Sadakanın ehemmiyeti

Sadaka kültürü, ecdadımızın da üzerinde titrediği bir değer olmuştur. Osmanlı bu kültürü, bu irfan abidesini geliştirmiş, değerlendirmiş ve vakıf hâline getirmiştir. Unutulan bir gelenek olan “sadaka taşı” ile muhtaç durumda olanlara, sırf Allah namına işleyen bir düzen kurulmuştur.

SADAKA, Arapçada “gerçek olmak ve doğruluk” anlamlarına gelir. İslâm terminolojisinde, “bir Müslümanın gönüllü olarak veya dinî bir vecîbeyi yerine getirmek üzere, ihtiyaç sahiplerine yaptığı maddî yardım” olarak tanımlanır. Türkçede ise, “Allah namına fakirlere gönülden verilen bağış” anlamında kullanılır.

Sadakanın verilip verilmeyeceği kişiler az çok bellidir. Bu konu hakkında da Kur’ân, yine bizlere bir yol göstermiştir. Tevbe Sûresi’nde Allah-u Teâlâ, “Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar ve kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlarla köleler, borçlular, Allah yolunda olanlar ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah, hakkıyla bilendir. Hüküm ve hikmet sahibidir” der. Yani bu ayetten de anlayacağımız üzere, bu konuda önümüze sekiz ayrı grup çıkmaktadır. Bunlar (1) fakirler, (2), düşkünler (çalışamaz durumda olan, evde kalmış ihtiyarlar ve yoksul insanlar), (3) zekât toplayanlar, (4) kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlar, (5) köleler, (6) borçlular, (7) Allah yolunda olanlar ve (8) yolculardır.

Sadaka, kimsesizlerin kimsesi ve muhtaç durumda olanların sesi olan Peygamberimizin de, bilhassa üzerinde durduğu bir konu olmuştur. Bu konuyla ilgili ümmetine de hep bir çağrıda bulunmuştur.

Efendimiz, bir gün hırkasını mescide yaymış ve ashabına, “Gelin, infakta yarışalım” buyurmuştur. (İnfak: Yiyecek, içecek ve giyeceği olmayan fakir fukaranın ihtiyacını gidermek amacıyla, onlara ihtiyaçları olanı vermek ve dağıtmak.)

Efendimizin bu sözünden sonra ashabından biri, “Ya Resulallah, hangi konuda yarışmalıyız?” diye sormuş. Efendimiz (sav) de, “İnfakta, Allah için vermekte yarışmalıyız” diye cevap vermiş. Bunu duyan Hz. Ömer, “Ebu Bekir hep beni geçti, bu sefer de ben onu geçeceğim” demiş ve ortaya çok önemli bir değer koymuş. Ardından da o Sıddık, gönlü zengin Hz. Ebubekir, elinden ne geliyorsa ortaya dökmüş. Efendimiz, önce Hz. Ömer’e dönüp, “Verdin, tamam da, arkasında ne kaldı ey Ömer?” diye sorunca, o da, “Ya Resulallah, merak buyurmayınız! Bir o kadar daha var” diye cevap vermiş. Sonra da Hz. Ebu Bekir’e dönüp aynı soruyu bu sefer de ona sormuş Efendimiz. O da, “Ya Resulallah, Allah’ın ve Peygamber’in sevgisinden başka bir şey aileme kalmadı, hepsi bu!” demiş. Efendimiz bu cevap üzerine, “Olmaz! Çoluk çocuğunun hakkını al, onlara da haklarını helâl et” diye buyurmuş.

Sadaka kültürü, ecdadımızın da üzerinde titrediği bir değer olmuştur. Osmanlı bu kültürü, bu irfan abidesini geliştirmiş, değerlendirmiş ve vakıf hâline getirmiştir. Unutulan bir gelenek olan “sadaka taşı” ile muhtaç durumda olanlara, sırf Allah namına işleyen bir düzen kurulmuştur.

Sadaka taşı, bir iki metre boyunda ama normal bir insan boyunun üzerinde olan, yuvarlak ve estetikli bir oyuktur. Oyuğun içi, ihtiyacı olanın alırken ne kadar aldığı fark edilmesin diye bir elin girebileceği şekilde ince bir düşünce ile tasarlanmıştır. Bu taşlar Osmanlı’da özellikle Ramazan aylarında, bazı semtlerin ortak birleştiği yerlere, şehir ve kasabalarda cami ve çeşme yanlarına, hastane gibi işlek yerlere, sadakayı alanın ve verenin görünmeyeceği yerlere konulmuştur. Bu taşlara, gece yarılarına kadar zenginler para koyarlarmış ve gece yarısı sonrası da bu taşın mumları hafif söndürülürmüş. Kandiller de hafif karartılır, tâ ki fukara gelsin, ihtiyaçlarını alırken kimseler utandırmasın, kimse fark etmesin, incinmesin diye ayrı bir incelikle yaklaşılırmış. Çoğu fakir de ihtiyacı kadarını alır, ihtiyacından fazlasını ise almazmış. Diğer muhtaç kardeşinin de bundan nasiplenmesini düşünürmüş.

Bu arada sadaka taşında eğer para kalmamışsa, bu eksiklik de hemen vakıflardan karşılanırmış. Sadaka taşlarına bu yardımlar iki türlü yapılırdı, onu da belirtelim: O zamanlarda ilk olan nakdî yardım, en uygun ve en çok tercih edilen para yardımıydı. Özellikle uçup kaybolmaması için de kâğıt para (kayme) yerine madenî paralar bırakılarak bu hayır gerçekleştirilmiş olurdu. Bir diğeri de aynî yardımlardı. Yani giyim ve eşya gibi yardımlar...

Osmanlı’daki şu hayırlı ve güzel işi de hatırlatmakta fayda var. O zamanlar “zimem defteri” denilen bir defter varmış. Osmanlı’da hâli vakti yerinde olanlar, kılık kıyafet değiştirip hiç tanımadıkları mahallelere giderek ve bakkalın, manavın tenha zamanlarını seçerek “Zimem defteriniz var mı?” diye sorarlarmış. (Zimem defteri, o esnaftan borçla, veresiye mal alan mahalle sakinlerinin hesabının tutulduğu defter.)

Esnaf bu defteri çıkardığı zaman, o varlık sahibi, “Hepsinin yekûnunu yapınız” der, esnaf da hepsini toplarmış. Ve gelen kişi kesesini çıkarıp, “Silin borçlarını, Allah kabul etsin!” deyip o mahalleden çeker gidermiş. Böylelikle borcu ödenen, borcu ödeyeni, borcu ödeyen kişi de kimi borç ve sıkıntıdan kurtardığını bilmezmiş. Bunu sırf Allah için yaparmış. Bu hesabı da karşılıksız, riya olmadan ve gösterişe kapılmadan, Allah namına kapatmış olurmuş. Bir nevi Efendimizin, “Bir elin verdiğini, öbürü görmemeli” sözündeki gibi, bir edep çizgisinde yaparlarmış.

Hadislerde sadakanın ömrü uzattığına dair bilgiye de şahit oluyoruz. Ama bu “ömrü uzatma” ifadesinin gerçek mânâda mı, yoksa farklı bir mânâda mı kullanıldığını iyi analiz etmemiz gerekir. Teftazani Hazretleri, “Şerh-i Akaid” adlı eserinde bu konuya şöyle bir açıklık getirmiştir: “Ömrün uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir. Ahirete hayır ve hasenat için verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr elde etmek mânâsındadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da sadaka yoluyla mahsulünde bir artma olması, ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl ile açıklamaya çalışalım: Bir ağacın her baharda dört bin meyve verdiğini ve ömrünün on sene olduğunu farz ediniz. Cenab-ı Hakk’ın ağaca lütuf ve ihsanıyla baharlardan birinde dört bin yerine sekiz bin meyve verdirmesi hâlinde, ağacın ömrü manen bir yıl uzamış demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini arttıran güzel bir vasıtadır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır.”

Sadakanın ne kadar mühim olduğunu az da olsa anlatmış bulunduk. Bizlere bu noktada düşen, sadakayı Allah namına vermek ve bunu da gösterişten uzak yapmaktır. Ki böylece Hakk’ın da rızasını almış oluruz. Bizim için ehemmiyet noktası, rıza-i İlâhîdir. Konuyla ilgili yazımızı, İmam-ı Gazalî’nin “Kalplerin Keşfi” adlı eserinde sadakayla ilgili yer verdiği on hadîs-i şerif ile tamamlıyoruz.

Dua ve selâm ile kalın…

***

“Her verilen borç, bir sadakadır.”

“Sadaka, Rabbin gazabını söndürür, imansız ölmeyi önler.”

“Allah, sadaka sayesinde yetmiş türlü fena ölümü kuldan uzaklaştırır.”

“Kulun verdiği her sadaka, üzerinden yetmiş şeytanın uğursuzluğunu giderir.”

“Efendimize, ‘En faziletli sadaka hangisidir?’ diye sordular. Efendimiz de, ‘Malı az olanın vermeye çalıştığıdır. İlk önce, bakmak zorunda olduklarından başla’ diye buyurmuştur.”

“Bir tırnak kadar bir şey verebiliyorsan, sakın senden bir şey isteyeni boş çevirme.”

“‘Başka hiçbir gölgenin kalmadığı kıyamet günü, Allah yedi kimseyi arşın gölgesi altına alır’ diye buyurur (Efendimiz). Yedi kişiden birinin de, sağ elinin sol elini bilmeyecek kadar gizli sadaka veren kişi olduğunu söylemiştir.”

“Fakire verilen sadaka, bir sadakadır; fakat yakına verilen sadaka, hem sadaka, hem de sıla-i rahim olarak iki sadakadır. Yakınlara iyilik etmek, ömrü uzatır.”

“Miraç Gecesi, cennetin kapısında ‘Her sadakanın mükâfatı on kat, verilen borcun mükâfatı ise on sekiz kattır’ diye yazı olduğunu gördüm.”

“Müslüman kardeşinin karnını doyuran ve kandırasıya ona su veren kimseyi, Allah cehennemden yetmiş hendek uzaklaştırır. Her iki hendeğin arası beş yüz senelik yol mesafesidir.”