
DERE şırıltısını
duymaya çalıştığım kalabalık bir piknik arasında, kedi peşinde koşan küçük bir
kız geldi yanıma. Çimenlerin dibinde ne izlediğimi merak eden ufaklığa,
evlerini sırtlarında taşıyan sevimli salyangozları gösterdim. Yüzünü buruşturarak
uzaklaştı yanımdan. Kaçmak zorunda olan bir kediden çok daha özgür ilerliyordu
oysa. En iyi bildiği yolda, yapraklar üzerinde “kolayca akıp” gidiyordu…
***
Koronavirüs
dalgalanmalarıyla geçen bir yaza daha eskiden kalma alışkanlıklar derlenerek
giriliyordu. Haz ve hız peşinde koşan insanların düştüğü hâlleri görmek, bir
taş daha atıyordu içimdeki derin kuyusuna.
Cayırtılı
bir motosikletin sesi iki komşunun fısıltılı konuşmasını yarıda kesiyordu.
Elinde bir tepsiyle çeşmeye doğru ilerleyen kadının terlik hışırtısı tüylerimi
ürpertiyordu. Açık bırakılan muslukların ruhu arındırma potansiyelini hesap
ederken zihnim, ihtiyar bir amcanın alaca sakallarından karpuz suları
süzülüyordu. Mangal dumanı gökyüzünün maviliğine makas atıyor, yenilen içilen her
şey çöp deryasına düğümleniyordu…
Gözlerimin
manzarasını boca eden bu rahatlık, yüreğime rahatsızlık veriyordu. Bir adam,
denizi kaplayan müsilajın sebep ve sonuçlarını çocuğuna anlatırken
parmaklarının arasındaki yarım sigarayı söndürme zahmetinde dahi bulunmadan
ağaçlar arasında bir yere atıp, torba dolusu abur cuburu hunharca masaya
koyuyor, ahir zaman insanının doymak bilmeyen nefsini son raddede sergiliyordu.
Daha üç gün öncesine kadar “Su için!” diyen futbolcuyu alkışlarken kendisi,
bugün bardak bardak gönderiyordu o asitli içecekleri midesine. Bir anne,
acısını tatmadığı bir İslâmofobi olayının tarifini verirken yanındakilere,
tabaklarda yarım kalan yemekleri bir güzel sıyırıyordu çöpe. Bulaşık leğeninden
taşan kimyasal köpükler toprağın bağrını sızlatıyordu…
Genç
bir kız, arkadaşlarına Kudüs şiirleri okuyordu İsrail menşeli telefonundan.
Huzura uzak, tuzağa yakın zaaflarımız bizi içten çökertiyor, perişanlığın
uykusuna hazırlıyordu. Dillerde muhayyer bir şarkı en güzel edebiyatını
yaparken, gönüllerde en sığ arabesk yaşantının izleri sürüyordu.
Bir
ıhlamur ağacının alaca gölgesi dere üzerindeki sarı nilüferlere düşerken,
yanlarında pet şişeler yüzüyordu. Çığırtkanlık yapan onca insanın konuştukları
ile yaptıkları örtüşmüyordu. Bu paradoksal duruma rağmen dünya dönüyor, bütün
zerreler insanlık için el ele yeryüzüne iniyordu. Toprak, güneş ve ay, bir bir
hediyelerini ikram ediyordu. Sürrealist bir kıpırtı taçlandırıyordu göğü…
Cesaretlendiriyordu
Zerdüşt, “Yükselmelisin” diyordu insanoğluna. Mânânın derinliğini görebilmek
için İbrahimî heyecanlar doğuruyordu zaman. Ama…
Ama
bir maske ağaç dalında, yapraklar arasında sırıtıyordu! Afili bir yeni yetme,
kapitalizm entrikalarını önce sakız yapıyordu ağzına, sonra da fırlatıyordu bir
röveşata ile maskenin kıyısına.
Bilmediklerimizi
konuşmak, bildiklerimizi uygulamamak hayat dinamiğimizi dinamite sayıp fitilini
ateşliyordu. Dilimizi, gönlümüzü, aklımızı ahmak
bir tüketimin büyüsünde yitiriyorduk. Dünyayı sırtlayan bir salyangoz da yoktu
oysa. “Saçıp savuranlar” büyük bir kanama geçiriyordu. Pozitivizmin sevgiyi ve
aşkı elimizden alması yetmiyor, tüketim ahlâkımızı da barbarca sömürüyordu.
Kendi
semtinde sadece kendi bahçesine çiçek ekenler, emanet bilincini çoktan
yitirdiler. Y kuşağının kaybolan sanat dallarına dilek mendilleri bağlaması
kadar zayıf bir umma hâlidir beklenen gelecek. Ülkemizin çocuklarına miras
olarak masal tortuları bıraktıkça, tarih ve medeniyetimizin yerini yozlaşmış
bir toplum alacaktır.
Reklâm
yüzyılında ruhumuzu ve kalbimizi kuşatan tüketim alışkanlıklarımız amentü
bağlamında evirilmedikçe, ahlâkî erdem, yatır mumları kadar kıymet görmeyecek.
Aşk ve vecd hâlinin köreldiği modern dünyada basamakları hızlı çıkmak, tükenmiş
benliklerimizin bilboardlara asılmasıdır. Ya birer deli olup düşmeli artık
içimizdeki menzile ya da otuz kuştan biri olup uçmalı Kafdağı’ndaki özümüze.
Kahve
ve aşk modasına kendini kaptıran, entelektüel taklidî bilgisiz insanların kol
gezdiği bir dünyada adım adım tükeniyoruz. İcâzet almadan çıkarılan kitaplar,
ağaçların kalbini incitiyor. Yükselen katlarda alçalan ruhlarımız hapis. İpi
kopan bir tespihten dağılan sedef taneleri gibiyiz. Bizi toplayacak bir hira bulunur
belki. Hızla değişen şımarık hayatlarımıza bir inşirah üflemeli. Asimile olan
tüketim kültürümüzü kanaat önderi babaannelerimizin öğretileri ile yeniden
örebilmeli, alın terini şükür sebebi bilen dedelerimizin helâl hassasiyetiyle
yeniden inşâ edebilmeliyiz.
Sadrımızdan
boy vermeli Rahmânî filizler. Çöllerde ısıtıcı aramak, kutuplarda dondurucu
satmak yerine var olanı hamd ile muhafaza etmek, bütün ideallerimizi yeşertecek
güçtedir.