerek kendi yaratılış şekillerine mahsus bir şekilde secdeye kapandılar. Suâl-i âli, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” şeklinde gelince, tüm bu lâtif varlıklar da “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diyerek cevap veriyorlardı.

Yaratıcı, “Benden başka ibadete lâyık birinin bulunmadığını iyice belleyin. Bana herhangi bir şeyi ortak koşmayın. Verdiğiniz bu sözü size hatırlatacak peygamber ve kitap göndereceğim” dedi. Buna bütün ruhlar, "Şehadet ederiz ki, Rabbimiz ve İlâhımız sadece Sensin. Senden başka rab ve ilâh yoktur” diye cevap verdiler.[xii]

Olaya şahit olan melekler de hep bir ağızdan “Şahit olduk” dediler. Sonrasında bu ahidleşme ânına “Bezm-i Elest” yani “Elest Meclisi” denilecekti.

Tefsir âlimlerimiz ruhlara yapılan bu hitabın “kelamî” olmadığında yani Kur’ân ve diğer semavî kitaplarda olduğu gibi bir hitap olmadığında ittifak etmişlerdir. Elmalılı Hamdi Efendi, bunun meleklere verilen emirler gibi olduğunu ve “kelâm-ı lâfzî” ile olmadığını vurgular ve şöyle buyurur: “Bunda (da) mânâ-yı marûfiyle (bizim anladığımız mânâda) bir işhad (şahit tutmak) ve suâl ü cevap, hakikî mânâsıyla bir mukavele düşünmek lâzım değildir.” Buna göre, ruhlara sorulan mezkûr soru, harfsiz ve kelimesiz bir hitaptır, ilham şeklindedir.[xiii]

Ruhların, Rableri ile olan bu irtibat ve ahidleşmesini Mehmed Vehbi Efendi tefsirinde şöyle dile getirir: “Akıl ve hayat vermeksizin lîsan-ı hâlle (hal diliyle) cevap vermek ihtimâlleri varsa da, daha doğru olanı, akıl, hayat ve nutuk verdi, hâlıkıyetine (yaratıcılığına) ve rububiyetine (Rab-her şeyi terbiye edici, programlayıcı- olmasına) delâlet edecek delilleri gösterdi. Onlar da suâli fehmedip (anlayıp) akılları idrak ederek lîsanlarıyla söylemek sûretiyle cevap verdiler.”[xiv]

“Elestü” hitabında, “Allah'ınız” veya “Yaradanınız”, “İlâhınız” denilmemiş de “Rabbiniz” denilmişti. Çünkü bu sıfat, kâinatın her zerresiyle iç içedir ve birçok İlâhî sıfatın anlam ve kudretini de beraberinde taşımaktadır. Yaratma, belli programa göre büyütme, eğitip geliştirme, amaca yöneltme; her şeyin türünün ve menşeinin özelliğini koruma, her varlığa Hakk'ı tesbih ve tenzih etmeyi öğretme, her canlının ihtiyacını bağlı kılındığı hilkat kanununa göre ayarlama gibi birçok yüce mânâ ve hikmet, bu sıfatın tecellileri arasında bulunur. Ruhlar bu sıfatın tecellilerine mazhar kılındıkları gibi, bedenler de aynı mazhariyetin belirgin eserleridir. O nedenle Kur'ân'ın dokuz yüzden fazla yerinde bu sıfat anılmıştır.[xv]

İşte bu safhadan sonra anlaşıldı ki, bu varlıklar da Rablerine kulluk için yaratılmışlardı. Kendilerini madden ve mânen terbiye eden, programlayan Rablerine karşı bir sorumlulukları olacaktı. Zira bu ruhların mayasına Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretinin yüceliğini yansıtan bir cevher yerleştirilmişti ki buna “fıtrat” denilecekti. Bu fıtrat, onların cevherine çalınan tevhid mayası idi.

“Ahde vefa”, tek kelimeyle samimi bir kulluğun, dahası samimi bir Müslümanlığın ölçüsüdür. Ahdine vefa göstermek, bu ahde yani verdiği söze sadakati de beraberinde getirir. 

Celal Yıldırım, tefsirinde bundan sonraki safhayı şöyle açıklamıştır: “Ruhlar sırası gelince, kendine ait bedene girince, ondaki bilgiler alınmakta, sadece bir maya ve öz bırakılmaktadır. Her insanın akıl, irâde ve idrakinin değer ölçüsü ortaya çıksın diye, o mayayla bir tekâmül dönemine sokulmaktadır. Beden, bir bakıma ruhun yetenek ve kudretini açığa çıkaran bir alet kabul edilebilir. Ruhu elektriğe benzetirsek, beden onun için bir ampûl veya bir elektronik araç sayılır. Sonra da ruh, eskiyen bedeni terkedince, ruhlar âleminde edindiği bilgiler de kendisine yeniden verilir ve dünyada edindikleri bilgilerle birleşerek takdîr edilen seviyesine erişmiş olur. O hâlde ruhlar yaratıldıktan sonra her ruhun hangi bedene gireceği veya her bedenin hangi ruh için yaratıldığı bellidir, bir yanlışlık asla düşünülemez. Ancak ikisi arasındaki irtibat ve imtizacın keyfiyeti bizce meçhuldür. (…) Unutmayalım ki, ruh yaratıldığı andan itibaren hem Allah'ı bilir, hem de O'nun hitabını anlar ve o hitaba cevap verir bir özelliktedir. O mayayı beraberinde taşıyarak dünyaya iner ve umutların kesildiği bir anda mayayı örten kılıf sıyrılır, ‘Allah!’ diye seslenip O'ndan imdat ve inayet beklenir.”[xvi]

Bundan sonraki süreçte Cenâb-ı Hakk'ın ezelî plân ve programı gereği, yeryüzüne ne kadar insan yaratıp getirecekse, âlem-i ervahtaki her ruh, zamanı gelince kendine ait bedenin yaratılacağı ana rahmine yerleşecekti. Bu ise hamileliğin 120’nci gününe tekabül edecekti.[xvii]

Bu anlatılanlar ışığı altında insanî ruhlar bedenlere gelip girmeden, ruhlar âlemiyle melekût âlemi, sonra da Allah'ın varlığı ve birliği, kudret ve azameti hakkında birtakım bilgilerle donatılmışlardır.[xviii] Bu yüzdendir ki, Hazreti Peygamber, “Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar” buyurmuştur.

İlk ahde vefa ve samimiyet

Ruhumuzu başlangıçta bir zerre, dünyaya gelişimizde ise tomurcuk hâlinde bir çiçek farz ettiğimizde, imanla yaşadığımız her günde bu tomurcuğun iman toprağı ve İslâmiyet suyu ile inkişafa geçtiğini ve imanda ihlâs ve amelde istikametle bu inkişafı sürdürüyor olduğunu söylemek mümkündür. Bu inkişaf sürmelidir. İnkişaf olgunlaştığında, nasıl ki çiçekler tekrar tohuma yöneliyorlarsa, inkişaf kazanmış ruhun da çekirdek hâlinde verdiği söz ve ahdi hatırlaması elbette mümkündür. Nitekim âyetin beyanına göre, bir hakikat âlemi olan ahirette bu ahdi hatırlamak zaten mümkün olacaktır.[xix]

"Elest" bezminde ruhlar, Rableri ile bir mukâveleye çağrılmışlardı. Cismaniyet berzahı arada olmadığı için ruhlar, her şeyi ayan beyan gördüler ve "Evet" diyerek böyle bir mukâveleye imza attılar. Ancak günümüzde çokça bulunduğu gibi, bir kısım kimseler ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imza ve mîsaka rastlamadılar. Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü o âleme ne bir bakışları, ne de araştırmaları olmuştu.[xx]

Oysa Allah, Rab olması hasebiyle yarattığı her şeyi terbiye ettiği gibi insanı da terbiye etmiş, onu kulluk bilinci ve tevhid akîdesi ile âdeta programlamıştır. Öyle ki, onun her zerresi, duygusu, maddesi, mânâsı bu terbiyeden nasiplenmiştir. Ruhuna ezelde çalınan ve adına “fıtrat” denilen bu mayaya karşılık, onun yükümlülüğü bu fıtrat üzere inanmak ve yaşamaktır. Fakat şurası da unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hakk insanda bütün zıtlıkları cem etmişti. Ondan iyilik sâdır olacağı gibi kötülük de zuhur edebilecekti. Nefsi, dünyada mahlûkattan yani anasından babasından, öğretmeninden, çevresinden, arkadaşından aldığı terbiye ile onu istediği yöne çekecek, yöneltecektir. Şayet fıtratında var olan ve artık onun vicdanının sesi hâline dönüşen bu terbiyeye kulak verir de yaratılış amacını unutmadan Rabbine kul olmayı tercih eder ise, ebedî saadete erecektir. Aksi takdirde ezelde verdiği söze muhalefet ederek iblisin iğvalarına kapılıp dünyada farklı bir formatta hayat sürer, kendine ulaşan vahyin sesine kulak tıkar ise, ahirette bunun hesabını vermek zorunda kalacaktır. Hattâ, velev ki vahyin sesi kendisine ulaşmamış olsa bile, ruhuna çalınan fıtrat mayası gereği İmam-ı Maturudî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, “Allah’a imanla mükelleftir”. Zira Rabbü’l-Âlemîn’in ezelde onun ruhuna atmış olduğu bu maya, bugünkü dil ile yüklediği “veri tabanı”, sadece tevhide, Rahmânî bir hayata ve kulluğa uyarlıdır. Onun üzerine atılacak şeytanî, şehevî, dünyevî ve her türlü “-izm” uzantılı fikir, o kişiye ne dünyevî, ne de uhrevî saadet verecektir. Tıpkı virüs bulaşmış bir bilgisayar gibi sistemi çökertecektir.

Sadakat ve samimiyetin göstergesi: Ahde vefa

Yaratıcının “kulluk etmeleri için yarattığı”[xxi] ve kulluk sözleşmesini Bezm-i Elest’te yapan insanoğlu, vermiş olduğu bu ahdi yerine getirmekle mükelleftir. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allah'ın ahdini yerine getiriniz"[xxii] diye de bu ahd hatırlatılmıştır. O ahid gereği, O’nun emirlerine harfiyyen uyulacak, yasaklarından kaçınılacak, her nefeste O’nun rızâsı gözetilecektir. Bu şuurda olan bir insan kimseye kötülük yapamaz, kimsenin hakkına göz dikmez. O zaman herkesin elinden ve dilinden emin olduğu bir kimse olur.

Verdiği bir ahdi, sözü yerine getirmeye “ahde vefa etmek” denilir. Yaratana olan ahdini yerine getiren bir insan, içtimaî hayatında diğer insanlara olan ahdini de yerine getirecek, kimseyi mağdur etmeyecek, kimseye zulmetmeyecek demektir. İşte aranılan barış ve huzur da bu şekilde dünyada hâkim olacaktır! Zira ahdin yerine getirilmemesi, “zulüm”dür. Zulüm ise, Yaratıcının en sevmediği ve müsâmaha etmediği kötü bir haslettir.

“Ahde vefa”, tek kelimeyle samimi bir kulluğun, dahası samimi bir Müslümanlığın ölçüsüdür. Ahdine vefa göstermek, bu ahde yani verdiği söze sadakati de beraberinde getirir. Cenâb-ı Hakk birçok âyette Kendisinin vaadini yerine getireceğinden, vaadinden asla dönmeyeceğinden bahseder. Bunu söylerken hem bizi uyarır, hem de bizlere “Siz de vaadinizden dönmeyin” diye ikazda bulunur.

Hazreti Peygamber de bir Müslümanın vaadinde durması gerektiğini belirterek bu durumun hilâfına hareket edenleri “münafıklık” ile tavsif eder. İşte bilinen bu hadîs-i şerîf şu şekildedir. “Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”[xxiii] Hattâ bir diğer rivayette, “Oruç tutsa, namaz kılsa ve kendini mümin zannetse bile”[xxiv] diye eklemiştir Allah Resûlü.

Evet, işin vahameti bu kadar açıktır! Yine Rabbü’l-Âlemîn, sözünden cayanları şu şekilde uyarır: “(Ey Muhammed!) Doğrusu sana sadâkat yemini edenler, bizâtihî o yemin ile Allah'a bağlılık yemini etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Bu yüzden her kim (o yeminden sonra) yeminini bozarsa, ancak kendi zararına bozmuş olur ve her kim Allah ile ahdini yerine getirirse, Allah ona büyük bir mükâfat nasip edecektir.”[xxv]

O zaman kendimizi hesaba çekip Emr-i İlâhî ve Sünnet-i Seniyye ile bir çek etmemiz gerekiyor. Hem de acilen... Zira ecelin ne zaman kapıyı çalacağı bilinmez!



[i] Bakara:30

[ii] Bakara:30

[iii] Bakara:30

[iv] “Rûhlar cesedlerinden iki bin yıl önce yaratılmıştır!” (Deylemî, Müsned, II, 187-188)

[v] Bakara:31

[vi] Bakara:32

[vii] Bakara:33

[viii] Bakara:33

[ix] Hicr: 72

[x] Ali ARSLAN, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/281.

[xi] Bakara: 34

[xii] M. Sait ŞİMŞEK, Kalu Bela, https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/kalu-bela

[xiii] Prof. Dr. Alaaddin BAŞER, https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/kalu-bela

[xiv] Mehmed Vehbi Efendi, Hülesatül Beyan Fi Tefsirül Kur’an, Üçdal Neşriyat, 5-6/1799-180

[xv] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5. cilt

[xvi] Celal Yıldırım, a.g.e

[xvii] Not: Bayraktar Bayraklı ve Ahmet Hulusi gibi kimi müfessirler bu meseleyi daha farklı yorumlayarak bu ahidleşmenin ana karnında olduğunu ve kıyamete kadar devam edeceğini savunurlar. Bu tefsirlere müracaat edilerek Araf Suresi 172. Ayetin tefsiri okunabilir.

[xviii] Celal Yıldırım a.g.e.

[xix] Süleyman Kösmene, Bezm-i Elest’te yaşadıklarımız, http://www.fikih.info/bezmi-elestte-yasadiklarimiz/

[xx] https://sorularlaislamiyet.com/kalu-bela-bezm-i-elest-ne-demektir

[xxi] Zariyat:56

[xxii] En’am: 152

[xxiii] Buhârî, Îmân 24; Müslim, Îmân 107-108. Ayrıca bk. Buhârî, Şehâdât 28, Vesâyâ 8, Mezâlim 17, Cizye 17,  Edeb 69; Tirmizî, Îmân 14

[xxiv] Müslim Îmân 109

[xxv] Fetih: 10