
SADAKA, Arapçada “gerçek olmak ve doğruluk” anlamlarına gelir.
İslâm terminolojisinde, “bir Müslümanın gönüllü olarak veya dinî bir vecîbeyi
yerine getirmek üzere, ihtiyaç sahiplerine yaptığı maddî yardım” olarak
tanımlanır. Türkçede ise, “Allah namına fakirlere gönülden verilen bağış”
anlamında kullanılır.
Sadakanın
verilip verilmeyeceği kişiler az çok bellidir. Bu konu hakkında da Kur’ân, yine
bizlere bir yol göstermiştir. Tevbe Sûresi’nde Allah-u Teâlâ, “Sadakalar,
Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar ve
kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlarla köleler, borçlular, Allah yolunda
olanlar ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah, hakkıyla bilendir. Hüküm ve
hikmet sahibidir” der. Yani bu ayetten de anlayacağımız üzere, bu konuda
önümüze sekiz ayrı grup çıkmaktadır. Bunlar (1) fakirler, (2), düşkünler (çalışamaz
durumda olan, evde kalmış ihtiyarlar ve yoksul insanlar), (3) zekât toplayanlar,
(4) kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlar, (5) köleler, (6) borçlular, (7) Allah
yolunda olanlar ve (8) yolculardır.
Sadaka,
kimsesizlerin kimsesi ve muhtaç durumda olanların sesi olan Peygamberimizin de,
bilhassa üzerinde durduğu bir konu olmuştur. Bu konuyla ilgili ümmetine de hep
bir çağrıda bulunmuştur.
Efendimiz,
bir gün hırkasını mescide yaymış ve ashabına, “Gelin, infakta yarışalım”
buyurmuştur. (İnfak: Yiyecek, içecek ve giyeceği olmayan fakir fukaranın
ihtiyacını gidermek amacıyla, onlara ihtiyaçları olanı vermek ve dağıtmak.)
Efendimizin
bu sözünden sonra ashabından biri, “Ya Resulallah, hangi konuda yarışmalıyız?”
diye sormuş. Efendimiz (sav) de, “İnfakta, Allah için vermekte yarışmalıyız” diye
cevap vermiş. Bunu duyan Hz. Ömer, “Ebu Bekir hep beni geçti, bu sefer de ben
onu geçeceğim” demiş ve ortaya çok önemli bir değer koymuş. Ardından da o Sıddık,
gönlü zengin Hz. Ebubekir, elinden ne geliyorsa ortaya dökmüş. Efendimiz, önce
Hz. Ömer’e dönüp, “Verdin, tamam da, arkasında ne kaldı ey Ömer?” diye sorunca,
o da, “Ya Resulallah, merak buyurmayınız! Bir o kadar daha var” diye cevap
vermiş. Sonra da Hz. Ebu Bekir’e dönüp aynı soruyu bu sefer de ona sormuş
Efendimiz. O da, “Ya Resulallah, Allah’ın ve Peygamber’in sevgisinden başka bir
şey aileme kalmadı, hepsi bu!” demiş. Efendimiz bu cevap üzerine, “Olmaz! Çoluk
çocuğunun hakkını al, onlara da haklarını helâl et” diye buyurmuş.
Sadaka
kültürü, ecdadımızın da üzerinde titrediği bir değer olmuştur. Osmanlı bu
kültürü, bu irfan abidesini geliştirmiş, değerlendirmiş ve vakıf hâline
getirmiştir. Unutulan bir gelenek olan “sadaka taşı” ile muhtaç durumda
olanlara, sırf Allah namına işleyen bir düzen kurulmuştur.
Sadaka
taşı, bir iki metre boyunda ama normal bir insan boyunun üzerinde olan,
yuvarlak ve estetikli bir oyuktur. Oyuğun içi, ihtiyacı olanın alırken ne kadar
aldığı fark edilmesin diye bir elin girebileceği şekilde ince bir düşünce ile
tasarlanmıştır. Bu taşlar Osmanlı’da özellikle Ramazan aylarında, bazı
semtlerin ortak birleştiği yerlere, şehir ve kasabalarda cami ve çeşme
yanlarına, hastane gibi işlek yerlere, sadakayı alanın ve verenin görünmeyeceği
yerlere konulmuştur. Bu taşlara, gece yarılarına kadar zenginler para
koyarlarmış ve gece yarısı sonrası da bu taşın mumları hafif söndürülürmüş.
Kandiller de hafif karartılır, tâ ki fukara gelsin, ihtiyaçlarını alırken kimseler
utandırmasın, kimse fark etmesin, incinmesin diye ayrı bir incelikle
yaklaşılırmış. Çoğu fakir de ihtiyacı kadarını alır, ihtiyacından fazlasını ise
almazmış. Diğer muhtaç kardeşinin de bundan nasiplenmesini düşünürmüş.
Bu
arada sadaka taşında eğer para kalmamışsa, bu eksiklik de hemen vakıflardan
karşılanırmış. Sadaka taşlarına bu yardımlar iki türlü yapılırdı, onu da belirtelim:
O zamanlarda ilk olan nakdî yardım, en uygun ve en çok tercih edilen para
yardımıydı. Özellikle uçup kaybolmaması için de kâğıt para (kayme) yerine
madenî paralar bırakılarak bu hayır gerçekleştirilmiş olurdu. Bir diğeri de
aynî yardımlardı. Yani giyim ve eşya gibi yardımlar...
Osmanlı’daki
şu hayırlı ve güzel işi de hatırlatmakta fayda var. O zamanlar “zimem defteri”
denilen bir defter varmış. Osmanlı’da hâli vakti yerinde olanlar, kılık kıyafet
değiştirip hiç tanımadıkları mahallelere giderek ve bakkalın, manavın tenha
zamanlarını seçerek “Zimem defteriniz var mı?” diye sorarlarmış. (Zimem
defteri, o esnaftan borçla, veresiye mal alan mahalle sakinlerinin hesabının
tutulduğu defter.)
Esnaf
bu defteri çıkardığı zaman, o varlık sahibi, “Hepsinin yekûnunu yapınız” der, esnaf
da hepsini toplarmış. Ve gelen kişi kesesini çıkarıp, “Silin borçlarını, Allah
kabul etsin!” deyip o mahalleden çeker gidermiş. Böylelikle borcu ödenen, borcu
ödeyeni, borcu ödeyen kişi de kimi borç ve sıkıntıdan kurtardığını bilmezmiş.
Bunu sırf Allah için yaparmış. Bu hesabı da karşılıksız, riya olmadan ve
gösterişe kapılmadan, Allah namına kapatmış olurmuş. Bir nevi Efendimizin, “Bir
elin verdiğini, öbürü görmemeli” sözündeki gibi, bir edep çizgisinde yaparlarmış.
Hadislerde sadakanın ömrü uzattığına dair bilgiye de şahit
oluyoruz. Ama bu “ömrü uzatma” ifadesinin gerçek mânâda mı, yoksa farklı bir
mânâda mı kullanıldığını iyi analiz etmemiz gerekir. Teftazani Hazretleri, “Şerh-i
Akaid” adlı eserinde bu konuya şöyle bir açıklık getirmiştir: “Ömrün
uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir. Ahirete hayır ve hasenat için
verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr
elde etmek mânâsındadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da
sadaka yoluyla mahsulünde bir artma olması, ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl
ile açıklamaya çalışalım: Bir ağacın her baharda dört bin meyve verdiğini ve
ömrünün on sene olduğunu farz ediniz. Cenab-ı Hakk’ın ağaca lütuf ve ihsanıyla
baharlardan birinde dört bin yerine sekiz bin meyve verdirmesi hâlinde, ağacın
ömrü manen bir yıl uzamış demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini arttıran
güzel bir vasıtadır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır.”
Sadakanın
ne kadar mühim olduğunu az da olsa anlatmış bulunduk. Bizlere bu noktada düşen,
sadakayı Allah namına vermek ve bunu da gösterişten uzak yapmaktır. Ki böylece
Hakk’ın da rızasını almış oluruz. Bizim için ehemmiyet noktası, rıza-i İlâhîdir.
Konuyla ilgili yazımızı, İmam-ı Gazalî’nin “Kalplerin Keşfi” adlı eserinde sadakayla
ilgili yer verdiği on hadîs-i şerif ile tamamlıyoruz.
Dua ve
selâm ile kalın…
***
“Her
verilen borç, bir sadakadır.”
“Sadaka,
Rabbin gazabını söndürür, imansız ölmeyi önler.”
“Allah,
sadaka sayesinde yetmiş türlü fena ölümü kuldan uzaklaştırır.”
“Kulun
verdiği her sadaka, üzerinden yetmiş şeytanın uğursuzluğunu giderir.”
“Efendimize,
‘En faziletli sadaka hangisidir?’ diye sordular. Efendimiz de, ‘Malı az olanın
vermeye çalıştığıdır. İlk önce, bakmak zorunda olduklarından başla’ diye
buyurmuştur.”
“Bir
tırnak kadar bir şey verebiliyorsan, sakın senden bir şey isteyeni boş çevirme.”
“‘Başka
hiçbir gölgenin kalmadığı kıyamet günü, Allah yedi kimseyi arşın gölgesi altına
alır’ diye buyurur (Efendimiz). Yedi kişiden birinin de, sağ elinin sol elini
bilmeyecek kadar gizli sadaka veren kişi olduğunu söylemiştir.”
“Fakire
verilen sadaka, bir sadakadır; fakat yakına verilen sadaka, hem sadaka, hem de
sıla-i rahim olarak iki sadakadır. Yakınlara iyilik etmek, ömrü uzatır.”
“Miraç
Gecesi, cennetin kapısında ‘Her sadakanın mükâfatı on kat, verilen borcun
mükâfatı ise on sekiz kattır’ diye yazı olduğunu gördüm.”
“Müslüman
kardeşinin karnını doyuran ve kandırasıya ona su veren kimseyi, Allah cehennemden
yetmiş hendek uzaklaştırır. Her iki hendeğin arası beş yüz senelik yol
mesafesidir.”